Shakespeare’den sonra, Dickens’la beraber muhtemelen en çok okunan İngiliz yazarı olan Lord Byron skandallarla ve kahramanlıklarla anılan sıradışı bir hayat yaşadı. Eğer 19. yüzyılda, 20. yüzyıldaki James Dean tipi bir “Hızlı yaşa, genç öl” felsefesi varsa, o kesinlikle Lord Byron’dan ilham almıştı. Byron 19. yüzyılın ilk çeyreğinin gerçek anlamda “rock star”ıydı. İnsanları şaşkınlığa uğratan sansasyonel işler, şok edici skandallar, dedikodular ve giderek dramatikleşen hikâyesiyle beraber büyümesine bizzat destek verdiği “Lord Byron efsanesi”…

Elbette diğer bütün efsaneler gibi, Lord Byron efsanesi de usul usul büyüdü. Lord Byron –doğum adıyla George- 18 Ocak 1788’de Londra’da doğdu. Babasının lakabı “Deli Jack”ti, annesi ise onu tanıyan herkesin şahitliğine güvenerek söyleyecek olursak, gerçekten deliydi. George’un, babasının bir önceki evliliğinden olma Augusta isminde bir ablası vardı. Aile her daim çok çalkantılıydı. Babası evi terk edince, George İspanya’ya yollandı. Orada maalesef onunla ilgilenen bakıcısının tacizine uğradı. Bu travmatik olaydan sonra George daima disiplinden kaçan birine dönüştü. On yaşındayken, aileden gelen unvanı kullanmaya karar kıldı; bundan böyle Lord Byron olarak tanınacaktı. Genç adam, eğer disiplin kısmını saymazsak, çok iyi bir eğitim aldı. Klasik Yunan tarihine ve şiire meraklıydı. Yazmakta da, konuşmakta da çok yetenekliydi. Bazen arkadaşları onu durduramamaktan şikâyet ederdi. Taşkınlığa meyilli ruhu onu bazen bir çocuk, bazen bir dev gibi gösteriyordu. Hem öfkeli hem sakindi. Hem boks yapıyordu hem şairdi. Okul yıllarında sadece siyasetle değil, kızlarla –ve oğlanlarla- da yakın ilişkiler kurdu. Fakat homoseksüelliğin, biseksüelliğin ifade edilmesi o yılların İngiltere’sinde hiç de kolay olmadığı ve idamla cezalandırıldığı için bu “yakınlık”ların ne düzeylerde olduğu hâlâ tartışmalıdır.

Byron okul hayatı boyunca bir yandan da kuzenine âşıktı ve bu onun şiir becerisini güçlendirdi. Nitekim “She Walks in Beauty”1 adlı kısa şiiri bu aşkın ifadesidir. Byron yirmisindeyken (1808) Hours of Idleness’i yazdı. Edebiyat çevrelerinden hayli takdir gördü.

Tüm nezaketine rağmen, Byron’ın huzursuz bir ruhu vardı. Birden bire uzak diyarlara gitme isteğine kapıldı. O tarihlerde Osmanlı’ya bağlı olan Arnavutluk ve Yunanistan’ı dolaşmak istedi ve bu tura başkent İstanbul’u da dâhil etti. 1810’da geldiği İstanbul’un hamamlarında Oryantalistlerin resmettiği egzotizmi ve erotizmi aradı; İstanbul’un oğlanlarıyla, dansözleriyle ilgilendi; tuhaf kıyafetler giyerek Kapalıçarşı’da ve Pera’da dolaştı. Bu şehirde, bir mektubunda, “Türkiye’nin büyük bölümünü boydan boya geçtim ve Avrupa’nın birçok başka bölgesini ve Asya’nın bazı yerlerini; ancak hiçbir doğa ya da sanat eserinin bende, Yedikule’den Altın Boynuz’un sonuna kadar her iki kıyının da yaptığı etki kadar etki yaptığını görmedim” diye yazacak kadar iyi hissetmişti.2 Ama öncesi vardı. Byron’ın Batılı-olmayanlara ilişkin ilk hayranlığı, bu uzun seyahatinin başlangıcında misafir olduğu Arnavut eşkıyalaraydı. Balkanlar’ın sert iklimi ve zorlu coğrafyasında dolaştıkça Batı Avrupa aristokrasisinin yaşam anlayışından uzaklaşma isteği duyduğunu yazıyor, herkesi her şeyini bırakıp buraları görmeye çağırıyordu. Tepedelenli Ali Paşa’yla tanıştı. İsyancıların hâkim olduğu rotaları izledi ve tamamen yabancısı olduğu bu dünyaya meftun oldu. Bu seyahat ona en başından beri çok iyi gelmişti. Genç Harold’ın hac ziyareti adıyla epik bir anlatı geliştirmeye koyuldu. Genç şair Avrupa’nın doğusunu görmek istediği kadar, görünmek de istiyordu. Kaftanlı ve hançerli meşhur tablosu (ressamı Thomas Phillips, 1813), Byron’ın çağdaşlarına kendini nasıl göstermek istediğinin de bir ifadesi olarak yorumlanabilir.

