Lütfiye Kadın yüzlerce kilometre uzakta büyük bir şehirde öğretmen olan oğlunu görmeye giderken arkasından dualar edilmiş, soğuk sular dökülmüş, selametle git selametle gel dilekleriyle uğurlanmıştı. Bir ay sonra geri geldiğinde de sanki hacdan gelmiş gibi hoş geldin yarışına girmişlerdi kasabalılar.

Aslında Lütfiye Kadın dönüşüyle yeni bir sorun da getirmişti. Kasaba dört tarafı dağlarla çevrili düzlük bir ovanın yamacına kurulmuştu, verimli toprakları olmasına rağmen ekip biçmek, ürünü onlarca kilometre ötedeki şehre götürüp satmak her yiğidin harcı değildi. Sabanla, öküzle, kağnıyla yapılacak iş değildi; herkes kendisine yetecek kadar eker biçer, birkaç tane de hayvan saklardı. Dahası tahsildar başlarına bela kesilmişti. Her ilkbahar gelir hayvanları sayar, ekinleri kontrol eder, defterine yazar, sonbaharda da gelip vergileri götürürdü. Hayatları böyle bir döngünün içinde geçiyordu, bundan başka da işleri yoktu. Yaz bahar aylarında her akşamüzeri Keşişin Bahçesi dedikleri eski yıkık dökük bir manastırın bahçesinde toplanan erkekler, kendi aralarında sorunları tartışır çözüm bulmaya çalışırdı.

Kasabanın en büyük sorunlarından biri lağım çukurlarının yaydığı koku ve hastalıklardı, diğer bir sorun da hayvan boklarıydı ki; gübreleri mesken edinen  kara ve sivrisinekler kasabanın içinde ilkbahar-yaz aylarında canlı olan her şeye saldırıyordu. Sineklerin yaydığı çeşit çeşit hastalıklardan ölen çocuklar, kadınlar, yaşlılar vardı. Yıkılıp dökülen okula kimse kulak asmazken, havalar iyi giderken toz toprak yollar, yağmur yağdığında çamur deryasına dönüyordu.

Bütün bunların yanında, yeni bir sorunları daha olmuştu. Kulaktan kulağa yayılmıştı. Lütfiye Kadın, öğretmen oğlunun yanından dönerken büyük bir tencerenin içinde herkes için bir hediye getirmişti. Hediye neydi ve nasıl bölüşülecekti, büyük bir sorun olarak kasaba sakinlerinin karşısına çıkmıştı. Kasabada sorunu olmayan tek yer camiydi, caminin etrafı dağdan getirdikleri taşlarla döşenmişti, içine halı kilim serilmiş, caminin dört katı büyüklüğünde bir yakacak deposu yapılmıştı, her şeyi yerli yerindeydi.

Lütfiye Kadın kasabada toprağı olmayan ailelerden biriydi, oğlunun çoban olmasını istemediği için tabiri caizse okutmak için saçını süpürge etmişti. Birkaç mandası, birkaç tane de ineği vardı. Manda yağı, peyniri yapar, inek peyniri loru yapar, üç ayda bir dağ köylerinden gelen kamyona yükler, şehre götürüp satar oğluna gönderirdi. Ortaokulu şehirde, uzaktan bir akrabasının evinde kalıp okuması için çok çaba sarf etmişti. Oğlu da çabasını boşa çıkarmamış, ortaokul bittikten sonra öğretmen okulunu kazanmış, denize kıyısı olan bir şehirde okumuş okulu bitirmişti. Sonra da büyük ilde ilkokul öğretmeni olmuştu. Öğretmen olduğu haberi gelince Lütfiye Kadın bir koç satın alıp kesmiş, yemekler yapmış, kasaba sakinlerine Keşişin Bahçesi’nde ziyafet vermişti. Hele o uzak şehre öğretmen olan oğlunun yanına giderken sevinçten ne gözyaşları dökmüştü. “İki gün yol gideceğim, ne olur ne olmaz, gider de dönemezsem, hayvanlarım size emanet” demiş yola koyulmuştu. Gidişi kasaba sakinlerini ne kadar gururlandırdıysa, sevindirdiyse gelişi de bir o kadar merak içinde bırakmıştı.

Lütfiye Kadın, geleli daha bir gün olmuştu, kasaba sakinlerine bütün herkes için bir hediyesi olduğunu söylemişti; ancak getirdiği hediyenin ne olduğunu kimseye söylememişti. İşte bu bilinmezlik sonbaharın ılık akşamlarının birinde kasaba sakinlerini Keşişin Bahçesi’ne toplamıştı. Kasabanın toprak sahiplerinden Kado, her zamanki gibi marangoz Yaşo’nun kavak ağacından yaptığı ahşap sandalyede oturmuş, muhtar, azalar arkasındaki taşlarda geri kalanlar da sağlı sollu yerdeki taşların üzerin oturmuştu. Ayakta duran bir tek Mahkûm vardı. Mahkûm otuzlu yaşlardaydı, tek bir kız çocuğu vardı, o da Lütfiye Kadın gibi evladını okutmak için canla başla çalışıp çabalıyordu. İsminin Mahkûm olmasının sebebiyse babası komünistlerin, solcuların kitaplarını okuduğu için, tutuklanmış, tutuklandıktan birkaç hafta sonra çocuğu doğunca adını Mahkûm koymuşlardı. Hapse atılan babası orada ansızın ölmüştü. Söylentilere göre, hapishanede de kitap okumaya devam edince, sıkı bir dayak yemiş, dayağa dayanamamış, ölmüştü. Mahkûm da zar zor ortaokulu bitirebilmişti, yoksulluktan sonra okula gidememiş, ama babasından kalan kitapları okuduğu için herkesten farklı fikirleri vardı. Toprak sahibi Kado’nun hizmetçilerine ve yandaşlarına  uymadığını göstermek için oturmazdı. Dahası ona göre ayakta durmak boyun eğmemekti. Kado beyaz sakalını sıvazladı, birkaç salavat getirdikten sonra besmele çekerek söze başladı. “Lütfiye Kadın; hepimize bir hediye getirmiş, lakin ne olduğunu kimse bilmiyor, bilen var mı?” topluluk ağız birliği etmişcesine “Bilmiyoruz” dedikten sonra sözüne devam etti, “Lütfiye Kadına en çok ben destek oldum, bir tek metre arazisi olmamasına rağmen hayvanları benim arazilerimde yayıldı. Oğlu çoban olmasın diye, şehirdeki akrabalarına yalvar yakan olan yine bendim. Evini barkını korudum, iffetini namusunu korudum, yalan mı?” Hep bir ağızdan topluluk “Haşa, yalan olur mu, doğrudur” dediğinde Mahkûm sesini yükseltti. “Lütfiye Kadının da bizim kadar bu kasabada ve topraklarda hakkı var, o kendi namusunu iffetini koruyabilecek güçte bir kadın, hem sonra bu kasabada meralar var, o meralar herkesin ortak malıdır.” Kado hiç kendini bozmadı, Mahkûm’a göz ucuyla baktıktan sonra, “Nankörlük budur işte; görün bakın, bütün buradaki herkes benim doğru söylediğimi söylüyor, bir tek bu kendini bilmez karşı çıkıyor. Kula nankörlük yapan, peygambere nankörlük yapmış olur, peygambere nankörlük yapan Allah’a nankörlük yapmış olur, onun da sonu cehennemdir” dedi ve etrafındaki topluluk da Mahkûm’u suçlayıp Kado’yu onayladı.

Mahkûm korkmuyordu, nedeniyse kasabada yayılan söylentilerdi. Mahkûm’un babası solculardan aldığı silahları eve saklamış, biri onu kızdırırsa çıkaracağı mitralyözle sülalesini tarayacaktı. Hatta birkaç kez jandarma gelip evinin altını üstüne getirmiş, silah aramış, Mahkûm’u bir ay hapse atmıştı. Kado’nun itleri, köpekleri çoktu, ama mitralyöz denince üç adım geri giderlerdi. Mitralyöz dedikleri bir anda yüz mermi sıkan, her bir mermisi bir ayıyı öldürecek büyüklükte olan devasa bir silahtı. Dahası Mahkûm’a bir şey olursa solcular gelip kasabayı ateşe vereceklermiş, o da yetmezmiş gibi komünist Sovyetler’in uçakları kasabayı yerle bir edecekmiş… Bu söylentiler doğal olarak Mahkûm’u koruyordu. Mahkûm da bundan güç aldığı için sözünü esirgemiyor, hatta orada Mahkûm’a karşı çıkanların bir kısmı gece yarısı evine gidip, el aman diliyormuş, “Ne yapalım Kado bizi kovarsa aç kalırız” diyorlarmış.

Mahkûm hızını kesmedi, “Lütfiye Kadının getirdiği hediye her neyse bizim sorunumuz değil, bizim asıl sorunumuz, herkesin kapısındaki lağım çukurlarıdır. O çukurlar hastalık saçıyor, herkes verem olabilir, sineklerden sıtma olabilir. Lağım çukurları için bir çare bulmalıyız. Hayvan bokları için kasabanın dışında bir yere belirlensin herkes oraya taşısın. Okulumuzu yaptıralım, şehre gidip öğretmen isteyelim. Ağaç dikelim, yeşilleştirelim kasabamızı, asıl sorunlarımız bunlar” dedi.

Kado hiç aldırmadan sözüne devam etti, “Lakin ben hem sizin ekmek vereniniz, hem dini lideriniz, hem de en büyüğünüz olarak şunu teklif ediyorum: Lütfiye Kadının getirdiği hediye her neyse yarısını ben alırım, gerisini aranızda paylaşın, başka türlü adil olmaz. Benim emeğim hepinize var, hediye her neyse yarısı benim olmalı.” Bu teklifi çoğunluk onayladıysa da memnuniyetsizlikleri yüzlerinden anlaşılıyordu. Mahkûm da olayın farkındaydı, yine de okul ve lağım çukurları, hayvan boklarıyla ilgili düşüncesini tekrarladı. Söz konusu Lütfiye Kadının hediyesi olduğundan, kimse Mahkûm’un söylediklerini pek dikkate almadı. Zaten yıllardan beri süregelen bu sorun bir çocuğun lağım çukuruna düşmesiyle ve birçok kez kasaba sakinlerinin topluca hastalanmasıyla patlak vermişti. Mahkûm bu sorunu çözmekte kararlı olsa da Kado’nun itleri ve yandaşları engel oluyordu. Dahası dindar namus iffet bekçisi Kado’yla ilgili çok dedikodu dönüyordu, ama kimse cesaret edip dillendirmiyordu. Bir keresinde gece Lütfiye Kadının kilerinin tepe havalandırmasından içeri girip Lütfiye Kadına sahip olmaya çalışmış, Lütfiye Kadın sopayla iyice bir dayaktan geçirdikten sonra kaçarken o da lağım çukuruna düşmüştü. Onu kurtaran yandaşlarından biri, “Beş dakika daha geç kalsaydım Kado, bok çukurunda geberecekti” demişti. Aradan bir ay geçmeden o yandaş kasabanın batısındaki bataklıkta boğulmuş halde bulunmuştu. Kado da bu duruma “ilahi adalet” diyerek, kendisine iftira atanların sonunu Allah belirliyor imasında bulunmuş. Birkaç çocuk ve yaşlı da yayılan hastalıktan ölmüş, jandarma sağlıkçılarla birlikte gelip lağım çukurlarına kireç attıysa da, zamanla yeni lağım çukurları kazılmış, sorun yine su yüzüne çıkmıştı. Mahkûm’un bir çözümü vardı, ama kimseye sesini duyuramıyordu. Önce hediye sorununu çözmek gerekiyordu.

Sabah saatlerinde muhtar sokaklarda gezerek önüne gelene, birkaç gün içinde tahsildarın gelebileceğini, herkesin önlemini alması gerektiğini söylüyordu. Tahsildar gelmeden önce herkes hayvanlarının birkaçını, özellikle yeni doğanları, süt veren inekleri, koyunları çobanla uzak bir yerde birkaç gün gece bekletirdi. Mahsullerinin büyük bölümünü caminin yakacak deposuna Kado’nun gözetiminde istifliyorlardı. Tahsildar ev ev gezip ahır, bahçe, bağ, kiler, mutfak dört bir tarafı kontrol eder, elde edilen mahsulü, hayvanları kaleme kitaba vurur vergilerini hesaplayıp ya para karşılığında ya da mahsullerinin bir kısmını, hayvanların birini ikisini alıp götürürdü. Vergiydi, herkesin boynu kıldan ince ödemek zorundaydı. Ancak onlar da yolunu bulmuşlardı, vergiden en çok canı yanan Kado çok önemli bir yöntem keşfetmişti: Camiye devasa bir yakacak deposu yaparak, fazla ürünleri orada saklamalarını sağlamıştı, tahsildar Allah’ın evinin yakacak deposunu da kontrol edecek değildi ya. Kado yakacak deposuna saklanan ürünün yirmide birini camiye yardım adı altında topluyordu. İlk başlarda halı, kilim, şu bu bin bir türlü masraf çıkarıp hesap kitabını paylaşan Kado sonraları artık Allah yoluna harcıyorum deyip işin içinden çıkıyordu. Mahkûm’un hesaplarına göre Kado parayı cebine atıyor, devlet yerine halkın malını o yiyordu. Hatta kendi aralarında konuşurlarken yağmurdan kurtulup doluya tutulduk diyorlardı. Dahası Kado’nun geceleri yakacak deposundan çuval çuval mahsul çalıp kapısının önündeki kuyulara doldurduğunu görenler de olmuştu.

Anayoldan tozu dumana katarak gelen pikapta tahsildar ve yardımcılarının olduğu anlaşıldığında kasabalılar, elde avuçtakini saklamakta bu kez çok gecikmişlerdi. Bir şekilde yolunu bulup, tahsildarı oyalayıp en azından hayvanlarını uzaklaştırmak gerekiyordu ki; Kado bu konuda çok hünerliydi. Tam Keşişin Bahçesi’nin önünde tahsildar ve üç yardımcıdan oluşan ekibini karşıladı. “Vay efendim gözlerimiz yollarda kaldı, neden geciktiniz, tahsildar hazretleri buyurun, uzun yoldan geldiniz, biraz dinlenin bir çay kahve, bir yemek molası verin. Sonra birlikte ev ev dolaşırız.” Yılların tecrübesi çakaldan kurt kesilmiş tahsildar işin içinde bir bit yeniği olduğunu anlamıştı, ama yorgun ve aç olduğu için Kado’ya uydu.

Tahsildar ve yardımcılarını birkaç saatlik oyalama, bir kısım hayvanları kurtarmıştı, ama mahsullerin bir kısmı ve kilerlerindeki ürünlerin tamamı yerli yerinde duruyordu. Tahsildar ve yardımcıları Kado’nun evinden öksürerek, aksırarak çıktı, karınlarını tıka basa doldurmuşlardı; Kado hindi kesmiş yanına da beş çeşit yemek yaptırmıştı. Bu da yetmezmiş gibi dayamıştı çayı, kahveyi; yeminle bismillah bir bardak yerine on bardak içirmişti zaman kazanmak için. Tahsildar ilk Lütfiye Kadının evinden başlamak istiyordu, önce mahsulleri kontrol edecek, sonra hayvanları, ardından vergiyi yazacak, karşılığını alacaktı.

Kapı çalındığında karşısında tahsildarı gören Lütfiye Kadın da şaşkına dönmüştü, ilk sözü “Vallahi billahi şehirden hiçbir şey getirmedim” oldu. Tahsildar hiç bozuntuya vermedi, “Başlayalım” dedi, “kilerde neler var görelim” Lütfiye Kadın mahcup üzgün bir şekilde kilerin asma kilidini açtı. Birkaç merdiven yerin altına inilen kilerde, bir tarafta yağ tenekeleri, öbür tarafta peynir lor tulumları. Tahsildar hemen işleme başladı, yardımcıları yağları, lorları, peynirleri tartıyordu. Neredeyse ürünlerin beşte ikisine vergi diye el koydu. Kilerin içini iyice kontrolden geçiren tahsildar, en son kapının hemen dibinde üzeri örtülü büyükçe bir tencere buldu. Tencerenin kapağını açar açmaz gözlerine inanamadı, “Pasta” dedi, “Evet bu şehirde yapılan pasta, nasıl geldi buraya! Nereden geldi, sen mi yaptın?” Lütfiye Kadın pastayı tahsildara kaptırma niyetinde değildi de, devletin memuruna nasıl karşı koyacaktı ki, “Benim oğlum büyük şehirde öğretmen oldu, onu görmeye gittim, konu komşuya ağız tatlılığı olsun diye, pasta aldım. Ben orada yedim çok güzeldi, komşularım da yesin istedim. Herkese bir dilim kadar düşer.” Titreyen elleriyle tencerenin kapağını kapatmaya çalışırken tahsildar işaret parmağını daldırdı, bir daha daldırdı yedikçe hoşuna gitti, sonra dört parmağını daldırıp ağzına zar zor sokuşturdu. Homurdanarak “Vallahi çok güzelmiş, neden dağıtmadın?”  Lütfiye Kadın “Bu akşam Keşişin Bahçesi’ne götürüp herkese bir parça vereceğim” dedikten sonra tencerenin kapağını hemen kapatıp bezi üzerine serdi. Tahsildar “İyi, hadi bakalım akşam Keşişin Bahçesi’ne bekliyoruz” diyerek odalara geçti, ahırı kontrol etti, samanlığa baktı, toprak sahibi olmadığı için daha fazla incelemeye gerek yoktu. Kilerden vergi olarak aldığı lorları, yağları peynirleri mühürleyip çıktı.

Hediyenin pasta olduğunu duyan Kado ve yandaşları bir anda kasabaya haberi yaydı. Pasta neydi, nasıl yenir, bilmeyenleri bin bir soru ve merak sarmıştı. Herkes bir an önce akşam olmasını bekliyordu. Ancak bu kez pastaya devletin memuru ve yardımcıları da ortak olmuştu.

Mahkûm diğerleri gibi hiçbir şeyini saklamamış, mahsullerini caminin yakacak deposuna da bırakmamıştı. Vergi hak adalet değildir, yolumuzu yapmayan devlete, kasabamıza su getirmeyen devlete, okulumuzu yapmayan, okulumuza öğretmen göndermeyen devlete, dahası kasabamız bok çukuruna dönmüş, çocuklarımız insanlarımız çeşit çeşit hastalıklardan ölüyor, bize çare bulmayan devlete vergi vermem diyordu. Birkaç defa tahsildar ve yardımcılarıyla boğaz boğaza girmişti, tahsildar onunla ilgili tutanak tutmuş devlete vergi vermiyor diye Kado’yu, muhtarı ve azaları şahit gösterip imzalatmış, şikâyet etmişti. Jandarma ifadesini almak için karakola götürmüş, ifadesini almış, sıkı bir dayaktan geçirmişti. Mahkûm tüm olanlara rağmen, dağ gibi biriken vergi borçlarını ödemediği gibi tahsildarı da evine sokmuyordu, ancak tahsildar da onunla ilgili söylenen dedikoduları dikkate almıştı ki; üstelemiyordu. Her defasında kapısının önüne gidip “Vergi makbuzu yazmak için içeri bakacağım” der, Mahkûm “Vergi vermeyeceğim, içeri bakamazsın” dediğinde, geri basar giderdi.  Mahkûm bu kez daha ciddi bir eylem için hazırlanmıştı, şehirden getirdiği kireç tozunu sulandırıp önüne gelen duvara “Yol yoksa vergi yok”, “Su yoksa vergi yok”, “Okul yoksa vergi yok”, “Ebe yoksa vergi yok”, “Lağım çukurları bizi hasta ediyor, lağım çukurları için çare yoksa vergi yok” yazmaya başlamıştı. Çarpık çurpuk olsa da dört bir tarafta yazdığı sloganları elbette tahsildar okuyabilirdi. Mahkûm’un yazılarını göreni korku ve endişe sarıyordu, herkes akşama kalmaz jandarma gelir kasabayı dayaktan geçirir düşüncesindeydi. En kötüsü de Mahkûm’u bu sefer götürürlerse geri gelişi olmazdı; ya dayaktan ölür cenazesi gelirdi ya da ömür billahi hapislerde sürünürdü.

Kado ve yandaşları duvarlardaki sloganları görünce küplere binmişti. Köşe bucak Mahkûm’u arıyorlardı ki; tam da Kado’nun ahırının duvarına slogan yazarken karşılaştılar. Kado, büyük bir hışımla kovasına bir tekme attı, kova Kado’nun ayağına takıldı içindeki kireç üstüne başına döküldü. “Bre zındık, dinsiz, kâfir, kendine acımıyorsan bize acı, çocuklara acı. Jandarma geldiğinde ne diyeceğiz. Sen kendi lağım çukurunu bir kilometre uzağa yapmışsın etrafını kapatmışsın, başkasının lağım çukurundan sana ne. Anarşist, komünist, dinsiz ne istiyorsun bu fakir fukaradan…” Söyledikçe söyledi lafının ardı arkası gelmiyordu. Mahkûm kararlı ve korkusuz duruşuyla, “Sömürgecilere hizmet edenleri de seni de doğru yola getireceğiz, sizler varken bu ülkenin selamete ulaşması zor olacak. Emin ol ki seni de sömürgecileri de eğitip insan edeceğiz” dedi ve elindeki fırçayı omuzuna koyup yürüdü gitti.

Kado ve yandaşları duvarlardaki sloganları silmeye çalışsa da olan olmuştu, tahsildar yanı başlarında bitmiş tüm yazıları görmüştü. “Bu anarşist, komünist ömrünün sonuna kadar hapislerde sürünecek” dedi, elini ceketinin cebine sokarak arkasına döndü, gitti.

Kasaba diken üstündeydi. Muhbirler çoktan karakola haber salmış, jandarma geldi gelecek korkusuyla kendi aralarında fısıldaşıyordu. Akşamüzeri Keşişin Bahçesi’ne doğru yürüyen tahsildar ve yardımcılarına Kado ve yandaşları eşlik ediyordu. Kendi aralarında Mahkûm’un alacağı cezadan konuşuyorlardı. Kado içten içe Mahkûm’dan kurtulma sevinci yaşarken en büyük korku da kasabanın her şeyinden sorumlu olan komutanına ne diyecekti; kendisini nasıl kurtaracaktı? En büyük umudu tahsildardı, tahsildar onunla ilgili birkaç iyi söz sarf ederse kurtulacağını düşünüyordu. Caminin önünden kıvrılan yolda ilerleyip yakacak deposu önünde durdular. Kado tahsildara adeta yalvarıyordu, komutan geldiğinde olan biteni onun anlatmasını istiyordu. Tahsildar bir anda yakacak deposunun kapısına yöneldi, kapının açılmasını istedi. İşte o an Kado iyice dibe vurdu; dili tutulmuştu sanki, bir an dondu kaldı. Neden sonra kendine geldiğinde, cebindeki anahtarı çıkarıp besmeleyle kapıyı açtı. Tek dileği içerideki mahsullerin görünmez olmasıydı. Anlında biriken ter damlacıklarını koluyla sildi. “Tahsildar hazretleri buyur” kapı sonuna kadar açılınca içerideki manzara tam ta tahsildarın beklediği, istediği manzaraydı. “Nedir bunlar” dedi tahsildar, “Efendim camiye yardım topluyoruz, minare yapacağız, bunlar caminin malı, bir kısmı da zekât, fakir fukaraya dağıtacağız” dedi Kado. Tahsildar hemen soruyu yapıştırdı “Neden ayrı ayrı istiflenmiş?”, “Efendim… efendim… tahsildar hazretleri…” cevabını veremedi. Tahsildar Kado’nun elindeki anahtarı aldı, “Çıkalım dedi bunlar vergiden kaçırılan mallardır, devletin bana verdiği yetkiyle tüm bu mahsullere el koyuyorum”. Kapıyı kilitledi, anahtarı köstekli saatinin olduğu yeleğinin cebine koydu.

Olayların ardı ardına patlak vermesi Kado için günün ikinci yenilgisiydi. Jandarma da gelirse muhtemelen düşüp ölecekti. Bitkin, çaresiz, dibe vurmuştu. Keşişin Bahçesi’ne doğru yürürlerken elinde koca tenceresiyle beliren Lütfiye Kadın’nın peşine onlarca çocuk takılmıştı. Tencereyi ve Lütfiye Kadını gören tahsildar, Kado zaferini pastayla kutlayacağını hiç hayal etmemişti. “Pekâlâ” dedi, Keşişin Bahçesi’nde ölüleri üzerinde yıkadıkları musalla taşının işaret ederek “Şu taşın üzerine bırakın Lütfiye Kadın, ben dağıtırım.” Tam tencereyi taşın üzerine bırakırken Lütfiye Kadının ayağı takıldı, tencereyle birlikte yere kapaklandı, pasta etrafa saçıldı. Peşine takılan çocuklar durumu fırsat bilip pastayı avuç avuç ağızlarına tıkamaya başlamıştı bile. Kado bu durum karşısında tamamen çaresiz kalmıştı, pastanın yarısını beklerken tatmadan, elden avuçtan kayıp gitmişti.

Birkaç dakika içinde yerlerde tozdan topraktan başka bir şey kalmamıştı, biriken topluluk çaresizce boş tencereye bakınıp durdu. Gün kötü başlamış, kötü bitmişti. Herkes sessiz sedasız evlerine dönerken, jandarmanın sabaha karşı kasabayı basacağını hesaba katarak, evindeki hançerleri, av tüfeklerini iyice saklayıp baskından en az hasarla çıkma derdine girmişti.

Kado, aldığı yenilgilerden bütün gece uyuyamıyordu, zifiri karanlıkta homurdana homurdana kamyon seslerinin geldiğini duydu. Dışarı çıktığında kasabaya yaklaşan birkaç kamyon gördü. Jandarma olduğunu anlamıştı. Üstünü başını giydi, el fenerini alıp dışarı çıktı. Jandarmayı ayakta karşılamak istiyordu. Kamyonlar kasabanın içine girdiklerinde askerler dört bir tarafı sardı. İlk yöneldikleri ev Mahkûm’un evi oldu, yaka paça Mahkûm’u kelepçeleyip gözlerini bağladılar, bir aracın içine koydular. Kasabanın tamamı uyanmıştı, askerlerin bir kısmı evleri ararken komutan, Kado’nun yanına geldi, tam o sırada tahsildar ve yardımcıları da belirdi. Tahsildar, Kado ağzını açmadan komutana, “Ben devlet memuruyum, tahsildarım, bu adam kendisi vergi vermediği gibi buraya bir depo yapmış, halkın malını da oraya saklıyor, onların da vergi vermelerini engelliyor, bunu da alın” dediği anda Kado kaçmaya başladı. Ne tarafa gideceğini bilmiyordu, bir sağa bir sola sokaklarda koşarken karşısına çıkan askerleri görünce araziye yönelmeye çalıştı ve lağım çukuruna düştü. Zar zor kurtardılar Kado’yu. Tabii üstü başı baştan sona bok içindeydi. Üzerine birkaç kova su döküp gözlerini bağladılar, ellerini kelepçeleyip araca atıp götürdüler.  Komutan Keşişin Bahçesi’ndeki musalla taşının üstüne çıkarak topladıkları kasaba sakinlerine seslendi, “Ordumuz yönetime el koymuştur, artık tek yetkili ordudur…”

Birkaç hafta sonra yine gece yarısı birkaç askeri araç içinde bir tabutla geldi. Mahkûm ölmüştü, mezarlığa eşinden başka hiç kimsenin gitmesine izin vermediler. Askerler ve Mahkûm’un eşi cenazeyi gömdü.  Birkaç gün kasabada bekleyen askerler gittikten sonra Mahkûm’un kızı babasının mezarına gidip baş ucunda saatlerce solcuların kitaplarını okudu ve bu bir gelenek başlattı, yıllarca da sürdü.