Kırmızı Pazartesi’de “herkes” diye bir özne var. Santiago Nasar’ın öldürülmesi gerektiğini kimse kişisel görüşü olarak savunmuyor, ama “herkes” doğrusunun bu olduğunu düşünüyor. “Herkes”, tüm toplumların tüm dönemlerinde yaşıyor.

O gün, Santiago Nasar’ın öldürüleceğini daha ilk cümlede öğreniyorsunuz. Pedro ve Pablo Vicario adlı ikiz kardeşler, genç adamı bıçaklayacaklar. Cinayetin nedenini de fazla merak etmenize gerek kalmıyor, çünkü bu kısacık büyük romanın hemen başlarında, bizim memlekette yaşayanlar için çok tanıdık bir gerekçe açıklanıyor: “Namus meselesi”.

İkizlerin kız kardeşi Angela Vicario, evlendiği gece kocası tarafından eve geri gönderilmiştir. Ortada bir “bekaret suçu” vardır! “Suçlu”nun kim olduğunu sorduklarında, Santiago Nasar adını verir Angela. Kızın ve dolayısıyla ailenin namusunu temizlemek, “elbette” ağabeylerine düşmektedir.

Kitabın sayfalarını çevirdikçe, kimsenin bu cinayeti önlemek için bir şey yapmadığı görüyorsunuz.

Romanın konusu bu. Beklenmedik hiçbir olay yaşanmıyor, bilinmeyen bir sonu yok. Marquez, “kırmızı pazartesi” günü yaşananları, yıllar sonra kasabaya geri dönen bir kişinin dilinden anlatıyor.

HAYATA DAİR

Okunurluk, bir roman için en önemli nitelik değil midir? Konusu, biçimi, dili… Bunların uyumu anlamında güzelliği, karakterleri, meselesi… Hepsi, ancak okurken devam etme isteği sağlıyorsa anlamlı oluyor.

Olayların nasıl gelişeceğinin tahmin edilememesi ve sonunda ne olacağının merak edilmesi metne devam etme isteği için avantaj sağlıyor. Şaşırtıcı durumların anlatılması ve ilginç bilgiler verilmesi de ilginizi canlı tutmaya fayda ediyor.

İyi de, hikayenin nasıl sonuçlanacağını son iki cümleyle öğrenmekse amaç, kitabın tamamını okumanın ne anlamı var? Aynı şekilde, bir romandan alacağınız birkaç ilginç bilgiyi veya fikri, aslında çok daha az zaman harcayacağınız başka kaynaklardan edinebilirsiniz.

Açıktır ki, edebiyat niteliğinin “okurken güzel zaman geçirmek”i aşan bir açıklaması olmalı. Romanda okunurluğu sağlayan unsurlar, olayların gelişimindeki gizem veya aktarılan bilgilerin ilginçliği değil, anlatının derinliğidir.

Kırmızı Pazartesi’yi okumanın kalıcı etkisini, hayatınızın geri kalanı için bir anlamının olmasını, her şeyden önce onun derinliği sağlıyor. On yıllar önce uzak bir coğrafyada yaşayan Angela’nın, Pablo’nun, Santiago’nun başından geçenleri, yaşamakta olduğunuz hayata dair bir hikaye olarak okuduğunuz için elinizden bırakamıyorsunuz. O insanlık hallerini, kişilik özelliklerini, akıldan geçirilen ama dile getirilmeyen düşünceleri biliyorsunuz. Çalıştığınız fabrikadan, çocukluğunuzun geçtiği mahalleden, her gün yürüdüğünüz sokaklardan tanıyorsunuz onları.

YAŞAM KÖRLÜĞÜNE KARŞI

Fabrikada teknik bir sorundan dolayı o bölüm çalışanları bazen karmaşık çözümler geliştirmeye çalışırlar. Oysa başka bölümden bir kişi, ayaküstü basit bir fikir vererek çözüm yolunu gösterebilir. “İş körlüğü” diye biline bir sorundur bu. Yani insanın içine gömüldüğü işlere dışarıdan bir gözle bakamaması. Yöneticiler bu derdin devası için, elemanlarının görevlerini, en azından odalarını değiştirmek gibi yöntemler uygulamaya çalışırlar. (Oysa kendileri de yaptıkları işin körü haline gelmişlerdir.)

Aynı şekilde, “hayat körlüğü” denebilecek bir olgudan da söz edilebilir. İnsanın ne yaşadığının farkında olmadan yaşayıp gitmesinin önemli bir nedeni de hayatının içine fazla gömülmesi, kanıksadığı biçimde yaşaması değil mi?

Bu olguya direnmenin en etkili yolu edebiyat olsa gerek. Hatta “Edebiyat bunun için var” dersek, herhalde yanlış olmaz.

Marquez gibi ustaların büyüklüğü, bize bilmediğimiz değil, “bildiğimiz” hayatı anlatma yeteneklerinden geliyor. Fazla yakınında, hatta içinde yaşadığımız için görmediğimiz gerçekliği yeniden yaratarak görmemizi sağlıyorlar.

“HERKES”İN ROMANI

Kırmızı Pazartesi, fazla içinde yaşadığımız için algılayamadığımız hayatımızla ilgili önemli bir gerçeği somutlaştırıyor.

Bu açından bakınca akla ilk “namus meselesi” gelebilir. Ama bu konuya bizim memlekettekinden oldukça farklı bir yaklaşım var romanda. Bekaretini “koruyamamış” kız değil, evlenmeyeceği halde onu “kandıran” adam “suçlu” kabul ediliyor. Zaten bu romanın ilgiyle okunduğu birçok ülkenin insanı için bu konu iyice gündem dışı. Yani bu değil, başka bir durum olsa gerek, romanın asıl meselesi. Döneme göre değişmeyen ve bambaşka toplumlarda geçerli bir durum…

Romanda, tek tek kahramanların dışında, “herkes” diyebileceğimiz bir özne var. Santiago Nasar’ın öldürülmesi gerektiğini kimse kişisel görüşü olarak savunmuyor. Ama “herkes”, doğrusunun bu olduğunu düşünüyor. Daha doğrusu, bu konuda düşünmek diye bir şey yok; “herkes”e göre, Santiago öldürülmeli!

Vicario kardeşler, bir görev yerine getirir gibi, hiç de hevesli olmadan ellerine bıçak alıyorlar. Cinayet işleyeceklerini adeta insanların gözüne batırarak belli ediyorlar. Bir kişi onlara “yapmayın” dese vazgeçecekler.

Romandaki pastaneci, komşular, diğer insanlar, kendilerine sorulsa, “gerek yok” diyecekler, adamın öldürülmesini onaylamayacaklar. İkiz kardeşler, onların ailesi, kurban, kurbanın annesi, kasabalılar… Hepsi eli kolu bağlı, cinayetin gerçekleşmesini bekliyor. Çünkü onların bir araya gelmesiyle oluşan ama onların dışında bir varlık olan “herkes”, hepsinden daha belirleyici bir özne.

İşte bu “herkes”, tüm toplumların tüm dönemlerinde yaşıyor. “Namus meselesi” değil de bambaşka bir meseleyle kendini belli edebilir. Döneme ve coğrafyaya göre farklı özelliklere bürünebilir.

Kültürel mirasın ve yaşanan koşulların yarattığı bir etki olan “herkes”, her bir kişinin içinde yaşayan bir olguya dönüşüyor. Fazla yakın olduğu için algılanamayan “herkes” gerçekliğini hissettirmek, elbette büyük romancıların işi.

Evet, Kırmızı Pazartesi’deki asıl katil “herkes”. Romanı okumamış olanlara bunu söylemekte bir sakınca yok. Çünkü katili bilmek kitabı okumaya engel değil.

 

 

TEILEN
Önceki İçerikHenri Cartier Bresson: The Decisive Moment – Karar Anı (Türkçe Altyazılı)
Sonraki İçerikDil ve Eleştiri
1970 yılında Bursa’da doğdu. Öğrencilik hayatına dokuz yıl yaşadığı Almanya'da başladı. Gemlik Ortaokulu'nu ve Bursa Demirtaşpaşa Endüstri Meslek Lisesi'ni bitirdi. 1992'de Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi'nden mezun oldu. Cumhuriyet, Vatan, Birgün, Radikal, Sol, Yurt gazetelerinde ve internetteki Sol Kültür, İlerihaber, İnsanokur, Kitapeki, Sevdalım Hayat yayınlarında kitaplar üzerine yazdı. Ayrıca, deneme ve öyküleri Maviada, Sanat Cephesi, Nikbinlik, Bağlaç, Edebiyat Nöbeti dergilerinde yayımlandı. Evin Yolu kitabındaki bir öyküsü "Sınır Tanımayan Kelimeler" (Words Without Borders) oluşumu için İngilizceye çevrildi. Kitapları: Kuş Sesleriyle Direnenler, roman, Siyah Beyaz Kitap, Aralık 2014 Yıllarca, roman, Siyah Beyaz Kitap, Ocak 2012 Fabrika Yolu, öykü, Siyah Beyaz Kitap, Ekim 2010 Sarsılmak, roman, Siyah Beyaz Kitap, Kasım 2009 Son Ozan Livaneli, deneme, Mevsimsiz Yayınları, Ekim 2007 Evin Yolu, öykü, Mevsimsiz Yayınları, Mayıs 2007 Söz İstiyorum, roman, Mevsimsiz Yayınları, Mayıs 2006