1810’un Mayısında Byron çılgınca bir coşkuyla Çanakkale Boğazı’nı boydan boya yüzdü. Antik Helen uygarlığının kalıntıları arasında dolaştı ve geçmişteki Yunan dünyasına hayran kaldı. Atina, kitabına konu edindiği Harold’ın hac ziyaretinin asıl istikametiydi. Byron bu seyahati ruhen bir Yunan olarak tamamladı. 1811’de Londra’ya döndü. Artık yazma zamanıydı…

Doğuya (Osmanlı’ya) seyahatinin ardından romantik kahramanlık, macera ve fragmanter anlatıya, romans türüne güçlü bir örnek olan Childe Harold’s Pilgrimage (1812-1818) ile birlikte The Giaour: A Fragment of a Turkish Tale (1813), Bride of Abdydos (1813), The Corsair (1814) gibi eserleri peş peşe geldi. Bu eserlerin her biri, çıktığı gün bin kopyası tükenen bir ilgiyle karşılandı. Byron’ın kitapları dünyevi zevklerle dolu, fazlasıyla konforlu bir yaşamdan bunalıp yokluğa doğru çekip gitme isteğini; yabancı bir diyarda, yabani insanlarla bir arada yaşayıp saf huzuru aramayı, yalnız başınalık arzusunu ve melankoliyi işliyordu. Kitaplarının ve kendisinin gördüğü çifte ilgi, yirmilerinin ikinci yarısındaki Byron’ı İngiliz Romantizminin en dikkat çeken ismine dönüştürüverdi. Londra’nın tüm soylu kulüplerinin, partilerinin aranan ismi oldu. Genç şair hem konuşkandı hem cüretkârdı. Çapkındı ve yatak odası becerileri kulaktan kulağa yayılıyordu… Bunlar ona olan ilgiyi büyüttükçe büyüttü.

Aslında Byron’ın kazandığı takdir sadece İngiltere’yle sınırlı olmadı; Şarka seyahati ve oradan bakarak yazdıkları ona Romantik Oryantalist bir şair olarak ona Avrupa ölçeğinde büyük bir şöhret getirdi. Nitekim eserleri bütün 19. yüzyıl boyunca işlendi ve örneğin Verdi’de operaya, Delacroix’da yağlıboya tabloya dönüştü. “Byronic hero”, yani Byron tarzı kahramanlık tiplemeleri, yükselen Romantizmle birlikte Avrupa’da her yanı sardı. Bunda Byron’ın, mesela William Blake gibi mistisizm meraklısı bir huzur arayıcısı olmayışının ve ortaya çıkan ona dair merakı, hayranlığı ve nefreti bir arada büyüten yönlerinin de etkisi vardı.

Byron 1813 yazından itibaren aynı babadan olma üvey ablası Augusta ile ensest ilişki yaşamaya başladı. İki yıl sonra, artık parasız kalmaya başladığı bir dönemde soylu bir kadınla evlendi, fakat önce eşine cinsel şiddet (cezalandırma) uyguladığının, hemen ardından da Augusta ile ilişkisi olduğunun ortaya çıkmasıyla –ve Augusta’nın kızının Byron’dan olduğunun iddia edilmesiyle- birlikte, çocuğunu da, eşini de bırakıp ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Lord Byron artık coşkun heyecanların peşinde türlü maceralar yaşayan, ölümle dalga geçen ve dilediğince aylaklık eden soylu bir ruh değil; aksine, adi, aşağılık herifin biriydi! Londra’daki üst sınıfa mensup hemen her kadın ondan çocuğu olduğunu iddia ediyordu, beraber olduğu kadınlar ve adamlar onları nasıl anal sekse zorladığını ve fiziki şiddet uyguladığını ayrıntısıyla anlatıyordu. Gazeteler ona “İkinci Caligula” diyordu.3 Ülkede onu savunacak kimse kalmamıştı, Lord artık Britanya’da istenmiyordu…

Byron direnemedi. Sürgüne gitti. Nisan 1816’daki bu zorunlu veda ile ömrünün sonuna değin bir daha ne çocuğunu, ne karısını ne de Augusta’yı görecekti. Bir daha Britanya’ya hiç dönmeyeceği bir yola giderken, henüz birkaç ay önce Napoléon’un yenildiği ve kendi efsanesini bitirdiği Belçika topraklarından geçerek Almanya’ya, oradan da İsviçre’ye gitti. Artık Byron’ın kişiliği de, imajı gibi, çok daha negatif, daha mutsuz, daha karanlık, daha depresif, daha sarsıntılara gebe bir haldeydi. Rivayet o ki, cebinde bir intihar mektubuyla geziyordu. Byron ruhen çökmüş, zirveden düşüp dibe vurmuştu.

Fakat zamanla dehası bu derbeder halden beslenmeyi öğrenecekti. Cenevre’de Mary ve Percy Shelley ile karşılaştı. Talihe bakın ki, kendine tövbe edecek bir manastır arayan Byron, yolda, özgür sekse inanan ve 1814’te “skandal bir aşk hikâyesiyle”4 İngiltere’den ayrılıp Avrupa’da birkaç yıl geçirmeye karar veren Shelleylere denk gelmişti.5 Türlü taşkınlıklarla dolu partiler arasında Byron, Bayan Mary Shelley’e, o kasvetli ruh halinin buyurgan tavrıyla, bir süredir üzerine konuştukları (ve bu yüzden aralarında aşk dedikodularının çıktığı) Frankenstein adlı eseri yazması için ısrarcı oldu. 1818’de yayımlanacak ve büyük ilgi toplayacak olan bu romandaki Gotik öğelerde İsviçre’nin insanı çıldırtmaya namzet huzuru kadar, orada bulunduğu sırada yazdığı bir şiirde “Saçlarımın ağarması yıllardan değil, yaşadıklarımdan” diyen Lord Byron’ın da etkisi vardı.

Byron için bir sonraki durak İtalya’ydı. O sırada (1816) Avusturya yönetimi altında olan Milano’da ve Venedik’te yaşayacaktı. Daha ilk günlerden itibaren çok hareketli bir hayatın içine çekilmeye başladı. İtalyan sosyetesinden kadınlar da, adamlar da onunla “dost” olmak için yarış ediyor gibiydi. Byron Türkçeye de çevrilen ünlü eseri, kadınları baştan çıkarmasıyla ünlü bir karakteri kendine konu edindiği Don Juan’ı (kantolar halinde, 1819-1824) burada yazdı.6 Ermenice öğrendi, bu konuda gramer ve sözlük çalışmaları yaptı. Byron’ın eserleri, onun hâlihazırdaki şöhretinden yararlanmak isteyen yayıncılar tarafından hızla İtalyancaya çevrildi. İtalya’daki tüm yüksek sınıf mensupları ona tapıyor gibiydi. Yine kendisine dönmüştü. Skandallarla dolu ilişkileri ve yayılan cinsel doyumsuzluk söylentileri onun efsanesini büyüttükçe büyüttü.

Byron lanetlenmiş halleri olan insanları ayrıca sevmişti. Onlara destek olduğu gibi (mesela kimsesiz bir Türk kız çocuğunu evlat edinmişti), kendisini de öyle trajik bir karakter olarak ortaya koymaktan hiçbir zaman çekinmedi. Ensest, alkol, baştan çıkarma, ihanet; hiçbirini reddetmeyişiyle Lord Byron “Avrupa’nın ilk ulus-aşırı şöhreti” olmuştu. Lord Byron Childe Harold olduğu gibi, aslında Don Juan’ın da ta kendisiydi. Byron o dönemki hem Bireysel Romantizmin vücut bulmuş en belirgin örneğiydi ve imajı hayatını, hayatı imajını bu yönden belirliyordu, hem de Politik Romantizmin çok aktif bir suretiydi. Poetik romantizmi de, politik romantizmi de Venedik’te zirvesine çıkan Byron, otuzlu yaşlarının başlarında öz-yıkımın (self-destruction) ve öz-yapımın (self-creation) peygamberi gibi görülüyordu.

Byron 1789’un sarsıntılarının insanıydı. Yaşadığı çağ Fransız Devriminin, Napoléon Savaşlarının ve 1815 Viyana Kongresinin yarattığı Avrupa’ya denk düşüyordu. Onunla aynı dünyada yaşayan diğer yazarlar arasında Walter Scott, Jane Austen, William Blake, Shelley Çifti, William Wordsworth gibi Adalı yazar ve şairlerle beraber Hegel, Schegel Kardeşler, Goethe, Madame de Stael, Balzac, Lamartine gibi başka büyük isimler de yer alıyordu. Byron kelimenin bugünkü karşılığıyla solcuydu. Makine kırıcıların idam edilmesine karşı çıktı, eğitim hakkının genişletilmesini savundu, Katoliklerin özgürleştirilmesi lehinde oy verdi ve İrlanda sorununa dair daima muhalif bir çizgide durdu. Habsburg ve Osmanlı yönetimindeki milletlerin özgürlük mücadelesine destek vermek onun için siyasiden ziyade insani bir görevdi.

Byron ömrünün son sekiz yılını geçirdiği İtalya ve Yunanistan’da, bulunduğu yerlerdeki bağımsızlık mücadeleleri için gizlice silah, cephane ve para akışını yönetmişti. Öyle ki, Milano’da kaldığı dönemde, Kuzey İtalya’da hüküm süren Avusturya’nın polis ajanları onun cinsel yaşamına dair dedikodularla öylesine meşguldü ki, bağımsızlıkçı İtalyan örgütlerine silah akışını sağladığını anlayamamışlardı bile. 1820’lere gelindiğinde, Byron gerçekten de Avrupa’daki tüm özgürlük mücadelelerini destekleyen biri olarak da haklı bir şöhrete sahipti.

Artık İtalya’ya gelmiş olan Shelleyler de Byron’ın yanındaydı. Fakat Romantiklerin ortak kaderi diyebileceğimiz trajik ve genç ölümlerden biri Percy Shelley’i denizde yakaladı. 1822 Temmuzunda boğularak can veren dostunun cenaze töreninden sonra, Byron, sakin bir hayat yaşayacaklarına söz verdiği genç sevgilisi Kontes Guiccioli’yi bırakıp, radikal bir kararla –tıpkı destanının sonunda asker olan Don Juan gibi- kılıç kuşandı ve Yunanistan’a gitti. Daha iyi bir dünya yaratmak için yarın çok geç olabilirdi! Byron bir süredir frengi hastasıydı ve ölümün uzak olmadığını düşünmeye çoktan başlamıştı…

Byron beklediğinden epeyce geç de olsa Korint’e vardığında Türk-Yunan çatışması en sert evrelerinden birindeydi. Sivil Türkler katlediliyor, Osmanlı ordusu ise Yunan sahillerini topa tutuyordu. İngiltere’den maddi destek temin eden Byron, Yunan birliklerinin daha organize hareket edebilmesi için de bizzat yönettiği bir ekip kurdu ve ardından bu son macerasını gelecek nesillere bırakacak bir kişisel destan yarattı. Fakat savaş sırasında humma, frengi ve diğer rahatsızlıklar bir araya gelerek onu şu bizim yaşadığımız Nisan günlerindeki gibi bir günde, 19 Nisan 1824’te, henüz 36 yaşındayken ölüme götürdü.

Bir “queer” karakter olarak parlayan yıldızı ve edindiği şöhreti, bu çapkın ve melankolik şairi, cesur bir devrimciye dönüştürmüştü. Yaşadığı çağ ve sahip olduğu karakter itibariyle, oynaması gereken rolü oynayan edebi ve politik bir aktördü Lord Byron.

Bugün hem Arnavutluk’ta hem de Yunanistan’da bir milli kahraman olarak görülen Lord Byron için her yıl anma törenleri düzenleniyor.7 Romantik sanatın Oryantalizmle bütünleşmesinde tuttuğu yer itibariyle, iki yüz yıl sonra bile hakkında kitaplar, tezler yazılmaya devam etmekte. Ve kendi imajıyla beraber yaratmış olduğu edebi karakterler, bugün dahi coşkunluğu, taşkınlığı, Eros ve Thanatos’u veya ‘libido’ ve ‘destrudo’yu, kısacası insana yaşam gücü veren ve o gücü alan duygu ve düşünceleri anlatmakta insanlara referans olmakta… Ve elbette Leonard Cohen gibi başka büyük romantikler, onun “So, We’ll go no more a-roving” gibi şiirlerini besteleyip yeni nesillerin hislerine tercüman olmaya devam ediyor:

Artık başıboş gezmeyeceğiz seninle

Geceleyin bu çok geç vakitte,

hâlâ seviyor olsa da kalp

ve hâlâ ışıldıyor olsa da mehtap

artık başıboş gezmeyeceğiz…


1 Byron’ın en bilindik eserlerinden biri olan ve “Yürüyor Güzellikte” anlamına gelen şiiri şöyledir.

She walks in beauty, like the night

Of cloudless climes and starry skies;

And all that’s best of dark and bright

Meet in her aspect and her eyes;

Thus mellowed to that tender light

Which heaven to gaudy day denies.

One shade the more, one ray the less,

Had half impaired the nameless grace

Which waves in every raven tress,

Or softly lightens o’er her face;

Where thoughts serenely sweet express,

How pure, how dear their dwelling-place.

And on that cheek, and o’er that brow,

So soft, so calm, yet eloquent,

The smiles that win, the tints that glow,

But tell of days in goodness spent,

A mind at peace with all below,

A heart whose love is innocent!

2 Bettany Hughes, İstanbul: Üç Şehrin Hikâyesi, çev: Abdullah Yılmaz, İstanbul: Alfa Yayınları, 2017, s.590.

3 Kathryn Harrison, “Oh Lord”, The New York Times, Sunday Book Review, 12 Haziran 2009. https://www.nytimes.com/2009/06/14/books/review/Harrison-t.html

4 “Mary Shelley: From Scandalous Affair to the Creation of a Monster”, https://blog.bookstellyouwhy.com/mary-shelley-from-a-scandalous-affair-to-the-creation-of-a-monster

5 Rachel Cooke, “Young Romantics: The Shelleys, Byron and Other Tangled Lives by Daisy Hay”, The Guardian, 25 Nisan 2010. https://www.theguardian.com/books/2010/apr/25/young-romantics-byron-shelley

6 Türkçesi: Lord Byron, Don Juan, çev: Halil Köksel, İstanbul: YKY, 4.baskı, 2018, (İlk baskısı 2002), 576 sayfa.

7 Kim bilir belki Yunan bağımsızlığını görebilseydi, Byron Almanya’dan getirilen Kral Otto’nun yerine, çok daha hak edilmiş bir hikâye ve sevgiyle, Yunanistan’ın ilk kralı olabilirdi.

ha_aksakal@yahoo.com