Fatih Balkış’ın Karaçam Ormanı’nda adlı son romanının oldukça ilgi gördüğü söylenebilir. Bu ilginin bir sebebi kurgusunun ve dilinin gücüyse, diğerinin aydın-iktidar ilişkisini (yeniden, doğrudan ve sözünü sakınmadan) konu edinmesi olduğu su götürmez. Parantezin içindeki “doğrudan” ve “sözünü sakınmadan” nitelemelerine güçlü bir itiraz geleceğini zannetmiyorum. Fakat konunun özgünlüğünün üzerindeki “yeniden” örtüsünü biraz aralamakta yarar var.

Elbette aydınların belirli iktidar odaklarıyla çatışmasını irdeleyen ilk roman Karaçam Ormanı’nda değil. Dünya edebiyatını bir yana bırakıp yalnızca yerli literatüre odaklansak bile sayısız örnek bulmamız mümkündür sanıyorum. Fakat konu “aydının toplum üzerinde kendi iktidarını ifa etme kapasitesi” olarak daraltıldığında seçeneklerimiz epey daralır. Kuşkusuz herkesin aklına kendi okuma deneyimleri uyarınca farklı örnekler gelebilecekse de, Yaban’ın hemen herkesin listesinde ilk sıralarda olmasını beklemem makul karşılanacaktır diye umuyorum.

Yakup Kadri, kendini vatan kurtarıcı bir iktidarla özdeşleştirmiş ve bu iktidarın en çok “koruma, kollama” görevini sahiplenmiş Türk aydınından bir adım öteye geçerek kurtarılan, korunan ve kollanan bu toprağın üzerinde yaşayan bir sosyoloji olduğunun farkındalığıyla bu iktidarın ne yönde kullanılacağı üzerine kafa yoruyordu Yaban’da. Yaban, toplumun somut durumuna ve müdahale edilmesi gereken sosyo-kültürel alanlara dair tespitler içeren, politika yapıcılara sunulmak üzere yazılmış roman formunda bir raporlar dökümü olarak okunur bu yüzden: Gözlemlenen “örneklem”in batıl inançlarından ulusal bilinç yoksunluğuna, hatta düğün eğlencelerinin zevksizliğine kadar hiçbir detayı atlamayan bir saha çalışması. “Milliyet nerede? O henüz ortada yoktur ve onu bu Bekir Çavuşlar, bu Salih Ağalar, bu Zeynep Kadınlar, bu İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak gerekecektir,” der romanın kahramanı (savaşta tek kolunu yitirmiş bir subay olan) Ahmet Celal’in ağzından Yakup Kadri, Yaban’da.

Çok fazla uzatmanın anlamı yok: Romanın geçtiği ve yazıldığı yılları kapsayan yaklaşık yirmi yıllık Kurtuluş/Kuruluş döneminde aydın ile devlet arasında tam bir özdeşleşme, bu ikisi ile millet-öncesi “güruh” arasında ise mutlak bir açı vardır. Aydın ile devlet arasında da belirli bir açı olduğu muhakkak olmakla beraber aydın bunu görmezden gelmekteydi, diye eklemek daha doğru olur belki. Devletle arasındaki açıyı inançlı, militan bir eklemlenme ile çözen ve sözüne bir yaptırım gücü (en azından potansiyeli) ekleyen aydın böylece toplumu kendisinin bir yüklemi olarak görme hakkı da kazanarak toplumla arasındaki açının kendi lehine kapanacağı inancıyla çalışmaktaydı.

Burada basit de olsa şu parantezi açmak şart: Elbette nesnenin toplum, özneninse aydın-devlet ittifakı olması Türk modernleşmesinin özgün bir dinamiğiydi. Başka bir tarihsel momentte devlet ve toplumun yazar nezdindeki rolleri pekâlâ tam tersi pozisyonlarda olabilir ve bu kez yazar kendisine muhatap olarak toplumu seçebilir ve inceleme nesnesi olan devleti dönüştürme rolüne soyunabilirdi.

Yaban’dan yaklaşık bir asır sonra, “Bu dili ele geçirip bu dilde bir krallık kurabilir miyim yeniden?” diye soruyor Kanada’dan Türkiye’ye muhayyel bir dönüş yapan Fatih Balkış romanında. Yazının başında muğlaklaşan “yeniden” ilkin burada netleşiyor. Sorunun bütün bir yazarlar zümresi adına sorulduğunu varsayarsak (ki metnin yapısı yazarların, en azından belli bir kısım yazarın, birbirinin yerine konuşabilirliğini öneriyor), bu “yeniden” ifadesi otobiyografik sınırların dışına taşan bir anlam kazanıyor, yitirilmiş bir “yaptırım gücü” referansı.

Yaban’da Ahmet Celâl askerdeki emir erinin köyüne (ki tıpkı Karaçam Ormanı gibi, Türkiye’nin orta batısındadır bu köy) yine dışarıdan, işgal altındaki İstanbul’dan gitmişti – her ne kadar gittiği yeri pek beklediği gibi bulmasa ve hoş karşılanmasa da, bizzat emir erinin davetlisi olarak. Oysa Karaçam Ormanı’nda bir 21. Yüzyıl romanıdır ve konuştuğu dilin ülkesine dışarıdan gelen yazar bu defa iktidarla birlikte değil, ona rağmen geliyordur: Bir uluslararası yazarlar örgütünün davetlisi olarak. Üstelik bu kez doneler elde edilecek bir saha yoktur ortada, aksine epistemolojik bir kriz vardır: Gözlemci ve gözlenen arasındaki iktidar ilişkisinin tersyüz olmasından ileri gelen bir yöntem sorunu. Artık devletle bütünleşmiş yazarın toplumu gözlemleme dönemi geride kalmış, aksine devlet olarak organize olmayı başarmış olan ulus yazarı gözetlemekte, yazar ise kendi içine kapanmış vaziyette kendi kendini konu edinmektedir: Karaçam Ormanı’nın iki yazar karakterinden biri bir Orhan Burian romanı üzerinde çalışırken, diğeri Gombrowitz’le boğuşup pes etmiştir.

Ama sorun sadece yöntemden ibaret değildir: Yaban’da “bir güruhu ulus yapmayı” kafasına koyan Ahmet Celâl’in aksine, “bir ulusu ulus yapan dildeki bütün detayları unuttuğunu” itiraf ederek giriş yapar ülkesine Karaçam Ormanı’nda yazarı. Yakup Kadri’nin toplumla arasında bir zaman sorunu vardı yalnızca: Modernitenin gerektirdiği bilinç düzeyine erişme yolunda aydının gerisinde kalan toplumun biraz hızlanarak ona yetişmesi gerekiyordu. Dilin kilit bir rolü vardı bu noktada: Bu ulus öncesi güruhun bir an önce uluslaşması, bunun için de yazarın dilini konuşmuyorsa konuşmaya başlaması, konuşuyorsa da bu dil vasıtasıyla kurulan ortaklığın bilincine varması acil hedeflerden biriydi.

Yakup Kadri’den 90 sene sonra bu hedefe ulaşılmış ve ulus ile devlet arasındaki açı kapanmışken bu defa da yazar ulusa yabancılaşmış, ulusun harcı olan “dil” ile ideolojik bağı kopmuştur. Dil artık toplumu yazarın tespit ve önerileri doğrultusunda ilerletecek bir kaldıraç olmaktan çıkmış, yazarı hapseden bir prangaya dönüşmüştür. Yakup Kadri “orta batı”ya bir misyon ile gitmişken, Karaçam Ormanı’nın anlatıcısı “dönmek için hiçbir neden olmayan bir ülkeye dönüş” olarak tariflemektedir yolculuğunu bu yüzden. Aydının 21. Yüzyıl çelişkisi, bir dilin mekânıyla bağı kopmuşken o mekânın dilinden kopamamasında yatar. Dilin mekânı onun için tehditkârken, mekânın dilini götürdüğü her yer onun için sürgündür artık. “Bir sürgün, bir uzay kapsülünün içindeki köpeğe ya da astronota benzer, […] kapsülse senin dilindir,” der kadın yazar, Karaçam Ormanı’nda. Yazar dışarıdayken bile “içerde”dir bir başka deyişle, dilin hapishanesinde. Soğuk, üşüten, hem korunaklı hem çıkışsız.

Dilin gerçek mekânında ise hapishane bir metafor olmaktan çıkarak gerçeğe dönüşür. Bir asır önce devletin gözü olmaya soyunan yazar şimdi “gardiyanlarıyla arayı iyi tutması gereken” bir mahpus olmuştur. Şimdi gözlenen kendisidir ve dolayısıyla pür bir bilgi nesnesi. Yalnızca devlet için değil, yazarın bizzat kendi elleriyle devlet giysisini giydirdiği toplum için de: “Bütün ülkenin ona baktığını, ondan şüphelendiğini” düşünür anlatıcı, kadın yazarsa “bütün bu köylülerin daima onun ne yaptığını, ne söylediğini bildiklerini” düşünüyordur. 21. Yüzyıl aydınının varoluş krizi de burada başlar işte. Şimdi yazar ve toplum arasındaki açının kapanma dinamiği, yazarın toplumun bilme seviyesine doğru geri çekilmesidir: “Bu insanların onun yaşamının nasıl olduğu bilmeleri için kâhin olmalarına gerek yokmuş. Yaşamın anlamı tavukların gündüz telaşı ve soba borularının temizliği arasında bir yerlerde imiş.” Ne devletle toplum üzerinde, ne de toplumla devlete karşı çalışabilen, dolayısıyla bir nesne ve muhatap yokluğunu eşzamanlı yaşayan yazar artık içe doğru patlamış ve yok olmuştur. Yazar, yazma ediminden geri çekilmektedir. Bundan daha trajiği, yazının başlaması gereken yer olarak yazar, bittiği yere dönüşmüştür: İnsan Hakları Raporları, bir zamanlar bizzat kendisi raportör olan yazara kadar ulaşabilmektedir artık ancak ve yalnızca onun tarafından okunmaktadır.

[Burada enteresan olan (?) artık bir “nesne” olarak dahi olsa devlete ve topluma doğru bilgi akışının kaynağı olma niteliği devam eden yazarın failliğinin kusursuz biçimde sakatlanmış olmasıdır. Bir “okuma mercii” olan devlet, yazara kütüphanesindeki kitaplar üzerinden suç isnat ederken bile içeriğe girmeyecek, anlatısını (adeta kasten yaparcasına) olabilecek en yüzeysel yerden, kitap başlıkları üzerinden kuracaktır. Devlet ile yazarın karşı anlatıları arasındaki çelişkiler bu şekilde bertaraf edilir. Devlet ve toplum,“bir insanı önce sürgüne gönderip sonra da onun cenazesinde en önde saf tutmanın”ve“bir yazarı öldürüp cenazeyi kendi kaldırırken, tabutu kendi taşımanın” paradoksal pratiğini tatbik etme imkânını bu sayede bulur.]

21. yüzyıl yazarının ulusla, devletle ve bu mitolojik ulus-devlet canavarının mekânıyla kopan ilişkisinden neşet eden varoluş krizi, doğal olarak yazarı kendi pratiği ile kendine kast etmeye götürecektir. “Yok edilmesi gereken şeyleri hiç yazmamak daha etkili, en azından benim üzerimde” der Karaçam Ormanı’nda kadın yazar. Ve yazarın kendisini metaforlarla doldurduğu “sürrealist dünyada bir metafora dönüştürdüğünü” ekler. Yazar, şimdi kendi kendisini metafora dönüştürerek yazmakta ve yazdığının etkisini de yalnızca yine kendisi ile ölçmektedir. Devlet-toplum-yazar üçgeninde yazarı yok sayarak ortadan kaldırılan dışsal çelişki, yazarın kendi “içerisini” çelişkili hâle getirmiştir bu kez. “Yazma edimini de tek tek sözcüklere indirgeyeceğim. Bu bir limbo,” der kadın yazar. Hakikaten de öyledir:

Yaban‘da yazarın reel bir sahası olduğundan, çizdiği ideolojik çerçeve ile gerçeklik arasında da kesin bir örtüşme iddiası vardır ve bu nedenledir ki romandaki kitle, yazarı temsil eden Ahmet Celal’le arasındaki mesafenin bedelini romanın sonunda bilfiil acı çekerek öder. Oysa Karaçam Ormanı’nda kurgu genişledikçe yaklaşan acı yazarın kendisine aittir. Bu nedenle yazar, yazının kendisini değersizleştirme ve nihayet yazma potansiyelini de yok etme doğrultusunda çalışır. Orman metaforu üzerinden kurduğu özgürlük ironisini gittikçe koyultan yazar nihayet “ağaca çivilenmiş kuş”u göstererek metaforun bütün imkânlarını da bu dehşete sabitlemiş olur. Yaban’dan neredeyse bir asır sonra, yazar ve toplum arasındaki açının yazarın toplumun bilme seviyesine doğru geri çekilmesiyle, oraya “çivilenmesiyle” kapalı tutulması söz konusudur artık.

Fakat kadın yazarın “Benim gerçeğim ölüler ordusunun bir parçası” itirafının burada çifte anlam kazandığına dikkat etmek gerek. Evet, ağaca çivilenmiş ölü kuş gibi yazarın ölümü de ilan ediliyor olabilir Karaçam Ormanı’nda. Fakat “ölü” olan şey, yazar-devlet-toplum üçgeninde yazarın bir nesneye ve muhataba sahip olma durumudur aslında. Hâl böyleyken, edebiyatın ölüleri diriltme gücüne sahip olduğunu hatırda tutarak umudu korumak gerekir sanırım. Yazarın devletin raportörlüğüne soyunduğu dönem şimdilik geride kalmışsa da (o rolü bugün oynayamaya çalışanların vaziyeti ortada) diğer ihtimale yüklenmenin sırasıdır belki de. Yazarın kendisine muhatap olarak toplumu seçmesi ve inceleme nesnesi olan devleti dönüştürme ihtimali.

Belki önce metaforlarla, ama sonra mutlaka hakikatte de.