Ana Sayfa Litera MAHPUS ŞAİR VE YAZAR GÜRAY ÖZ’ÜN METİNLERİNE PALİMPSESTVARİ BİR DOKUNUŞ

MAHPUS ŞAİR VE YAZAR GÜRAY ÖZ’ÜN METİNLERİNE PALİMPSESTVARİ BİR DOKUNUŞ

MAHPUS ŞAİR VE YAZAR GÜRAY ÖZ’ÜN METİNLERİNE PALİMPSESTVARİ BİR DOKUNUŞ

Bazen bir kitabı okumaya başladığınızda, bir başka kitabı çağırdığını hissedersiniz. Güray Öz’ün denemelerinden oluşan “Hâlâ Şafakta Geliyorlar Angela” ve şiir kitabı “kurumuş gül ağacı”nı okurken de böyle oldu. Hem sürgünü, hem mahpusluğu görmüş Öz’ün kitapları, Edward Said’in “Entelektüel”’ini çağırdı. Çünkü Öz, deneme kaleme alırken de, şiirlerini yazarken de entelektüelin bitimsiz işlevi olan hakikat arayışından vazgeçmiyordu. Onun metinlerindeki sürgün ruh, sadece 1981 yılında yurtdışına çıkmak zorunda oluşundan kaynaklanmıyor. Kendi kuşağını, kendisinin de içinde bulunduğu kültür dünyasını dahi eleştirmekten geri kalmayışı, onu her daim on birinci köyün yolcusu yapıyor.

Denemelerinde, seksenlerden bu yana, iktisadi aklın hükümranlığının sanat, edebiyat ve şiirde de etkinliğini arttırmasıyla kültürün endüstrileşiyor oluşunu sık sık eleştirmektedir:

“Benim tehlikeli gördüğüm, kalite düşüşü için gösterilen çabadır. Kalitesiz olana verilen pirimdir. Popkültür diyorlar, kendi başına, kendi sığ sularında belki çekilir bir şey ama edebiyatın, sanatın bütün alanlarına üstelik de çok renkli, çok alaca bulaca ideolojik renkleriyle sızınca iş karışıyor. Öylesine bulaşıcı ki bakıyorsun, en ustaları bile kendi kolaycılığına çekiveriyor. İki türlüdür. Birinci tür, halkın anladığı gibi olmak sloganının peşine düşüyor. Halkın pek fazla bir şey anlayamayacağı varsayımına dayanıyor. İkinci tür, halka, farklı, ilişkisiz, abuk subuk üretmeye değil bir araya getirmeye, montaja, rastgeleliğe dayanan tuhaf işler sunmaktır. Her iki türün de “sponsorları” var ve bu desteğin ortaya çıkan işlerde görünmeyen, yapılan işin tümünde kendini gösteren bir nedenselliği var.”

“…ev bitmiştir.”

Güray Öz’ün yukarıdaki ifadelerinde ortaya çıkan kendi mahallesinden bile metaforik olarak sürgün oluşunun yanı sıra seksenlerde yurtdışına çıkıp, uzun yıllar Avrupa’da yaşayıp, dönüşünün, bir başka deyişle fiziken “evden uzakta oluşunun” da hem denemelerinde, hem şiirlerinde imge olarak önemli bir yeri var:

“Biliyorum sana göre değil bu hikâye. Taksimin arka sokaklarından birinde, Palanın Yeri’nde içtiğin üç kuruşluk kötü şarap yüzünden kuramazsın bu hikâyeyi sen. Peki, kurma. İlk uçağa bin dön oraya; diz çök önünde yeniden, seni bin defa aldatmış olan şehrin. “Bin defa bana döndü, bin defa yeniden sevdi beni bu şehir” diye kendini kandırmaya devam et…

Devam et ahmaklığa, aslında ne fark eder, dön ya da dönme, İskenderiye’nin yaşlı ozanı Kavafis’in dediği gibi, nasılsa peşin sıra gelir sen dönmesen de o şehir.”

Edward Said’in hatırlattığı gibi, sürgün, “çifte perspektife” neden olur. Yazanın gözü hem gidilen kenttedir, hem de terk edilen… Bir tür temas edilemeyen, ancak bellekte yerini koruyan anılar sürgün ruhun peşinden gelir. Bu ruhu, Adorno keskin bir biçimde söze dökebilmiştir, “ev bitmiştir,” der. Sürgündeki, arafta yaşar. Bu yüzden, onun için yaşanacak koridor, metindir. Ancak metin, bir sığınak, değildir. Oraya adımlarındaki huzursuzluk, güvercin tedirginliğiyle ilerler. Sürgün, hep tereddüt halidir. Bu duygu, yazana, bir üst bakış perspektifi de sağlar. Belki, bundan sürgün ruhu eleştiri gözünü hep açık tutar. Güray Öz, belki bu duygu bütünüyle, kültür endüstrisini, şairane halin lirizminden sıyrılıp, gerçekçi biçimde perdeyi kaldırıp gösterebilmiş ve anlatabilmiştir. Öz, “karanlıkta insan halleri” şiirinde de, sosyoloji bilgisini kullanır: “neye yarar aşk eskidi/neye yarar gazeteler berbat ve sokakta yürümek zorlaşıyor gitgide/ölümler kanıksanmış, kimse aldırmıyor paranın satın alma gücüne/aydınlar yeni bir dalgaya kaptırmışlar kendilerini, eski olduğunu bile bile” Öz, Avrupa’da yaşadığı süre boyunca sürgündeki bir yazar olmaktan çok, bir göçmenin hikâyelerini yazar. O, sürgünde olmakla göçmen oluşun arasındaki elitist sınırı, öykülemeleriyle yıkar.

Öz’ün şiirinde dikeylik ve zıtlık

Güray Öz, ev, kent ve doğa imgelerine ilişkin çağrışımları birbirine örülü biçimde kullanır. Öz’ün şiirinde eve, kente ve ülkeye, kavak ve ceviz ağaçlarının arasından, hatta akıp giden nehirleri aşıp ulaşılır. Şiirinde gökyüzüne dimdik uzanan, hışırdayan yapraklarıyla konuşan kavakların hikâyesi ayrıdır. Ancak şiirinde doğaya ilişkin en göz önündeki imge sudur. Güray Öz, zıt çağrışımlı imgelere ve duygulara şiirinde yer verir. Bu da şiirde çifte perspektif kurmak olarak yorumlanabilir. Örneğin, su imgesinin birden çok çağrışımı bulunurken, Öz, su için arındırma, yenilenme çağrışımını kullanır: “solgunsa da, yorgunsa da sudur, duru, çağıltılı, hesapsız/hadi gel suya gir, düşlerime, ömrüme, yapayalnız suya gir/suya gir, kendini arıt, belli belirsiz bir aşk olsun, yenilen” Yanı sıra, Öz’ün şiirlerinde sevgili, hep güldür. Su imgesinin tersine yakan kavuran gül… Gülü de suya çağırır, “köklerinden koparılmış çiçeklerin üstünde sürüklendiği çaresiz su”ya… Onun için su ya da kentin sokakları, köklerinden, yurtlarından koparılmış bir biçimde sürüklenilen yerdir. Yenilenme hayaliyle.

Şairin imgeleri, gölgelidir ve imge olarak da gölgeyi kullanır. Şiirinde sabahlardan az söz edilir; gece, ay ve karanlık hissedilir. Öz, şiirinden, “gölgenizi nereye koydunuz bilmiyorum bir gölge olmalı,” der. Gölge, Jung’un başlıca arketipleri içinde yer alır. Gölge, karanlık yanımızdır, yüzleşmekten kaçındığımız travmalar ve hayal kırıklarıdır. Güray Öz, sürgünün yanı sıra, 68’in coşkulu ve hüzünlü ruhunu da taşır. Gölge imgesi de, onun 68 ruhundan kaynaklı biraz uzlaşmaz, başkaldıran tarafıdır, izidir. Henri Lefebvre’nin 1968’de söylediği sözleri taşır Güray Öz’ün dizeleri ve satırları: “Çağımız bayramı, topluca eğlenmeyi yitirdi bir bakıma. Bu da aslında insan özünden yoksun olan tüketim düzeninin etkisiyle oldu. Oynamak, gülmek, hep birlikte eğlenmek çabasında gençlik. Yeni toplum düzenini araştırırken, bunu bir bayram havası içinde yapıyor… 20. yüzyılın ereği somut demokrasinin kurulmasıdır… Bugün öğrenci hareketinin başlıca ereği bir katılma çabasıdır.”

Güray Öz, 68’li arkadaşlarına adadığı şiiri şöyle bitirir: “töreni anlatacağım size bıkmadan, yani kızıl cümbüşü/sonunda çöl denize kavuşacak/aşk kazanacak sonunda, bir kere daha aşk kazanacak/güneşin kavurduğu gövdemi sulara bırakacağım ben/ve anlatacağım size töreni, yani şu kızıl cümbüşü/anlayacaksınız, bütün balıkçılar anlayacak/ve benim eski sevgilim de//töreni anlatıyorum, bu yüzden hep ben/unutunca yok olduğunu sandığınız töreni/nefreti, kederi, onulmaz aşkı, coşkunun bayram yerini/töreni// yani kızıl cümbüşü” Güray Öz için Lefebvre’nin çağımızın bayramı olarak ifade ettiği 68, kızıl cümbüştür.

Güray Öz, ne yazarsa yazsın bilir ki, aşk yücedir. Kızıl cümbüşün kızıllığı belki biraz da gülün varlığındandır, sevgilinin… Şöyle yazar denemelerinde yer alan mektuplarında: “Aptal ve güzel bir aşkın gölgesine vurgun, mutlu bir mecnunum ben. Biliyor musun, çağımızın demir leblebi sorunlarını aşktan başka hiçbir şey eritemez, çözemez.” Doğaya ilişkin imgeleri şiirine dâhil ederken, hep dikey olanları tercih eder: Kavak, gül… Gülün aşkın yakıcılığına ait “imkansız temsilini” duyarken, Bachelard’un “yükselen her şeyde alevin dinamizmi vardır” dediğini anımsayabiliriz (aktaran, İpek, A., “Klâsik Türk Şiirinde Sembolik Bir Değer Olarak Gül” makalesinden). Bachelard, alevi, yılmaz ve kırılgan bir dikey olarak ifade etmektedir. Aşırı yorumla, alev yerine gülü koyacağım. Alevi yerinden ederek, Güray Öz’ün “sizin sesiniz” şiirini okuyacağım. Şiirdeki ses, bir gülün kırılgan sesidir, hayal kırıklarını, çıtırtılarını hissedersiniz, hikayesindeki delikanlıyı, “neşesiz kelimelerle” anlatır. Öz için, onun sesi, Modigliani’nin resimleri gibidir, uzayıp gitmiş, canlı ama solgun, anıların izini taşıyan, “ince uzun sırça bir vazonun kırılgan gövdesi gibi”.

Sınıfı, yoksulluğu, geceyi ve ütopyasını unutmayan bir şair

Güray Öz’ün, zıt gibi görünen duyguları birlikte şiirine dahil etmeyi tercih ettiğini yazmıştım. “Sevincin şaşkın hüznüne” isimli şiirinde “gölgeli hüzünler”den söz eder; gölge çağrıştırdığı bağlamında iyi ya da kötü değildir, karanlığın griliğini taşıdığı gerçektir. Yüzleşilemeyen gerçekleri taşır, gölgelerin şiirinde Öz de, “sus artık konuşma, kendini tanı, sen hüzünlü bir adamsın,” der, bilmediği rüyalara yürür, fırtınalı sular ona doğru ilerler. Bir başka şiiri olan “yalnızlığın neşeli patikaları”nda yine gölgesini sırtında bir çarmıh gibi taşır ve sorar: “peki ama niye hiç ayna yok bu resimde.” Aynaları arar şiirinde… 68 ruhuna tutmak için, sürgündeki adımlarına tutmak için, sırsız bir aynayı arar. Dizeleri bir kez daha Said’i çağırır: “sürgün olarak entelektüel mutsuzluk fikri” şaşkın bir neşe yaratabilir mi? Arttırıyorum, bir coşku? Öz’ün anımsattığı, hiç unutmamanın coşkusudur. Onun zihnindeki aydınının “kullanışlı unutkanlıkları” yoktur. Sınıfları, yoksulluğu, geceleri ve ütopyasını unutmaz. Aynı coğrafyayı paylaştığı Yaşar Kemal’in denemelerinde hep hatırlattığı düşünce namusuyla başlayan iyilikten yanadır. Sürgünü de, mahpusluğu da yaşamıştır, yaşamaktadır. Şiirlerinden denemelerine doğru geçersek, kültür endüstrisi eleştirilerinde düşünce namusunu görmekteyiz. Onun “iyiliği”, şiirlerinde usulca akan nehirlere benzer, sakindir ama yolunu şaşırmaz:

“Umudu tüketmedik ama pek de iyi değil durumumuz.

Çünkü şimdi liberal bile olmayan bir entel kuşağı, yazıya çiziye egemen olma hevesindedir. Gazete köşelerinde çizdikleri Cumhuriyet Cumhuriyet’e benzemiyor. Demokratik haklar onlar için yalnız bireyin daracık dünyasının ulaşılması güç, ekonomisi yalan, sanal olanaklarıyla sınırlıdır.

(…)

Neoliberalizmin “mutlak” zaferinin sahte kalesinde pişmanlıklarını, itiraflarını yazanlar arasından utananlar çıkar mı? Çıkar. Zaman geçer, su akar, yüzlerde hafif bir kırmızılık belirir. Seviniriz. Umutla bakarız eski dostlarımızın yüzüne. Seviniriz, entel bir ihanetin yoksul gölgesi yeniden üstümüze düşene kadar…”

Son olarak…

Güray Öz’ün şiir ve denemelerindeki metnin kimliğini ya da özünü ortaya sermek gibi bir iddia taşımadım. Onun kurduğu metne ve imgelere Sarah Dillon’un anımsattığı biçimde palimpsestvari bir teknikle yaklaştım. Yazılıp, silinen, unutulan ve unutulmayanın parıltısını okurun zihnindeki retinayla buluşturmaya çalıştım. Belleğe benzeyen bir papirüsün hazursuzluğunu, yazılıp, silinmeyi, sonra tekrar yazılmayı, geçmişi ve şimdiyi, birbirine geçen izlerini taşıyan Güray Öz’ün şiirlerini ve denemelerini anlamaya çalıştım.

“Yalnızlığın neşeli patikası”nda yürümeye çalıştım, altı adımlık bir hücredeki şairi keşfedebilmek için…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl