Ana Sayfa Dosya Kiç hep ensemizde!

Kiç hep ensemizde!

Kiç hep ensemizde!

Kiç (kitsch) tehlikeli bir kavram; her an içinde bir aşağılama ve yargı tonu taşıyor. En kaba hatlarıyla kiç’i havai, süslü, fazla duygusal, kolay algılanabilir, seri üretilmiş olarak tanımlamak mümkün.

Daha çok AKP’li bir belediye anıtı ya da etkinlik dolayısıyla tartışır olduk kiç’i… Ya da bir törende deprem yıkıntılarında ölmüş bir çocuğun varaklı çerçeveyle takdim törenlerinde, ilçe merkezlerinin meydanlarındaki alçı sarımsak heykellerinden, pastadan yapılmış tanklara, şıpın işi yeniçeri biblolarından kamyondan dönüşmüş kadırgalara ya da her karşınıza dikilecek okçu heykellerine uzanan bir bellekten söz ediyorum.. Liste uzayıp gidiyor… En son 1453 kamyon gördük arka arkaya bir hafriyat ordusu. Hiçbir contemporary yapıtın yakalayamayacağı kadar gerçek… AKP neredeyse 16 yıla yakındır iktidarda elbette kendince bir estetik üretmeye çalışıyor; bu en çok da 15 Temmuz esinli bir “direniş estetiği” üzerinden yürüyor belli. Ya da yeni Osmanlı esinli hattan, çiniye ve minyatüre uzanan bir geleneksel estetik. Fakat öncelikle Ankara olmak üzere yerel yönetimler üzerinden üretilen dekoratiflik geçtiğimiz yıllardan bu yana fazlasıyla tartışıldı hatta sosyal medya caps’larına dönüşerek dalgaya bile alındı. Başta Melih Gökçek’in meydanlara kondurduğu “acaip” heykeller olmak üzere Keçiören’e (kiçören de denilebilir) uzanan süslemecilik gerçekten üzerinde düşünülmeyi hak eder cinsten. Ben geçmişte bir yazımda Melih Gökçek’in yapıtlarının bir bienale girmesiyle bambaşka bir algı üretebileceğini bile yazmıştım: Küratör Gökçek! Neler görüyoruz saymakla bitmez: dinazorlar, ucuz işçilikle dökülmüş plastik heykeller, aniden bir meydanda dikiliveren robotlar, kendince geleneğe selam veren dev sürahiler, grotesk saatler… Dediğim gibi liste uzayıp gidecek. Taşra belediyelerine değinmiyorum bile! Ne görüyoruz öncelikle bu estetikte? İlk gördüğümüz: aşırı bir anlatımcılık ve figüratif temsil, anlatıma ve hikayeye güvenmeyen bir ekstra ekleme ve de bol miktarda süs-kıvrım. Figüratif temsildeki anatomik hatalara ya da acemiliklere girmiyorum bile.

Kiç (kitsch) tehlikeli bir kavram; her an içinde bir aşağılama ve yargı tınısı taşıyor. En kaba hatlarıyla kiç’i havai, süslü, fazla duygusal, kolay algılanabilir, seri üretilmiş ve ucuz, basit işçilik, yapmacıklık, şaşaalı olarak tanımlamak mümkün. Pespembe yanaklı bebekler, dantelalar, parlak renkleriyle plastik çiçekler, Şatafatlı flamingolar, altın yaldız biblolar, ağaçlı yollarıyla bir manzara… Kavramın kökeni İngilizce sketch’den yani eskizden Kitchen’e yani mutfaktaki ıvır-zıvıra birçok adrese sahip görünüyor. Dikkat edelim kavramın merkezinde seri üretilmişlik duruyor ve bu 19. yüzyıl endüstri devrimine köküyle bağlı. Kısacası problemli ama verimli bir kavram var karşımızda… Kiç konusunda en analitik çalışmalardan birini yapmış Thomas Kulka’ya gör kiç’in ne olduğunu cevaplamak o kadar da kolay bir iş değil.1 Örneğin, kiç sadece ustaca yapılmamış ya da derinliği olmayan olarak saptanamaz. Öyle kiç ürünler vardır ki modernizmin birçok başyapıtından daha ustaca işlenmiştir. Örneğin Picasso’nun başyapıtlarından Avignonlu Kızlar tablosu plastiğinden değil, yeniliğinden dolayı yüksek sanatın içindedir. Ayrıca “kolay algılanması” da kiçin ayırt edici özelliği olarak sabitlenemez. Örneğin yüksek sanat içindeki Corot’nun manzaraları da kolayca algılanabilmektedir.

Kulka’ya göre kiç “düşük oranda estetik yoğunluğu, yüksek oranda duygusal yoğunluğu” barındırıyordu. Ama bu da kiç’i tanımlamak için yeter mi acaba? Örneğin Romantizmin zirvesi Caspar David’in günbatımı manzarasıyla, kiç manzarayı ayıran sadece “estetik yoğunluk mu”. Bu sorular o kadar cevabı kolay sorular değil. Ya da kiç rengarenk ile tanımlanıyorsa fovist Matisse neden yüksek sanatın içinde? Anlayacağınız sorular sorular… Ama aslında tanımlayamasak da kiç’i tanıyıveriyoruz hissediyoruz. O adı olmadan var her zaman… Kiç, kiç olduğunu bilmez birinin onu tanımlaması gerekir her zaman… Peki bu tanımlama nasıl oldu? Kiç kavramının belirgenleşmesiyle endüstri devriminin yükselişi arasında kesin bir bağ vardır.

Ankara

KIRILMA
Endüstri devrimi makinelerin katkısıyla o güne kadar görülmemiş bir seri üretimi, tek tipleşmeyi ve hızı mümkün kılmıştı. Yaşanan süreç ürüne bir estetik katmasıyla, geçmiş dönemlerden de ayrılıyordu. Fakat asıl kırılma, 19. yüzyıldan sonra sanatın kendini zanaattan ayıran bir dönüşümle ivmeleniverdi. Sanat artık kendi için hale gelerek, “amacı kendi olan bir amaçlılık” olarak düşünülüyordu. Kant ve Alman Romantizmi’nin sığınacak bir kaleye dönüştürdüğü içkin Deha, pratik ürünlerin ve zanaatın alanında değil, sanatçının ve sanat yapıtının ruhundaydı artık. Sanat ancak kendisiyle vardı; araçsallaşmaya direnen bir özgürleşme, tinsellik alanıydı. Kısacası kapitalizm araçsallaşmayı arttırdıkça, sanat (Art) kendini araca indirgenemez “biriciklik” olarak kuruyordu. Bu ikilik gerçekten de tarihsel bir gerilimle maluldu. Elbette başta Ruskin ve Morris gibi Viktoryen düşünürler fabrikasyon ürünlerin tektüzeliği ve estetik düşüklüğüne karşı tekrar el emeğini ve zanaatı yücelttiler; ama zanaat ve sanat arasındaki tarihsel yarılmayı onaramadılar.

Duygusallık ise bir önceki dönemde süslü rokoko ve patetik romantizmde kalmış, günümüzde ise ‘kiç’te yuvalanmıştı Yüksek sanatın uzak durması gereken bir safraydı kiç.

Bütün bunların üstüne modernizmin yüzey estetiği, seyrekliği ve de kavramsallığı bindiğinde, kiç daha görünür ve nefret edilir hale geldi. Unutmayalım modernizmin en büyük manifestolarından birisi süse karşı savaş açmak (Adolf Loos-1908) ve minimalizmi savunmaktı. Bu anlamda süs ve Romantik-Rokoko gelenek, sanatın içinden kovularak kiç’te soluk almaya başladı. Oysa modernizm entelektüeldi, soyut ve biricikti, belirsiz ve mat bir yassılıkla vardı. Kendi üzerine kıvrılmış, kendi “yapma” biçimlerini “yapan” Hegelci bir uğraktı.

Duygusallık ise bir önceki dönemde süslü rokoko ve patetik romantizmde kalmış, günümüzde ise ‘kiç’te yuvalanmıştı Yüksek sanatın uzak durması gereken bir safraydı kiç. Aslında “yüksek sanat” ve romantizm sonrası modernizm kendisini bu “öteki” üzerinden tanımlamıştı neredeyse. Duygunun, hikâyenin, yoğunlaştırılmış içeriğin buharlaşıp gittiği, Mondrian’ın düz çizgi ve kareleri, Maleviç’in Siyah Karesi ve sonrasında “hiçbir duyguyu” kabul etmeyen “kavramsal”sıradan bir pisuar. Yani biçimin bizzat “içerik” olduğu krizin dili olan modernizm. Özellikle Le Corbusier’in minimalist modern mimarisindeki soğuk “beyaz küp” hiçbir duygu ve değerin yapışamayacağı “evrensel” saf ve akılcı, bir makine gibi pürüzsüz yüzey. Arkasından Duchamp’ın skandal pisuarı ve Manzoni’nin konserve dışkısı…

TÜRKİYE’DEKİ GÖRÜNÜM
Özetle kiç sanatın duygusallıktan kavramsala, süsten minimalizme, bireysellikten kamusal olana, süsten sadeliğe gelişen dönüşümüyle de görünür olmuştu. Kiç yüksek sanatın “ötekisi” olmuştu. Günümüz contemporary dünyasında ise kiç başka bir “biriciklik” üretmek için “kasıtlı”kullanılıyor artık. Yani bambaşka bağlamda kiç tekrar sanata buyur edilmiş durumda.

Bizde Türkiye’de kiç tartışmasını 1986 sonrası bir döneme borçluyuz. Popüler kültür tartışmalarının özellikle medyada tartışılmaya başlandığı bir aralık aynı zamanda bu. Yanılmıyorsam Murat Belge ünlü Ağlayan Çocuk resmi üzerinden tartımaya çalışıyordu kavramı. Sonra arkasından arabeski anlamaya çalışan geniş bir literatür geliverdi. Ağlayan Çocuk resminin seçilmesi tesadüfü değildi. 1970’lerdeki yaygın görsellik düşünüldüğünde neredeyse eldeki nadir örneklerden biriydi. Resim neredeyse 1980 ortalarında kadar evlerde, kahvahane duvarlarında, otobüs arka camlarında insanlara bakıp durmuştu üzgün gözleriyle. Poster olarak binlerce baskı satılmış versiyonları yapılmıştı. Sadece bizde değil elbette; İtalya, Yunanistan ve İngiltere’de de… Hatta resmin olduğu evlerde yangın çıktığına dair kent efsaneleri bile ortaya çıkmıştı. Ağlayan Çocuk aslında isimsiz değildi; Bruno Amadio adlı 1901 doğumlu bir ressama aitti. Resim kısa sürede anonim hale gelmiş ve versiyonlaşmıştı. Buna poster sanayinin kar oranını da dahil edelim. Ağlayan, aydınlık yüzlü, güzel bir çocuk etkileyiciydi; insanlar kayıtsız kalamıyor ve vicdani duygulanımlar salgılıyorlardı.

Asıl ilginci ise; aynı resmin Fetullah Gülen’in 1979’da yayın hayatına başlayan Sızıntı dergisinin kapağını da süslemesiydi. Bu çok anlaşılırdı. Hareketini yoksul çocuklar üzerinden sürdürmeye çalışan ve vaazlarını nevrotik bir ağlama seansına dönüştüren bir imam için anlamlıydı. Şimdi bazı muzip yazarlar ilk Sızıntı kapağı dolayısıyla aynı uğursuzluğu FETÖ’ye bağlamayı da ihmal etmiyorlar.
Evet; Kiç aslında hep hazır ve nazır! Kolay algılanması, kıvrımları, havailiği ve de duygusallığıyla kendini sunuveriyor. Üstelik kolayca… Ama onu tartışmak gördüğünüz gibi kolay değil. Üstelik bu topraklarda sürekli karşımıza çıkacak bir potansiyel olduğu düşünülürse…

O hep ensemizde anlayacağınız!

 

Kapak Görseli: Jeff Koons

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl