Merve Dündar’ın ilk kişisel sergisi “Hangisi Ağır Hangisi Gerçek” GaleriBu’da izleyiciyle buluştu. Dündar’ın üretim pratiğinin evrimsel takibinin sağlanabileceği serginin küratörlük görevini ise Gencer Uçar üstleniyor. Toplumsal hafıza üzerine kurulu bir tartışma alanı vazifesi gören sergi, izleyiciyi güncel sanat pratikleri nezdinde çeşitli sorular sormaya itiyor. Serginin mekânsal atmosferine ses mühendisi Kaan Işık, yapı-bozuma uğrattığı bir ses yerleştirmesi ile katkı sağlıyor.

Sergi, mekanın iki katına yayılan iki seriden oluşuyor. Özellikle ilk kattaki Taş-ı-yorum serisi, estetik açıdan çeşitli önyargılara müsait. Bu yargılardan ilkinin şüphesiz “bir sanat alanı olarak galeri” üzerine olduğunu düşünüyorum. Serinin cazibesinin temeli de, bu alanda yer almasında yatıyor. Öyle ya, kağıttan yapılma kaya heykelleri nasıl oluyor da satılabilir bir sanat nesnesi olarak karşımıza çıkıyor?

Dündar’ın dışavurumunu, ilke olarak radikal feminizme yakın bulsam da lirik ve öznel katmanlardan oluştuğu kanaatindeyim. Serginin gerçekleşmesine vesile olan üç önemli aktörle; sanatçı Merve Dündar, küratör Gencer Uçar ve ses mühendisi Kaan Işık’la beyin fırtınalı bir sohbet gerçekleştirdim.

Öncelikle serginin küratörü olarak senden bir girizgah alabilir miyim, Gencer?

Gencer Uçar: Hangisi Ağır Hangisi Gerçek? sergisi toplamda 2 seriden oluşuyor. Galerinin iki katına böldük bu sergiyi. Alt katta Taş-ı-yorum serisini görüyoruz. Burada kelime oyunları var; birkaç anlam ifade ediyor serginin ismi. İlk olarak gördüğümüz imge olan taş, taşımak, taşı yorumlamak, taşıma eylemi ve bir yük olarak okunabilir.

Taşmak gibi mi?

G.U.: Yani evet, bir yük metaforu oluşturuyor aslında, bu da Merve’nin tamamen kişisel yaklaşımı. Taşlarının oluşturmaya çalıştığı ağırlık hissinden bahsediyor. Taş-ı-yorum serisi aslında Merve’nin iki yıldır oluşturduğu bir pratiğin ürünü. Önceki dönemlerde kağıdı daha farklı kullandığı çalışmaları var, bu işlere çıkış noktası sayılabilecek. Bu işler serginin ikinci katında Birikenler serisiyle karşımıza çıkıyor.

Tam olarak üretim pratiğinizi öğrenelim o halde, nasıl başlıyor? Kelimeler neye göre seçiliyor, nasıl yazılıyor?

Merve Dündar: Kelimeler üzerine çalışmalarım 2016 ortalarında başladı. Duyduğum kelimelerin bir datasını tutarak başladım; fark ettim ki bu kelimeler hepimizin kullandığı ve artık farklı anlamlara gelen, daha doğrusu üzerine farklı anlamlar yüklenen imgelerdi. Dolayısıyla da çok duyduğum kelimelerdi, kendini tekrar eden ve dönemin şartlarını göz önüne seren kelimelerdi. Demokrasi örneğin, tarafların tümünün kullandığı ancak bambaşka durumları tarif eden bir kelimeydi. Ya da ne bileyim, birlik sözcüğü kutupları besliyordu kelime anlamı aksine.

Biraz politik başladı o halde?

M.D. : Biraz sanıyorum. Ancak iyi izah etmek gerekirse, şöyle diyeyim çevrede duyduklarımız ruh halimizi, bakış açımızı şekillendiriyor. Ben o dönemin ruh halinde biraz bunalmaya başlamıştım ve o kelimeleri biriktirdim. Dolayısıyla ister istemez politik çoğunluklu oldu.

Kelimeleri biriktirmekten kastınız nedir? Nasıl oluşuyor bu data?

M.D. : Not alıyorum sonra bilgisayarda yazıyorum. Times New Roman kullanıyorum font olarak, en standart en akademiğiyle yazıyorum özellikle. Sonrasında kelimelerimi basıp kesiyorum ve üst üste bindiriyorum. Çalışmalarımın ilk başladığımda daha yan yana, hece fişleri gibi bir dizilimi vardı. Sonrasında ben onları üst üste koymaya başladım ve bu işlerime boyut faktörünün de eklenmesine vesile oldu. Boyutlandıkça kelimeler daha da büyüdü ve başka kelimelere de kapı araladı.

G.U. : Şöyle açıklayabiliriz, genişleyerek büyüyemeyeceği için üst üste büyüdü.

M.D. : Dolasıyla zaman – katman ilişkisi oluştu. Döneme göre kelimeler, renkler, kurgu değişti.

Senin Merve’nin üretimine bu kadar hakim olman da çok ilginç Gencer?

G.U. : Merve’nin Ortaköy’deki atölyesini ilk kez bundan birkaç yıl önce ziyaret etmiştim. Bu noktaya gelene kadar bütün aşamalarında üretiminin içindeydim. Örneğin ilk dönem işleri tuval üzeriydi, benzer imajda peyzaj çalışmaları vardı. Kelimeler ve taşlar, son dönem üretim pratiğinin olgunlaşmış net geri dönüşleri bana göre. Merve ilk denemeye başladığında örneğin, kelimeler harita gibi, kağıdın üzerine yapıştırılmış farklı formlardan oluşuyordu; hatta Türkiye haritası formu bile vardı içlerinde. Merve’nin işleri genellikle toplum olarak içinde bulunduğumuz durumun kolektif bir yansıması gibi algılanabilir.

İşlerde gözüme çarpan önemli bir ayrıntı da organik formlara yakınlıkları. Bu bilinçli yapılan bir durum mu?

M.D. : Evet, kesinlikle. Yeryüzü şekillerini referans aldığım pek çok işim var; volkan örneğin. İç dünyamızı da sembolize edebilirler pekala.

G.U. : O formlar bambaşka bir şeye dönüştüler tabii.

Peki tüm bunlar arasında bir çağrışım var mı? Dilden edebiyata, kelimeden kağıda bir bağ var mı? Medyum olarak kağıdın kullanılması ve hatta kağıdın bambaşka bir şeye evrilmesi durumu da var tabii…

G.U. : Evet aslında kağıdı kaynatıp gördüğün taşlar haline getiriyor Merve. Bunun ilk denemelerini ufak tefek taşlarla atölyesinde bana gösterdi. Ben kelimelerle eş zamanlı olarak böyle bir şey ürettiğini bilmiyordum ve açıkçası bunlara vuruldum. Bunlara ne yapabiliriz, nasıl genişletebiliriz, neler olabilir vs. üzerine çok uzun süre düşündük. Daha sonra Merve’nin bir Karadeniz seyahati oldu…

M.D. : Şöyle başladı aslında; kelimeleri üretiyordum, Türkiye zor bir dönemde, biz Karadeniz’de bir doğa seyahatine çıktık. Yürüyüş yapıyoruz. Orası çok yüksek rakım olduğu için dağlar parçalanmış taş dolu… Ben o sırada o parçalanmayı içselleştirdim sanıyorum. Ve döndüğümde taşlar ile ilgili bir şey yapmak istedim. Üç boyuta geçme isteğimle malzeme bilgim birleşti. Boyut kazandırayım, kağıttan yapayım vs derken, bir baktık gerçekten taş gibi oldu bunlar. İzleyiciyi dokunmaya teşvik eden, merak ettiren bir şeye dönüştü. Ben çok uzun süre neden sevdiğimi ve neden yaptığımı sorguladım bu işleri bu arada.

G. U. : Bana göre niye yaptığını bilmeden başlaması zaten işin samimiyetini gösteriyor. Çünkü iş izleyiciyle birlikte performatif bir yön buluyor.

İzleyicinin refleksi işin bir parçası haline geliyor…

G. U. : Kesinlikle öyle. İnsanlar heykellerle ilk karşılaştığında kısa süreli bir şok yaşıyorlar. Anlamlandırmaya çalışıyorlar, bu kaya nasıl buraya asıldı, buraya bunlar nasıl taşındı vs…

M. D. : Dokunma hissi özellikle, herkeste ciddi bir dokunma isteği var. İşlere bakış açısını besleyecek bir şey anlatayım başımdan geçen… Görüntü olarak çok hantal olsalar da oldukça hafif bu taşlar tabii ki. Sergi öncesi ben bunları taşırken yan komşumla karşılaştım. Koşarak gelip yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Anlamlandıramıyor ve yanıma gelip bir yandan dokunmak istiyor. Israrları sonucu kucakladı sonra ve durumu farkedince daha da şaşırdı. Aslında o gerçeklik hissi ile de uğraştığımı fark ettim. Kelimelerde de olduğu gibi o göreceyi gördüm.

Taşlar çok fazla bireysel okumaya açık esasen.

G. U. : Kesinlikle farklı okumalara açık, işin doğası gereği de çok önemli. Merve’nin manipülasyona bakış açısı da aslında serginin kavram olarak temellerine bu şekilde oturuyor. Yani insanların yaklaşımıyla Merve’nin yaklaşımı birbiri ile çatışıyor. O çatışmayı hedefleyen bir sergi.

Açıkçası beni en çok heyecanlandıran kısım da burası oldu: İzleyiciyi daha ilk anda sorular ve yargılara iten bir forum alanı düzenlemişsiniz. Anlık olarak “Taş koymuş, yaaani? Bu da sanat mı? Bu niye burada, bunun burada olmasının amacı nedir?” Bu tarz sorular sıkça karşımıza çıkıyor ve işler o dinamiği besliyor bana göre. Siz bu durumla ilgili ne düşünüyorsunuz?

M. D. : Önceden bahsettiğim gibi ben de ilk zamanlar neden yaptığımı bilmiyordum bu işleri. Sonrasında sonuca ulaştım: Benim için bu taşları yapış süreci kişisel bir kazı süreciydi. İçsel bir kazı… Giren kişinin aynı şeyi hissederek onun da kendini kazıması gerekiyor. Kendine göre yorumlaması gerekiyor.

Şu da var bence, bu biraz tartışma konusu aslında; bu sanat nesnelerinin amacına yönelik olması veya bir amacı olması gerekiyor mu?

M.D. : Gerekmiyor. Amacı tamamen kişisel kazı. Yani ne hissettiriyor ne ifade ediyorsa o, didaktik hiçbir amacım yok.

G. U. : Hiç bir zaman bunları nasıl bir artwork haline getirebiliriz gibi bir kaygımız olmadı. Bu mekan bizim için maddi manevi tek bir yerleştirme olarak burada. Açıkçası “biz bu taşı şöyle künyeleyelim, bu taşı şu kadara satalım, şöyle yapalım, bu böyle bir artwork…” gibi kaygılardan oldukça uzağız… Bu yerleştirmeyi hazırladık ve sunuyoruz, şimdi bu sanat mı? Bilmem! İzleyen buna karar verecek. Zaten bu, bu dönemde ucu oldukça açık bir soru.

1) Merve burada sanat mı yapmaya çalışmıştır? Bilmiyorum bunun öyle bir tanımlaması yok. 2) Kaan (Işık) burada sanat mı yapmaya çalışmıştır? Onun da öyle bir tanımlaması yok. Ben zaten… Duygunun, manipülasyonun ve içsel bir kazımanın mekan kullanımıyla nasıl yansıyabileceğini gösteriyoruz.

Manipülasyondan kastın nedir? Biraz açar mısın?

G. U. : Üzerinden belirli bir vakit geçtiği için insanların performatif olarak nasıl yaklaştığını gözlemleyebiliyoruz. İnsanlar gerçekten taşlara dokunmak kaldırmak istiyor. Gerçeklik hissi çok önemli çünkü serginin yapmaya çalıştığı şey bu. Gerçek olan bir şeyi görüyoruz bunu belli bir form olarak görüyoruz ama aslında Merve bizi burada manipüle ediyor. Doğa bizi burada manipüle ediyor. Kaya imgesi bizi manipüle ediyor. Renkler, dokular, tüm bunların yaptığı çağrışımlar bizi manipüle ediyor. Merve’nin yukarıdaki işleri de manipülasyona uğramış kolektif bir zihnin forma dönüşmüş halleri diyebiliriz. Bunu devam ettirirken taşları kullanmasının sağlam bir metafor olduğunu düşünüyorum. Merve’nin üretim pratiğini tüm yönleriyle izliyoruz.

Evet işler birbirlerine referans oluşturuyorlar aslında… Biraz duyulardan bahsetsek, işlerin öyle bir yanı da var farklı duyularca anlaşılmak istenen. Mesela ben direk geldim şu taşı kokladım…

M.D. : Koklama yöntemi üzerine düşündüğüm bir şeydi, hatta nasıl bir yol izleyeceğimi buldum fakat artık serginin sonlarına yaklaşıyoruz… Yine de bunu amaçlıyordum. Aynı hisle Kaan’ın işi olan ses enstalasyonunu ekledik.

G.U. : Ben işin mekanla ilişkisinden bahsetmek istiyorum biraz. Şimdi bu formlar bir araya geldi biz bunları galerinin farklı yerlerine yaydık, sergileme teknikleri üzerine uzunca düşündük. Galeri mekanının duvarlarını yosunlaştırmak, buna koku eklemek gibi fikirlerimiz vardı fakat daha sonra bunlardan uzaklaştık. Bu mekanın içinde daha önce defalarca farklı konseptlerde sergiler açtığım için artık mekanı daha iyi tanıyorum, bu yüzden bu serginin mekana oturmasını değil mekanı sarmasını istedim nihayetinde.

Mekanın bozulmadığını hatta saydamlaştığını hissediyorum ben de. Doğru bir yerleştirme olduğunu düşünüyorum…

G.U. : Evet aslında var olan mekanı yok etmeye çalıştık. Üst kattaki sergileme düzeni, Merve’nin çeşitli formlarının çerçevelenmesi ile aynı mantıkta seyrettik. Burada mekanı yok eden ve mekanın içinde doğal bir habitat yaratmaya çalışan -ama yaratmaya çalışan çünkü yaratamayız- bir dizilim bir kaygı var. Bizim için en önemli kısım kaygı zaten, reaksiyon kaygımız. Bu anlamda da Kaan’ın ses tasarımı mekanın dönüşmesinde, mekanın atmosferik olarak başka bir gerçek üstü alan olarak algılanmasına bize çok yardımcı oldu. Kaan’ın işi serginin içeriği ile ilgili betimlemeler yapıyor ve ortaya çıkarttığı şey sergi ile paralel ilerliyor.

Sesin bütün alanı kaplamaması, mekânsal soyutlamaya da maruz kalmak hoşuma gitti açıkçası. İki sergileme tekniğine de maruz kalmak… Sizin üretim sürecinizi biraz öğrenebilir miyim?

Kaan Işık: Merve bana ilk bu konsept ile geldiğinde ben hali hazırda somut, sert ve agresif sesler üzerine çalışıyordum. Elimdeki bazı ses dosyalarını kendisine gösterdim. Ve anında aynı yerde buluştuk. Sonrasında Merve’nin atölyesine gittik ve üretim sürecini belgeledim. Taşların üretimi esnasında köpük sesleri çıkıyor, Merve kağıtları kesip biçiyordu. Kağıtları eritiyordu. Tüm bu işleme sürecine dair datayı, kendi yöntemlerimle yeniden dönüştürüp manipüle ederek bir kompozisyon oluşturdum. Bu kompozisyonu oluştururken kayanın biraz önce bahsettiğimiz deri gibi gözüken tarafıyla pütürlü yüzeyinin zıtlaşmasını ama aynı zamanda da aynı yerde bulunmasını göz önünde bulundurdum. Amacım tüm yönleriyle kayayı betimlemekti. Ki bu benim için bir nebze zorlayıcıydı; yaptığım iş kayanın önüne geçmemeli, onu tamamlamalıydı. Sesin mekanda homojen ve spontane dağılması için 4 farklı hoparlör kullandık.

Yine bir katmanlanma var esasında.

K. I.: Evet tabii ki. Biraz ses dosyalarından bahsedeyim. Loop mantığı ile oluşturdum hepsini, toplamda 4 dakika 23 saniye. Gel gelelim, ben bile içeriye geçtiğimde kompozisyonun neresinde olduğumuzu anlayamıyorum. Y;ani bir başlatıyorsun ve gerisi kayıp ve burada bir noktada galerinin çalışanları da performansa dahil oluyor. Şöyle oluyor, sesi her gün açıp kapatıyorlar ve bir sonraki gün aynı anda, aynı şekilde açamıyorlar. Çünkü 4 farklı ses kaynağından açılması gerekiyor. Dolayısıyla her gün başka bir tekrar oluşuyor.

Sergiyi bir tartışma alanı olarak gördüm esasen, bu nedenle sormadan geçemeyeceğim, kişisel bir sergi bu ve küratörlü bir sergi. Bu ikisinin bir arada olması kendi doğası gereği bir çelişki değil midir?

G. U. : Bu çok önemli bir nokta. Böyle bir iş yaptığın zaman galericisi de, küratörü de, ses sanatçısı da, sanatçısı da kaygı yaşıyor. En basitinden az önce değindiğin “sanat nesnesi mi, değil mi?” tartışması örneğin. Biz böyle bir kaygıyı hissetmedik ki zaten bunun bizim için hiçbir önemi yok. Beyinlerimiz bir noktada birbirine paralel konumlandı. Kavramsal çerçeveyi oluşturma sürecimde Merve’den günlük niteliğinde çok kişisel notlar aldım mesela. Standart küratöryel pratik gereği ilk etapta altı paragraflık bir metin hazırlamıştım. Sonrasında bir uyanış yaşadım; ben bu çalışmalara fikren katkı ya da fazlalıkta bulunursam fazla yönlendirmiş olacağım ve böyle bir yönlendirme yanlış dedim.

Ben de aynı fikirdeyim kesinlikle, kişisel bir sergi olduğumda sanatçının manipüle edilmemesi gerekiyor. Orası çok hassas bir nokta.

G. U.:Prodüksiyon süresince yazıp yazıp bakıyorum metinlere. Bunlar benim fikirlerim ve bu fikirleri Merve’nin anlatısına yerleştirirsem yanlış şeyler ortaya çıkacak. Bunu farkedince ben yalnızca sergi gezintisini yönlendirmeyi ve Merve’nin evrenini seyirciye göstermeyi hedef edindim. Kavramsal çerçeve konusunda da bu şekilde ilerledik o yüzden karşılıklı olarak ortak bir noktada buluşabildik.

Bu aslında piyasadan birçok insanın söyleyebileceği ama söyleyemediği samimi bir yaklaşım oluyor.

G. U.: Bilmiyorum, ben seyirciyi yönlendirmek istemiyorum yok arkadaşım eğer kavramsal sanat yapıyorsan ve bir şeyleri aktarmak zorundasın. Ali Akay’ın bir argümanı var mesela, “sanat bir iletişim değildir” diyor. Bence de tam tersi, kesinlikle bir iletişimdir ve burada da güzel bir iletişim alanı örneği var.

İşlerinizi lirik olarak görebilir miyiz? İmgeyi iredelemekten ziyade bir kuramsal alt yapıdan ziyade hissi ve kişiseller bana göre. Biraz bunun altını doldurabilir miyiz?

M. D. : Benim kavramsal odaklı çalıştığım dönemlerim var, ancak kullandığım dil o değil. Geçtiğimiz günlerde Adas’taki Standart sergisinde de yer aldım. Tamamen kavramsal bir sergiydi. Fakat küratörü benim işlerimden bahsederken daima bireysel yaklaşımım üzerinden gitti.

Benim de işlerim politik başladı diyebiliriz, az önce konuştuk. Ancak bunun dönemle alakalı olduğunu düşünüyorum o sebeple politikten çıkıp kişisele döndü zaten. Politik olanın kişiselleşmesi, nihayetinde beni etkiliyordu tüm bunlar. Yani ben öyle yaşıyordum. Onu demek istiyorum.

Hangisi Ağır Hangisi Gerçek” GaleriBU’da, 15.06.2019 tarihine kadar izlenebilir.