Ana Sayfa Litera KIYMET HAVUZUNDA BİR KÎN ŞAİRİ

KIYMET HAVUZUNDA BİR KÎN ŞAİRİ

KIYMET HAVUZUNDA BİR KÎN ŞAİRİ

 

Yahut Aslan Cim Bom Kaptanını Niçin Unuttu?

Biz karabıyıklı Türklerin yaşam felsefeleri her ne kadar at, avrat ve silah üzerine kurulu ise de top’un (tepük) bu bermuda üçgeninden geri kalır ya da eksik bir yanı imlediği söylenemez. Belki de bu yüzden sarı kırmızılarla yatılıp siyah beyazlarla kalkıldığı, ölmenin var dönmenin yok olduğu bugünkü fanatizmin parmak izlerini Selçuklular, Kölemenler ve hatta Eski Türklerde bulmak, meraklıları dışındakilerce de pek şaşırtıcı bulunmasa gerek. Gel gör ki anlı şanlı tarihimiz içinde top’a -denebilir ki- bir tek Osmanlılar yüz vermemiş. Söylentiye göre, Kerbelâ’da , Hazreti Hüseyin’in başı kesildikten sonra, çevgan değneğiyle top oynanmış. Osmanlı uleması da oyunun top yerine Hazreti Hüseyin’in başıyla oynandığını benimseyince, Güneydoğu Anadolu’daki birkaç şehir dışında, bu tür oyunlar ilgi görmemiş; ta ki Sultan Abdülaziz döneminde Paris’e öğrenci gönderilene dek…

Ali Sami Bey

II. Abdülhamit yönetiminin sıkı rejimi, şeriatın maddi ve manevi baskısı karşısında afallayan Türk gençleri İstanbul, İzmir ve Selânik’te yabancıların oyunlarına imrenmenin kendilerine bir fayda getirmediğini idrak edince, kıyı köşede ya da isim değiştirerek oynamak yerine düzenli bir kulüp oluşturma hevesine kapılırlar. O tarihlerde Galatasaray Lisesi’nde öğrenci olan Ali Sami Bey, okulun bahçesinde 100–150 kişiyi bir araya getirerek, 18. yüzyıl Fransız futboluna benzer kuralsız top oynar, oynatır. Lakin ilk kurulan Türk futbol kulübü Siyah Çoraplılar Kulübü’dür. Galatasaray ise İstanbul’da kurulan ikinci Türk futbol kulübüdür.

Yüzyılın son Türkiye Kupası’nı alan bu meşhur kulübü kuranlar arasında, başka bir deyişle Ali Sami, Asım, Celâl ve Bekir Bey’in dışında, biri var ki bugünkü neslin, özellikle de futbol düşkünlerinin onu anımsaması çok düşük bir ihtimal: Emin Bülent! (Anımsamak için önce bilgili, sonra gönüllü olmak gerekir, çünkü.) Kulübün ilk Türk kaptanı (1922–1923) ve sol açık forveti olan bu şahsı, kimi yazınsever/ okurgezer de -olasılık ki- belleğinin pek kullanmadığı bir çekmecesinde, ‘bir Fecr-i Âti şairi’ olarak bulmanın haksız ayrıcalığını tadacak, muhtemelen.

Emin Bülent’in üzerindeki tozlar hafifçe kazındığında karşımıza çıkan manzarayı Ruşen Eşref Ünaydın’ın “Galatasaray ve Futbol” adlı çalışmasını dayanak alarak aktaralım: “…Öyle çelimi yerinde bir atlet yapılı koşucu ve öyle çalımı yerinde sert bir oyuncu idi ki, onun varlığı ile hepimiz öğünç duyuyorduk!.. Birinde ‘yedi evliya kuvveti vardır’ dedikleri sözün mânâsını, Emin’in maçlarda oyun oynar gibi değil, fütûhat devrinde kaleye akın eder bir gazâ arslanı gibi imanlı saldırışında görürdük.”

Rivayet o ki, iki ruhu aynı kefede taşıyan bir yan vardır Emin Bülent’te; ne ki bu iki meyl birbiri ile kaynaşmak yerine, bağımsız ve özerk kalmayı yeğlemiştir. O kızıl saç, allaşmış çilli yüz, pusat pazılı kol ve çelik gibi katı ve dalgalı bacakların sahibi maç esnasında keskin maddeci, oyun dışında fena hayalseverdir. Bu tezatlık, üçüncü şahıslarda tereddüt yaratacağı yerde, hayranlık uyandırır. Hakkında yazılanlara göre karizma sahibidir; ancak hiçbir zaman bunu çıkarına kullanmayacak derecede gururludur. Beğenilen bir şairdir; gel gör ki bu beğeninin neon ışıklarına aldanmayacak kadar donanımlıdır. Nazik ve terbiyeli, biraz da müteassıpdır.

Askerden kaçmanın moda ve reklâm vesilesi olduğu günümüzde, tüm fırsatları bir yana itip gönüllü olarak Suriye ve Çanakkale’de yedek süvari subayı olan Emin Bülent, yaşamı boyunca mert, cesur, ailesine düşkün, kalemi ve ayağı ile iyi bir portre çizer (!) ; ruhu ne denli coşkulu ise futbolu da o denli üreticidir.

Şimdi burada durup takkeyi önümüze koyalım: Top da pop gibi günübirlik lezzetler mi sunar, tüketim kültürüne? Savaş dahil her şeyi takip ve kaydetmenin bunca geliştiği bilişim çağında, hafızanın unutmaya bu kadar gönüllü oluşunun gerekçesi nedir? Tarihine sahip çıkmamak ne menem bir mantıktır ki çıktığı her sahnede ebediyen var olmasına yetecek kerte alkış alır?

Burada konaklayışımın nedeni, şu: Yazına öyle ya da böyle bulaşanın sık sık karşılaştığı bir şeydir unutulmak/ unutturulmak; doğrusu, has yazın eri de yıldız olmak için yazmaz, zaten. Başka türlü yapamadığı için tercihini yazından yana yapmıştır. Ama futbol öyle mi? Popüler kültür kalesinin -en azından yazına göre- daha vefalı olduğu varsayılmaz mı? Camiadaki büyüklerin adı stadyumlara verildiği, kulübe emeği geçmiş nice futbolcuya antrenör ya da teknik direktör olarak hizmetine devam etme şansı tanındığı, hiç değilse bir gazetede köşe yazarlığı yapma olanağı sunulduğu düşünülürse, betimlemeye çalıştığım şey daha kolay anlaşılacaktır. Lakin ne futbolcu ne de şair olarak Emin Bülent’in hissesine bu vefadan zerre kadar pay düşmemiştir (Yanılıyorsam düzeltin, lütfen!). Ürkütücü, dahası üzücü olan da budur, zaten.

Hadi diyelim ki futbol da yazın geleneğine öykünmeye kalktı. Peki, her yerde Atatürkçülüklerini vesile edip kendilerine övünç kaynağı çıkaranların tutumlarına ne buyurmalı.

Gözümden kaçmış ya da popüler eğilimden ben de nasibi almış olabilir miyim, acaba? Sanmıyorum: Bırakın 10 Kasım, 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos vb. özel/ resmi günleri, diğer zamanlarda da Emin Bülent’in adına rastlamak mucize gibi bir şey. Bırakın Salih Zeki Aktay’ın Emin Bülent’in Nedim’de çıkan 38 şiirini derlediği kitabını, “Kîn” adlı şiirini orta halli (!) bir antolojide bulmak dahi zor.

Demek ki Emin Bülent, Atatürk’ün beğeni engelini aşmasına rağmen Atatürkçülerin kıymet havuzuna girememiş/ alınmamış bir şair-futbolcudur (‘gazeteci-yazar’ olursa, ‘şair-futbolcu’ neden olmasın?).

Şairin aşağıdaki gibi biten manzumesi bu öngörünün ürünü müdür, acaba:

Kabrinde müsterih uyu ey nâmdâr atam!

Evlâdının bugünkü adı sade intikam…

Bu iki dizeden yola çıkarak Refik Halid Karay, şu yorumu yapar: “Nihayet keramet sahibi şairin dileği gerçekleşir: İntikamının bir kısmını Atatürk, suçluları ayağına ve yola getirmekle aldı. İkinci kısmını en medenî şekilde almak da İnönü’ye müyesser oldu.”

Avrupa’nın hazırladığı suikastlar, harpler ve çapullar karşısında milletin duygusunu anlatan mısraları ile dimdik ayakta duran Emin Bülent, yaşasaydı, girmek için eşiğinde bir yalvarmadığımızın kaldığı AB’ ye kim bilir ne derdi.

İyisi mi biz sözü yine Ruşen Eşref Ünaydın’a verelim, belki gelinimiz (!) anlar: “Ne şereftir Galatasaraylı şair Bülend’e ki, Atatürk onun ‘Kîn’ başlıklı şiirini her fırsatta, beğenerek okurdu. Hele de o şiirin ‘Garbın cebîn-i zâlimi afvetmedim seni, / Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!’ beytini ezberinden söylerdi; Çanakkale’ye saldıranlara karşı korken bu mısraları ikide bir bağıra bağıra tekrar ettiğini duygulanarak anlatırdı. Şairi bir fırsatta görüp tanımak isterdi.

1932 Eylülünde ilk Dil Kurultayının toplandığı sıralarda, bir akşam Emin Bülend’i benim delâletimle Dolmabahçe Sarayına yemeğe davet etti.

Millet hıncını terennümde arslanlar gibi coşmuş şair, o akşam, kurtarıcı ve kurucu devlet başkanının kalabalık sofrasının bir köşesinde, büyük Kumandanın huzuruna ilk çıkmış saygılı bir er gibi toplanarak asil bir tevazu içinde sessiz oturdu. Gazi, ona tebrikte ve iltifatta bulundu. ‘Kîn’i okumasını diledi. Emin Bülend ayağa kalktı. O, Gazi’ye bu şiirini o akşam o sofrada kendi ağzından dinletti ve yukarıdaki hâtırayı Gazi’nin anlatmasını o akşam o sofrada kendi kulağı ile işitti…”

Bunca iltifata rağmen kenara çekilip şiirlerini yayımlatma telaşına düşmez, Emin Bülent. Belki geçim telaşı, belki de adını koyamadığımız bir başka nedenle şiirlerini mensi (unutulmuş) bırakır. Ancak, Tanpınar’ın dediği gibi ağzımızda tamamlanmamış bir lezzet bırakan şairin ölümünün üzerinden (29 Kasım 1942) çok zaman geçti. Ve ne yazık ki Halit Fahri Ozansoy’un beklentisi hâlâ gerçekleşmedi.

Neydi o beklenti?

Açıklayalım: Emin Bülent’in şiirlerini güneşe çıkarmak! Bunu, onun ruhuna ödenecek bir borç olarak gören Ozansoy, sözlerini yeni bir beklenti ile bitirir: “Emin Bülend’in bir kısım mısraları da, nesil nesil, aziz bir hatıra gibi, hiç sönmeden devam edip gitmelidir.”

Bir de Salih Zeki Aktay’a kulak kabartalım, lütfen: “Burada istidrata lüzum görüyorum. Ölümü bir buçuk asra yaklaşan, müahhar dünya klâsiklerinden sayılarak her sene namına jübileler yapılan ve bilhassa geçen sene millî bir gayretle kırk gün kırk gece jübilesi uzatılan İtalyan şairi « Leopardi»nin (Le Canti, II Primo Amore, Alla Luna ve İl Sogno başlıklı eserleri bulunan melankolik Giacoma Leopardi 1798’de doğdu, 1837’de öldü) bütün ehemmiyeti ve ölmez kıymeti iki şiirinden gelir; «İtalyaya», «Danteye» adlı manzumeleriyle bugünkü varlığı doğurmuş sayılır. Her noktadan «Leopardi», Emin Bülendden ne büyük, ne derin, ne sanatkârdır, ne de yüksektir. Fakat Leopardi şiire secde eden kulakları açık, iç dünyaları uyanık, başları irfan ve ferasetle kalkık insanlar içinde… Fikir, sanat diyarında gelmiş sesi, akislar, mâkeslere tazelenmiştir… Biz de.. onun gür sesli yüksek lirizmini de «Çöller», «Guruf», «Hacer ve İsmail», adlı uzun poemleriyle «Kendi Kendime», «Sana», «Hataya Selâm» nefiselerinde görürüz.”

Türban, Türkçe Kur’an ve laikliğin tartışıldığı, dahası bir yaşama biçimi olarak inanmayanların da önüne seçeneksiz mönü gibi sunulduğu/ diretildiği günümüz Türkiye’sinde, iç dünyaları uyanık, başları irfan ve ferasetle kalkık, şiire secde eden okur-yazar bulmak aklımın ucundan dahi geçmiyor, elbette. Beni düşündüren Galatasaray’ın kurulması ve yazın tarihinin ilk toplu gösterisinin altında imzası bulunan Emin Bülent, o sonsuz sükûn diyarında, biz karabıyıklıların anma girişimini beyhude yere beklemesi…

 

NOT: Ruşen Eşref Ünaydın’ın “Galatasaray ve Futbol” adlı kitabı 2014 yılında Ka Kitap tarafından yayımlandı.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl