Ana Sayfa Kritik KİRLİ GERÇEKLER VE KİRLİ GERÇEKÇİLİK

KİRLİ GERÇEKLER VE KİRLİ GERÇEKÇİLİK

KİRLİ GERÇEKLER VE KİRLİ GERÇEKÇİLİK

Kirli Gerçekçilik akımını gündemimize taşıyan olay toplumun kirli gerçeklerinden biri olan pedofiliyi işaret ettiği söylenen bir edebi metnin sosyal medyada tartışmaya açılmasıydı. Yazar ve yayıncı tarafından, metnin kirli gerçekçilik akımına bağlı olarak bu şekilde bilinçli olarak kurulduğu ve belli bir düşünsel, sanatsal tutuma yaslandığı türünde açıklamalar yapıldı. Tartışmanın tozu dumanı dağılınca söz konusu kavram da tartışmaya açılmış oldu. Kirli Gerçekçilik, Granta dergisinin 1983’te çıkan bir sayısında Bill Buford tarafından Kuzey Amerika edebi hareketini tanımlamak için oluşturulan bir terimdir. 70’ler ve 80’lerde postmodern dönemde Batı toplumunun en kötü yönlerinden bazılarını göstermeyi amaçlamaktadır. Kirli gerçekçiliğin politik bir konumu bulunmuyor bu nedenle de natüralizm ve realizmden ayrılıyor. Yazarlarının siyasi pozisyonları yok. Batı toplumunun değerlerinin ve gücünün krizde olduğunu, ahlaki bir kriz yaşadıklarını düşünen yazarlar, görünenin ardındaki gerçeğe yönelirler. Soğuk Savaş sonrası bir görüngü olan kirli gerçekçilik şüphe ve paranoya atmosferinde ortaya çıkar. Akıma bağlı yazarlar, toplumun ve bireyin bilinçaltında ve hayatının saklı taraflarında kirli gerçeklerle iç içe yaşadıklarını, edebiyatın da bu kirli gerçekleri minimalize ederek olduğu gibi ifşa etmek gibi bir işlevi olduğunu savunurlar. Michael Hemmingson’a göre, hareketin “vaftiz babası” Charles Bukowski’ ve Raymond Carver . Ayrıca şu isimler de akımın içine dâhil edilir: Tobias Wolf, Richard Ford, Larry Brown, Frederick Barthelme ve Jayne Anne Phillips…

Gerçekçilik kavramı günümüz edebiyatında geçmişe nazaran daha az tartışılır oldu. Bunun postmodernizmin gerçek hayatın gerçeklik algısını bozan, değersizleştiren niteliğiyle de ilgisi var. Sanatta gerçeğin, bir gerçeğe benzerliği üzerinden tartışıldığını biliriz. Roland Barthes, gerçeğe benzer olan; mutlaka olmuş olana (bu tarihin alanına girer) ya da olması gerekene (bu bilimin alanına girer) değil, daha basitçe herkesçe mümkün olduğuna inanılan ve tarihsel gerçeklikten ya da bilimsel olasılıktan tamamen farklı olabilen bir şeye denk düşer, diyor. Bu anlamda edebi gerçekliği, sosyolojik, toplumsal, tarihsel ve bilimsel gerçekliğin içinde tartışamayız. Yani mutlaka olmuş olan ve oluyor olanın içinde tartışamayız. Kaldı ki edebi gerçekliğin ölçüsü de, tam olarak gerçeğe benzerliğin nasıl bir şey olduğu da bilinemez, durumda. Bu anlamda sanatın gerçekliği, hayal gücünün gerçekliğidir, demek doğru olur sanırım. Jeanette Winterson; kabul etmemiz gerekir ki sanat, tabiatımızın-sanat olmasa-hiç dokunulmamış kalacak bir noktasını uyarır ve doyurur; ayrıca sanatın bizde uyandırdığı duyguların türü diğer tüm deneyimlerin uyandırdıklarından farklıdır, der. Sanatın bu özgün ve güçlü etkileme niteliği; yapıtın olmuş ve oluyor olan bir gerçeğe benzerlik üzerinden kurduğu gerçeğin, insanlar üzerinde gerçeğin kendisinden daha fazla etki yaratmasına neden oluyor, diyebiliriz. Fakat yine de gerçeklik netameli bir konudur. Gerçeklik pornografisi düzeyindeki kimi gerçeklikleri okur görmek istemez. Hayatın içinde kirli bir gerçeklik olarak oluyor olanın bir de edebi metnin gövdesinde bir kez daha belirmesi rahatsız edici olabilir. Çoğu kez bu, okurun yüzleşmekten kaçtığı bir gerçeklik de olabilir. Fakat sanat, şimdinin yani çıplak yaşantının gerçekliği üzerinde dolaşmak yerine şimdinin ötesindeki bir gerçekliği gösteriyorsa sanatsal bir gerçeklik yaratabilir, aksi durumda verili gerçekliği taklit ediyor da denebilir.

Georges Bataille

Edebiyatın malzemesi olarak sanat eserinin içeriğinde yer alan gerçeklik ve hayatın gerçekliği arasındaki sınır ve ilişki nedir, nasıl olmalıdır? Hayatın gerçekliğini estetiğin araçlarıyla yansıtmayı sanatsal bir yaklaşım olarak seçen realizm, natüralizm ve kirli gerçekçilik akımlarının yazarları, geçekliği kurgu düzeyinde yansıtırken yaslandıkları o dış gerçekliğin sorumluluğunu da sonuçları itibariyle taşırlar mı, edebiyatın ve yazarın böyle bir görevi var mı? Georges Bataille, edebiyatın ortaklaşa gerçeklik oluşturma görevini üstlenmediğini söyler ve şöyle devam eder: “Edebiyat inorganik olduğu için hiçbir şeyden sorumlu değildir. Hiçbir şey ona dayanak olarak oluşmaz. O, her şeyi söyleyebilir.”(s.24)  Bataille böyle söylese de işlerin böyle gelişmediğini hem tarihten hem de güncel örneklerden biliriz. Ayrıca bazı örneklerde toplumun kurgusala ait olana verdiği tepkinin gerçek olana dair verdiği tepkiden daha büyük olduğuna şahit olunur. Bu edebiyatın gücüdür demek abartı olur şüphesiz. Zira toplumların ve bireyin kirli gerçeklerin kaynağına dair sorgulamanın ve somut tepkiler vermenin sorumluluğundan kaçtığı durumlarda da daha az sorumluluk ve risk alabileceği tepkiler göstermesi az rastlanır bir durum değildir. Bahsi geçen güncel ve somut olayın iki yönü üzerinde durulabilir. Birincisi metnin de işaret ettiği türde olayların yarattığı büyük öfkenin, nesnesini gerçek bir olay yerine gerçekte olmayan bir kurgu olay üzerinden seçmesiydi. İkincisi de hem edebiyatın kendi sınırlarının ne olduğuyla ilgili bir tartışma yarattı hem de metnin edebiyatın sınırları ve araçlarıyla tartışılması yerine gerçek bir kriminal fiil algısı içinde tartışılabildiğini gösterdi.

Edebiyat tarihinde birçok yazarın yazdıklarından sorumlu tutulduğu, kurgusal olanın gerçekliğin zemininde yargılandığı ve yazarlarının da durumun yarattığı sıkıntı, eziyet ve cezalara katlandıkları bilinir. Birçok eser de bu nedenle ya toplatılır ya da basılmaz. Buna dair sebepler bazen ideolojik, bazen de ahlaki gerekçelerle oluşur. Birçok eserin müstehcen sayılıp toplatıldığı, basımının yasaklandığı bir vakıadır. Bu anlamda sanatsal yaratı özgürlüğü ile toplumsal değerlerin karşı karşıya geldiği görülür ve sanatsal yaratının özgürlük sınırının ne olması gerektiği, yönündeki tartışmalar da yoğunluk kazanır. Sanatın toplumsal işleviyle ilgili ciddi fikir ayrılıkları belirir. Bataille’in dediği gibi sanatı hiçbir şeyden sorumlu tutmayanlarla sanatın okur üzerinde yarattığı etki üzerinden dış dünyanın gerçekliğinden muaf tutulamayacağını savunanlar karşı karşıya gelir. Sanatsal olan, dış dünya gerçekliğinin içine tam bir gerçeklik olarak yerleştirilir ve kurgu ile gerçeğin sınırları bulanıklaşır. Edebiyatı doğrudan toplumsal dünyanın gerçekliği içine yerleştiren bu yaklaşım, bir metnin sadece dilsel bir kurgunun değil, daha başka ve daha büyük bir şeyin parçası olduğu düşüncesini dile getirir. Bu da bize edebiyatın edebiyat olmayanla ilişkisine dair bilgiler verir. Aynı zamanda edebiyatın toplumsal dönüşümün, siyasi mücadelenin potansiyel bir aracı olduğuna dair işaretler de içerir. Edebi eserin toplum yapısının oluşumu, iktidarın kurulması, belli hiyerarşilerin yerleşmesi anlamında belli bir faydaya dayalı işlevi olduğunu düşündüren tepkilerdir bunlar. Bu anlamda sanatçı da bu hiyerarşilerin, iktidarların, toplumsal dönüşümün belirlenmesinin bilinçli bir eyleyicisidir. Yazar neyi, nasıl, ne kadar ve ne biçimde gösterdiği üzerinden sürekli bir sınavla karşı karşıya kalır. Kirli bir gerçekliği olduğu gibi vermenin de gerçekleri belli bir oranda gizlemenin de çeşitli kesimlerce bir sorun gibi algılandığı olur.

Toplumsal yapıyı; bozan, çürüten, bir arada olmayı sağlayan bağları zayıflatıp giderek yok eden kirli gerçekler, gerek bireyin gerek toplulukların gerekse de kurumsal yapıların hem biçimsel olarak hem de anlamsal olarak dejenere olup yıkılmasına yol açar. Toplumlar bazen varlıklarını biçimlendiren, benliklerini belirleyen, kendilerine özgü yapılarının niteliğini ortaya çıkaran sorunlarla, hastalık belirtileriyle yüzleşmekten kaçınır, kirli gerçekleriyle hesaplaşmaktan imtina ederler. Böyle durumlarda bütün bu belirtiler hem farklı araçlarla görünmez hale getirilir, özünden saptırılır, hem de onlara dair tepkiler sorunun özüne, kaynağına yönelmek yerine simüle edilene yönelir. Ayrıca bilinç kaymalarının, gerçekliğe dair algı karmaşasının yaşandığı bir durum da ortaya çıkar. Örnek olay, bize; sanatsal ürün, toplumun tüm kesimlerine ve derinlere sirayet eden bu çeşit kirliliğin bir parçası olarak mı, yoksa bu gerçekleri olduğu gibi vermeyi ve bir farkındalık yaratmayı amaçlayan özerk bir alana sahip ürün olarak mı ele anılmalıdır, sorusunu tartıştırmaktadır. Bu tartışma ucu bucağı belirsiz bir uzamda ilerleyeceğe benzer. Zira iki farklı düzlemde tartışılması gereken bir konu, güncel ruh halimizin de etkisiyle birçok şeyle iç içe tartışılmış ve içeriğinden sapmıştır.  Fakat sonuç itibariyle bir gerçekliği sanatsal olanın araçlarıyla vermenin de sanatsal gerçekliği somut toplumsal, gerçek bir olay gibi tartışmanın da örnek olaydaki gibi olmaması gerektiği fikri, aklıselimde ağırlıkla beliren fikir oldu diyebiliriz. Kaldı ki sanatsal olarak değersiz, oldukça bayağı bir metin gerçeklikle doğrudan bir ilişki içinde ele alındığında hak ettiğinden ve gerçekte taşıdığından çok daha fazla anlam yüklenir. Gerçekte olan, sanatsal olanın içinde tartışıldığında da gerçeklik zeminindeki anlamsal gücünü kaybeder. Sonuçta kirli gerçekler,  kirli gerçekçiliği de içine çeker, yutar ve sindirir.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl