Ana Sayfa Kritik LABİRENT: HİKÂYELER ve GÖLGELER

LABİRENT: HİKÂYELER ve GÖLGELER

LABİRENT: HİKÂYELER ve GÖLGELER

İnsan geçmişinden zor da olsa kurtulabilir, ama geleceğinden kurtulamaz. Peki, intihar nedir? Geçmişten ve gelecekten kurtulmanın kesin çözümü mü? Ya da Freud’un söylediği gibi benliğin üst benlikten intikam alması mı? Hiç kimseye ya da hiçbir şeye kızmadan, intikam almadan ölmeyi seçebilir mi insan? Neden ölmek istiyorsun? Hiçbir nedeni yok, ne bu hayattan sıkıldım ne de birilerine kızgınım, yaşamımı ızdıraba çeviren bir hastalığım da yok, ben sadece ölmeyi seçiyorum. Herman Melville’nin Katip Bartleby’si “Yapmamayı tercih ederim,” demişti ve bu tercihini gerekçelendirmemişti. Bir insan yaşamamayı nedensizce tercih edebilir mi? Burhan Sönmez’in Labirent adındaki novellasında Boratin adındaki kahraman Boğaz köprüsü üzerindeyken bir taksinin arka koltuğunda uyuyakaldığı sırada trafiğin sıkışması sebebiyle uyanır ve taksiden çıkıp kendini denize bırakır. Hiç tereddüt etmez. Kitapta, kahramanın böyle bir ölümü planlayıp planlamadığı yazılmamıştır. Boratin’in intihara kalkışmadan birkaç ay önce müzik gurubundan bir arkadaşının intihar niyetini ona açtığını, Boratin’in arkadaşını bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığını öğreniriz romanın ilerleyen sayfalarında. Ve Boratin’in anne ve babasının trafik kazasında öldüğünü…

Boratin kaburga kırığıyla kurtulmuştur. Kaybettiği tek şey belleğidir. Kahraman belki de yaşamını değil de belleğini kaybetmek için atmıştı kendini köprüden. Geçmişimiz yoksa yaşamımız da yok mudur? Elbette yaşamımıza tanık olan dostlar, sevgililer, akrabalar için vardır. Boratin’in unuttuğu yaşam değildir; şarkıcıları, futbolcuları, kimi tarihsel olayları, yaşadığı şehri hatırlar. Boratin kendini unutmuştur; bir ablası olduğunu, bir yeğeni, bir müzik gurubunun en önemli kişisi, ayrıldığı sevgilisi, arkadaşları olduğunu unutmuştur. Nietzsche unutmak iyileştirir demişti; ama Boratin’in arkadaşları ve ablası onun geçmişini ona hatırlatmaya çalışırlar. Sen şuydun, buydun, şunu severdin bunu dinlerdin, köklerin vardı, hatırla. Kieslowski’nin o meşhur üçlemesinden Beyaz’ı hatırladım Sönmez’in kitabı Labirent’i okurken. Filmde Nikolaj adındaki biri filmin ana karakteri olan Karol’dan para karşılığında kendisini öldürmesini ister. Karol, ölmeyi neden bu kadar çok istediğini sorar. Nikolaj, hiçbir şeyi unutamadığını söyler ve cebinden çıkardığı bir deste iskambille bunu kanıtlar. Karol, bu defa intiharı niye seçmediğini merak eder. Nikolaj, ailesini sevdiğini onların üzülmesini istemediği için bir cinayete kurban gittiği görüntüsünü vermek istediğini açıklar. Karol, uzun süre sonra arkadaşına yardım etmek ister ve onu terk edilmiş bir tren garına çağırır. Tabancayı ölmek isteyen adamın kalbine dayar. Tetiği çeker. Adam yere yığılır. Karol, ilk kurşunun kuru sıkı olduğunu ikinci kurşunun ise gerçek olduğunu açıklar ve sorar: “Şimdi ölmeyi gerçekten istiyor musun?” Evet, insan ölmek isterken de kendini kandırabilir mi? Asıl isteği ölmek midir unutmak mı?

Doktoru da, Boratin’in anne babasını trafik kazasında kaybetmesini Boratin’in de köprüden atlamadan önce trafikte oluşuyla ilişkilendirir. Ayrıca, suya atlama isteğini de anne rahmine dönüş isteği olarak açıklar.

Boratin’in yaşadığı evde bir ayna vardır. O aynaya biz de bakalım. Ayna ne işe yarar? Bedenimizi bize gösterir ve o bedenin nasıl bir beden olduğunu söyletir? Güzel mi, çirkin mi, neşeli mi, neşesiz mi? Şöyle düşünelim. Bir sabah uyandınız ve aynaya baktınız; gözlerinizin altı morarmış, yüzünüz sivilceler içinde, dudaklarınızda uçuklar, saçlarınız dökülmüş… Nasıl hissedersiniz? Elbette kötü. Ayna size sizi göstermiştir. Ona bakarak kendi görüntünüz üzerine bir ruhsal tutum takınırsınız. Esasında o size çirkinsiniz diye seslenmez. Bunu kendinize siz söylersiniz. Sizin kendinize söyledikleriniz dolayımsız değildir. Hissettiklerinizi içinde yaşadığınız dünya da belirler. Çirkinliği, güzelliği, iyiyi, kötüyü yaşadığınız çağın değer yargıları da oluşturur. Ve aynanın bir işlevi daha vardır, var olduğunuzu teyit eder. Peki, şöyle hayal edelim; bir sabah uyandınız ve aynaya baktınız. Yoksunuz. Yansınızı göremiyorsunuz. Bu, deliryum durumudur.

Lacan, ayna karşısında kendini gören bebeğin büyük bir heyecana kapıldığını söyler. Bu heyecan ve coşkuyu insan yavrusu dışında hiçbir canlının gösteremediğini anlatır; çünkü benlik hissi sadece insanda vardır. Peki, insanın gerçek aynası kimdir? Anne nesnesidir. Anne bakışlarıyla, gülücüğüyle bebeğine sevilecek ya da nefret edilecek bir varlık olduğu mesajını verir ya da ölü bakışlarla bebeğine yokluğu hissettirir. Demem şu ki, varlığımızı ya da yokluğumuzu varsak da nasıl bir bok olduğumuzu belirleyen ötekidir. Sartre boşuna dememiştir, “Öteki cehennemdir,” diye.

Boratin de roman boyunca sık sık aynadan kendisine bakar ve ona seslenir. Ona varlığını hatırlatacağı bir geçmişi(ayna) belleksiz kaldığı için yitirmiştir. O aynaya(geçmişe) sahip çıkmakta da isteksizdir Boratin; çünkü arkadaşları ve doktorunun anlattıklarına sarılmak istemez. Mesela eskiden bir sevgilisi olduğunu ona söyleyen ve o sevgiliyle buluşmasını öneren Bek’i ciddiye almaz. Tek istediği ablanın yanına gitmektir; ama oraya da gidemez. Boratin’in özleminin ‘yeniden doğmak’ olduğunu düşündüm. Elbette böyle bir arzu ölümü gerektirir, en azından belleğin ölümünü. Bunu bazen yoğun alkol ya da uyuşturucu alarak yapar insan. Bazı insanlar, ki ben o insanların çok acı çeken fazlasıyla yalnız insanlar olduğunu düşünürüm, ölürcesine içer. Sabah uyandıklarında ise geceye dair derin bir boşluk vardır. Olanı biteni arkadaşlarından duyduklarında şaşırırlar; çünkü bir noktadan sonra her şeyi unutmuşlardır. Yeni doğanlar dilsiz gelirler dünyaya. Her şey kaotiktir ve o kaosu tarif edecek kelimelere de sahip değildirler. Bu yüzden bir anne nesnesiyle özdeşleşmek zorundadırlar. Bu nesne korkunç biri de olabilir bir melek de… Öte tarafta Boratin dilsiz değildir, bedeni de bir bebeğinki gibi değildir. İhtiyaçlarını karşılayabilir. Yeni doğan, kavramlara sahip olmadığı için her şey onun için zamansızdır. En eski anılarımız dili kazanmaya başladığımızda oluşmuştur. Hiç kimse üç aylıkken ki zamanını hatırlayamaz. Oysa belleğini yitiren Boratin’de zaman kavramı vardır; onu bir saati kurcalarken okuruz romanda. Sönmez, zaman sorunsalını sahafçı ve saatçi dükkânlarına gönderme yaparak anlatmak istemiş; ama roman derinliğini tam da bu noktada kazanacakken yazmayı kesmiş gibidir. “Kaç yıl oldu? Birkaç yıl mı geçti acıların üzerinden, birkaç bin yıl mı?” (s.13, Labirent) Dün olan ya da birkaç saat önce olan nihayetinde geçmişte kalmıştır ve geçmiş atomik bir zamana indirgenebilir düşüncesini daha gerçek, hayata dokunacak şekilde anlatabilirdi Sönmez.

Karakterleri tanıyıp anlayabildim mi ya da onları yeterince hissedebildim mi, diye sorduğumda kendime ne yazık ki güçlü bir cevap veremedim. Sahaf dükkânında gördüğü güzel kadına(Güzelliğin Meryem Ana’da ve annede simgeleşmesi) meyhanede rastlamasının anlamı ya da son Osmanlı padişahının posteri üzerindeki anarşi yazılaması, geçmişten gelen toplumsal meselelere de ucundan dokunayım kaygısı romana sinmemiş. Boratin’in annesiyle olan ilişkisi İsa ve Meryem’i tasvir eden evdeki mermer bibloyla metaforik olarak anlatılmaya çalışılmış ama yetersiz kalmış. Çünkü, hiçbir mit ya da simge somut yaşayan gerçek insanın yaşamını karşılayamaz, tam olarak anlatamaz. Romanın birkaç yerinde okuduğumuz doğu hikâyeleri oldukça güzel olmasına rağmen şehirli Boratin ve arkadaşlarının hikâyesiyle uyuşmamış. Boratin’i hikâyeler, metaforlar, mitler ve simgeler üzerinden anlatmak elbette bir yol; ama bir hikâye asıl anlatılmak istenen hikâyeye gölge etmemeli.

Labirent, olumsuz yanlarına rağmen akıcı ve güçlü dili, katmanlı anlatımıyla okuyucuyu düşündüren bir roman. Onu sevecek ve hissedecek okuyucusunu bulacaktır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl