Önce modernleşme algısı üzerine:

Modernleşme, modernizm ve ‘gelenek’, belki de son üç yüzyılda yalnız akademik dünyanın değil toplumun önemli bir kısmının dâhil olduğu en tartışmalı konularından biri oldu. Bunun sebebi ise, modernleşmenin sosyal, politik ve kültürel havzayı içinde taşımasıdır. Her şeye ideolojik bakılması, her şeyin ‘evrenselleştirilmesi’ bu tartışmayı ister istemez güncel kılmaktadır. Oysa ideolojik bakış nasıl hatalıysa ‘evrenselleştiren’ görüşler de hatalıdır. Örneğin ‘kapitalizm her dönem ilericidir’ ve ‘modernleşme her dönem ilerici bir hamleyi barındırır” gibi tezleri ‘evrenselleştirirsek’, ‘evrensel’ bir doğru olarak kabul edersek; faşizmin ortaya çıktığı 20’li İtalya’sını ve 30’lu Almanya’sını bir önceki yıllara göre ilerici tanımlamak gibi gaflete düşeriz. Veya Marks’ın Hindistan’ın ve Afrika’nın batı kapitalizmi tarafından sömürgeleştirilmesini işgal değil de ‘ilerici’ olarak tanımlamak zorunda kalırız. Bu örnekler çoğaltılabilir. Dolaysıyla ‘evrenselleştirilen’ teorik çıkarsamaların pek de güvenilir olmadığını başta itirazımızı belirtmek zorundayız.

Toplumda ve akademik dünyada ‘ideoloji’ bir din gibi algılanır. Bu tip kuşatıcı, genelleştirici ve ‘evrensel’ bakış modernleşmeyi, modernizmi ve bunların ‘gelenekle’ ilişkisini anlamaktan uzaklaştırır. Modernleşme için ‘gelenek’ işlenirken ‘gelenek’ ideolojik, politik ve sosyolojik anlamda önemli bir dayanak olurken ve bu dayanak ‘olumsal’ bir özellik kazanırken kültür ve sanat alanında tam aksine ‘olumsuz’ bir içerik kazanır. Hıristiyan olan T. S. Eliot bile ‘geleneğin’ önemini vurgularken katı ‘gelenekçi’ tutumu eleştirmeyi ihmal etmemiştir.(1)

J. Habermans’ı referans alarak konuşursak; modernleşmenin insanoğlunun binlerce yıllık birikiminin sonucunda ortaya çıkmış ve “tamamlanmamış proje” olduğunu söyleyebiliriz. Alain Touraine “Modernlik fikri, toplumun merkezindeki Tanrı’nın yerine bilimi koyarak, dinsel inançlara, -en iyi olasılıklarla- ancak özel yaşam dahilinde bir yer bırakır. Modern toplumdan söz edebilmek için bilimin teknolojik uygulamalarının olması yeterli değildir.”(2) betimlemesi temel alındığında Türk modernleşmesinin tarihsel kökenini Tanzimat dönemine kadar götürmek olasıdır ama asıl köklü dönüşümü ve kopuşu cumhuriyet sağlamıştır.

Modernleşme, tüm dünyayı kuşatan bir tarihsel dönemdi. Hegel’in tarih anlayışını (eleştirilerimizi saklı tutarak) temel alırsak doğru çizelgede ilerleyen dönemi kapsar: İktisadi eşitsizliğin giderilmesi gerekliliği bilincine ‘varılan’, aydınlanmacı aklın temel alındığı, doğmalara karşı rasyonelliğin egemen olduğu, ulusçuluğu barındıran toplumsal, kültürel, ulusal düşüncelerin serpilip geliştiği bir dönemdir. Bu açıdan modernleşme pek çok entelektüel için; ‘geleneğin’ yani geçmişin eleştirisi, yadsınması, ‘baba katili’ olarak tasvir edilen radikal bir kopuşu gerekli kılar. Modernleşme bu anlamda ‘geçmişle’, ‘gelenekle’ köklü bir hesaplaşma ve kopuştur. Bir medeniyetten başka bir medeniyete geçiştir. Türk modernleşmesinde de Batıdakine benzer bir kopuşu kısa zaman içinde ve düzeyi çok sert nitelenebilecek şekilde yaşanmıştır. Batı’nın yaklaşık 300 yılda yapmaya çalıştığı entelektüel, siyasal ve toplumsal dönüşüm, bu uzun bir tarihsel kesitti ve bunu ‘sekülerizm’ olarak tarihleniyordu. (3) Bu süreç bizde 10 yıllar içinde olmuştur. Batı modernleşmeyi sosyal bir olgu olarak yaşarken biz politik bir tercih olarak yaşadık, dolaysıyla pek çok siyasi, kültürel sorunu içinde taşımıştır.

Tarihin ve toplumun eşitsiz gelişimi sonucu modernleşmenin Batı dünyasında öncelikle başlaması doğal kabul edilmelidir. Sorun modernleşmenin nerde başladığı değil hangi dinamikler üzerinden, hangi çelişkiler üzerinden geliştiği ve evrensel nitelik kazandığıdır. 13. yüzyıl ve 16. yüzyıl Rönesans ve Aydınlanma çağı modernleşmenin en önemli sacayakları olarak görülmelidir. Bu dönemde bin yıl geriye bakılarak Antikçağ düşünsel dünyası ve sanatıyla buluşuldu. Batının ‘gelenekle’ ilk hesaplaşması, kopuşu, bin yılı aşan Ortaçağa karşı olan tutumuyla başlamıştır. Burada yaşanan büyük kopuşu, yarılmayı görmeden ‘modernleşme ve gelenek’ üzerinde tartışmak anlamsızdır.

Rönesans ve Aydınlanma çağı kendi düşünsel dünyasını ve sanatını ‘geleneğe’ eklemlenerek (yaşananı donmuş, nas gibi görüp kabul ederek) değil onu aklın süzgecinden geçirerek, sorgulayıp tartışarak, hatta yadsıyarak yarattı. Batının bu uzun, yüzyılları kapsayan modernleşme süreci; düşünsel, sosyal ve kültürel karşılıkları olan geniş bir havzada çetin kutuplaşmalarla, savaşlarla, devrimlerle yaşandı.(4) Bu yapılırken modernleşme sürecinin temel taşları olan (geçmişe ait) olumlu unsurlar önemli rol oynadı elbette. Dante, Shakespeare, Montesquieu, Diderot gibi önemli şahsiyetler, sanat ve bilimsel alanda atılımlar sahiplenildi. Çünkü skolastik çağı aşan yeni bir dünya algısının yaratılmasına öncülük ediyorlardı. Rönesans (Yeniden Doğuş) antik çağ düşüncesi ve sanatının yeniden keşfi, bu bağlamda gerek dünyasıyla kurulan ilişki dahi modernleşme sürecinin momentleri (uğrakları) olarak görülmelidir. Batı’da bir Marks, Sartre, Adorno, Benjamin Foucault, Derrida, Baudrillard çıkıyorsa, bunun sebebi ‘geleneği’ olduğu gibi kabullenmek (bu anlamda eklemlenmek) değil onu köklü bir biçimde eleştirmek, aklın süzgecinden geçirilmesinden dolaylıdır. Bunu ‘süreklilik ve kopuş’ olarak da okuyabiliriz. Montaigne, Fichte, Kant, Hegel olmasaydı yakın döneme damgasını vuran düşünürler olmazdı. Aydınlanma çağı doğmalara karşı aklın temel alındığı yeni bir düşünsel çağdır. Bu süreci ortaçağ skolastiğine eklemleyemezsiniz. Batı’da ‘gelenek aslında ‘modern’ bir anlam taşır. Modernin dışında değil içinde bir olgudur. Bin yıllık skolastik çağın yok sayılması da bundan kaynaklanır. Skolastik çağ tek tanrılı ve tek kültürlü, çoğulcu değil tekçi, monist karakterlidir. Skolastik çağda özne yoktur, ‘tek bir tanrı’ vardır ve ona itaat edenler vardır. Oysa Antikçağ ‘çok tanrılı’ çok kültürlüdür ve ‘tanrı’ fikri olmasına karşı ‘tanrı’ bir metafor olarak ‘yeryüzündedir’, ‘göğe çıkmamıştır’.

Peki, Doğu modernleşmeyi nasıl algıladı?

Doğu modernleşmeyi, indirgemeci dille söylersek; kendine bir saldırı olarak algıladı. Çünkü Batı, Doğu medeniyetleriyle ilişkilerini iktidar ilişkisi temelinde kurdu. Bu modernleşme ülküsünden kaynaklanan bir durum değildi. Tamamen modernleşmenin geliştiği iktisadi, sosyal ilişkiden kaynaklanıyordu. Batı için doğu emperyal bir pazar olarak görüldü. Sömürgecilik ve sömürü üstünden gerçekleşen sermeye birikimi ve emperyal kutuplaşma modern dönemin çelişkiler üretmesine zemin hazırlamıştır. Oysa modernleşme nasıl tek bir sınıfa, tek bir ulusa ait değilse, tek bir iktisadi düzene de ait değildir. Modernleşme kapitalizmle başlamadığı gibi kapitalizmle de sonlanmayacaktır. Bu tarih ve modernleşme anlayışını modernizme karşı getirdiği köklü eleştiriyle bilinen Marks da sahiplenir. Modern tarihin ‘sınıf mücadeleleriyle’ sonlanacağı vurgusunu yapar. Marks’ta da modernleşme ideolojiktir, bir iktidar meselesi olarak görülür. Oysa modernleşme sınıflar üstü medeniyet meselesidir. Modernleşme ideal bir kalkışma, düşünme ve tasarıyken, modernizm bu idealin hayata geçirilmesi, yani idealin pratik karşılığıdır. Batı’da modernleşme süreci bir medeniyet algısı olarak başlamasına karşın iktidar mücadelesine sahne olmuştur. Modernleşme sınıflar üstü değil, bizzat hâkim olan sınıfın çıkarları temelinde görüldü, hayata geçirildi. Bu sınıfsal bakış ideolojik paradigmalarla kuruldu. Batı modernleşme süreci içinde hem kendi bünyesinde hem de dış dünya karşısında tutarsız bir tutum takındı. Modernleşme ‘ikna’ya dayanan temel yöntemle meşruluk sağlamak yerine, iktisadi, sosyal baskıyı öne çıkardı. Bu durum yer yer ve zaman zaman J.Baudrillard’a atıfla distopik iktidarlara yol açtı. Sınıfsal bölünmüşlük, uluslararası eşitsizlik, savaşlar gibi pek çok yaşanan olumsuzluklar modernleşmeye karşı şüpheli bir tutumun gelişmesine neden oldu.

Doğu kendisinin de kaçınılmaz olarak içinde yer aldığı modernleşmenin ikircikli (düalist) yapısı karşısında modernleşmeyi bir öcü olarak algıladı. Çünkü modernleşmenin iktisadi düzenden ziyade kültürel medenileşme meselesi olduğunu gördü. Aslında dünyada hiçbir ulus veya medeniyet modernleşme karşıtı değildir. Herkes modernleşmenin yanında; ister modernleşmeyi iktisadi bir proje alsın, ister kültürel bir proje, ister teknolojik bir proje, herkes modernleşmenin gerekliliğini bir biçimde anlamış durumda.

Tartışılan konu Doğu toplumlarının modernleşme süreci içinde nasıl yer alacaklarına dairdir. Bu meselenin politik karşılığı ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü yukarda söz etmeye çalıştığımız gibi sosyolojik veya politik alan için oluşturulan teoriler kültür ve sanat alanında ne yazık ki olumlu sonuçlar vermemektedir. Dolaysıyla ‘evrenselci’ bir çözümlemeden kaçınılmalı, alan üzerinden teorik soyutlamaya ve analize gidilmelidir. Bizi ilgilendiren, bakmamız gereken alan medeniyet ve kültür kısmıdır.

Doğu kendi Rönesans’ını ve Aydınlanmasını yaşamadığından modernleşme sürecini sürekli kendi dışında cereyan eden bir gelişme, kendine dayatılan süreç olarak okudu ve şüpheyle yaklaştı. Ama bundan da kaçınamayacağını gördü. Dolaysıyla modernleşmeyi kendi ‘geleneksel’ değerlerini koruyarak karşılaması doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Zaten modernleşmek, medenileşmek farklıların bir arada uyumlu birliğini öngörmesi ile yetinmez, bu farklılıkların birliğini başka bir modernliğe, medeniyete taşımayı da öngörür. Modernleşme bir uzlaşma kültürüdür ama bu kültür ideolojik bakışın üzerinde bir okumayı gerektirir. Dolaysıyla ‘geleneğin’ taşıdığı ideolojik içerik törpülendiği sürece modernle uzlaşır, ‘geleneğin’ sekülerleşmesi ancak böyle olur. Doğu modernleşmeyi bir Batı kültürü ve dayatması olarak algıladığı için ‘gelenek’ sürekli ideolojik bir savunu olarak yeniden üretildi.

Türk şiiri de belli kanonlar ve algılarla günümüze taşındı. Bu kanonları ve genel kabulü tartışan ve bunlara itiraz eden çok az şair ve eleştirmenimiz var. İlki ‘modernleşme ve gelenek’ ilişkisini sorgulayan, hâkim ideolojik algıya itiraz edebilen ve bunun dışına çıkabilen Özdemir İnce’dir. Ö. İnce’nin ‘gelenek’ tanımının ideolojik boyutunu kavraması ve bunun şiir ‘geleneği’ üzerinde hissettirdiği olumsuz duruma karşı geliştirdiği ‘antoloji’ kavramı canlılığını halen korumaktadır. Ö. İnce’nin ‘gelenek’ itirazı aslında ‘ölmüş ideoloji’ diye de tanımlanabilecek olan ‘geleneğin’ sürdürülmesine karşı bir tutumu içerir.(5) İkincisi ise Cemal Süreyya’dır! C. Süreyya ‘Folklor Şiire Düşmandır’ yazısıyla hemen hemen aynı kaygıyı şiirin içinden dile getirmeye çalışır. Bu iki şairimizin şiirlerinin gücü, başarısı veya başarısızlıkları bir yana, şiir üzerine sözünü ettiğimiz eleştirileri gündeme taşımaları önemsenmelidir. Çünkü hâkim söylemi kıran, yeni ufuklar açan, tartışmaya ve estetik arayışlara yöneltmesi açısından edebiyat ve şiir dünyamıza zenginlikler katarlar. Cemal Süreyya’nın açık olarak hedef almazsa da ‘Folklor Şiire Düşmandır’ tezi, her ne kadar dil ve ‘biçem’ temelinde geliştirilmiş bir eleştiri olsa da ‘geleneğin’ ideolojik kuşatmasına karşı bir eleştiri olarak okumak, ‘geleneğe’ bakış açımızı zenginleştirecektir.(6)

Edebiyat ve şiirimizde modernleşme ve modernizm meselesi:

Türkiye’nin edebiyat alanında en ileri olduğu alan şiirdir. Şiirde modernleşme şu üç durum üstünden gerçekleşmiştir: Birincisi güçlü bir divan ve halk edebiyatı ‘geleneği’ ile sürekli hesaplaşması. İkincisi İslam Tasavvufunu temel alan hümanist bir felsefeyi benimsemiş şiir ‘geleneği’ ile hesaplaşması. Üçüncüsü de;  Batı modernleşmesini çok yakından takip etmesiyle söz ettiğimiz iki ‘gelenekle’ sürekli karşı karşıya gelmesi. Bu üç olgu politik ve sosyal gelişmeleri kendi koşulları içinde yaşamasından dolayı modern Türk şiirinin ne kadar zor bir alanda kulaç attığını da gösterir. Bu zorluk dünya çapında anılacak çok iyi şairlerin, iyi şiirin de ortaya çıkmasına zemin olmuştur.

Batı’nın yaşadığı Rönesans ve Aydınlanma çağını biz içsel bir olgu olarak yaşamadık. Politik alanda ve günümüzde süregelen ana tartışma modernleşme, ‘ulus-devlet’ anlayışıdır. Muhafazakârlar, bugün dâhi ‘muhafazakâr değerlerle modernleşeceğini’ savunurken daha çok ‘batıcı’ olarak bilinen seküler, laik kesim, modernleşmeyi ‘gelenekle’ köklü kopuş olarak gördü ve bu modernleşme anlayışı uzun zaman resmi görüş olarak benimsendi. Bu iki anlayış aslında yalnız politik alanı kuşatmaz, aynı zamanda bu anlayışların sosyal ve tarihi karşılıkları vardır. Nitekim bu sebepten dolayı ‘1923 Devrimi’ yaşanmıştır. Bu iki modernleşme anlayışı her ne kadar birbirlerine hasım olsalar da bir ‘ulus – devlet’ içinde iç içe günümüze taşınmıştır. Politik ve sosyal alandaki bu kutuplaşma, uzlaşmaya mesafeli duran bu tutum, edebiyat ve şiirde de söz konusu mu?

Edebiyat ve şairlerin eserlerine bakıldığında bu ideolojik farklılık ne yazık ki eserlerde de gözlenmektedir. İslamcı, muhafazakâr, laik, seküler, sosyalist, solcu vb. ideolojik sıfatlarla edebiyat dünyamız ayrışmış durumda. Bu durum yaklaşık 200 yılı aşkın süregelmektedir. 1876 yılını bunun ilk politik cisimleşmiş hali olarak görmekte yarar var gibime geliyor. Modernleşme nasıl olacak, ‘geleneğe’ sahip çıkarak modernleşmek olanaklı mı, yoksa ‘gelenekle’ köklü kopuşla birlikte mi modernleşme sağlanacak? Bu tip sorular çoğaltılabilir ama bu yaşanan durumu üreten bir dünya olduğu unutulmamalıdır. Modernleşme, ‘gelenek’ sanki bir paradoks gibi sürekli yeniden üretilmekte ve politik alanın ideolojik malzemesi yapılmaktadır. Yani modernleşme, modernizm ve ‘gelenek’ iktidar söyleminin uzantısı olarak gündeme gelmektedir. Bir din tartışması gibi sürekli üretilmektedir. Pek çok entelektüelimiz, sanatçımız ve eleştirmenimiz de bu tuzağa düşmektedir.

Batı’da 13 ve 14. yüzyıla dayanan modernleşme olgusu ‘eşitsizlik’ üreten ve bütün dünyayı etkisi altına alan iktisadi, sosyal, sınıfsal emperyal zemin üzerinde şekillenir. Hâkim algı olarak tüm dünyayı etkileyen modernleşme eşitsizliği, ayrımcılığı, iktidar ilişkisini ve emperyal kuşatılmışlığı da üretmiştir. Dolaysıyla bu bir tepkiye, kaygıya neden olmuştur. Sonuç olarak herkes bir biçimde modern dünya içinde yer alma konusunda hem fikir olmasına karşın bu modern dünyayı kendine göre uydurmaya çalışmaktadır. Yani modern dünyaya uymak değil modern dünyayı kendimize uydurmak gibi bir anlayışa sahip olundu. Kendi ‘geleneğimize’, kültürümüze paralel olanları almak, diğerlerini dışarıda bırakmak. Bu aslında ‘kültür milliyetçiliğinin’ bir sonucudur. İşte bunu besleyen şey de; modernleşmenin ‘eşitsiz’ ve hırpalayıcı karakteri olmuştur.

Modernleşme, gelenek ve Eliot

Modern şiir ‘geleneğe’ karşı çıkarak, ondan farklılaşmayı ilkesel olarak benimseyerek modern öncesi şiirden ayrılır. Modern öncesi şiirde ‘gelenek’ birbirine eklenerek süregelen bir edebi mecrayken modern şiir tam bunun tersi olmuştur. ‘Gelenekten’ kopuş yalnız bir döneme değil sürekli gerçekleşen, buna ‘sürekli devrim, sürekli kopuş’ da denilebilecek radikallikle; edebi anlayışı, dili, sentaksı, imgeyi, söyleyişi içeren köklü bir translasyondur. Bir medeniyetten başka bir medeniyete geçiştir. T. S. Eliot her ne kadar ‘geleneği’ taklit etmek için değil ‘geleneği’(7) tanımak, ‘tarih şuuru’(8) için önemsese de şiirde tutucu bir yöntemi izler. T. S. Eliot’ın kurumsal çerçeve çizmeye çalıştığı ‘gelenek’ olgusu aslında sosyolojiye ait bir kavramdır ve bu kavramı şiir alanına taşıyarak kafa karışıklığı yaratmıştır. T. Eliot özellikle şairler üzerinde ‘kuşaklar’ çözümlemesiyle bu baskıyı somutlaştırır.(9) T. Eliot İngiltere ve Batı’ya özgü olduğu kadar sosyoloji diliyle konuşur. Bizler bu konuşmayı evrenselleştirir, evrensel bir doğru olarak kabul ederiz. Bir tür diyalektik yanılsama içine düşer, genelleştiririz. Hegel bu tür fikir yürütmeyi; “Varlığın ve Yokluğun saltık ayrılmışlığı üzerine yanlış varsayımı getiren ve onda takılıp kalan o uslamlamacılığa Diyalektik değil ama Sofistik denir. Çünkü Sofistik eleştiri olmaksızın ve düşüncesizce geçerli sayılan temelsiz bir varsayımdan başlayan uslamlamadır; ama böyle saltık olarak ayrılmış görünen şeylerin kendi kendileri yoluyla, özsel doğaları yoluyla birbirlerine geçmelerini ve (ayrılıkları üzerine) varsayımın kendi kendisini ortadan kaldırmasını sağlayan daha yüksek ussal devime diyalektik deriz.”(10) diye yorumlar. Bir yandan sofistikle diğer yandan kendi kurduğu ‘diyalektiği’ tanımlayarak yanıt verir gibidir. Hegel’in büyüklüğü zaten burada. Her ne kadar evrenselci olsa da bilimsel gözlem Hegel için kaçınılmazdır. Doğu’ya baktığımızda Rönesans veya Aydınlanma yaşanmadığına göre; politik, sosyolojik ve kültürel anlamda ‘gelenek’ farklı dinamikler üzerinden okunmalı ve düşünülmeli.

T. S. Eliot’a göre ‘gelenek’ bir maymuncuk gibidir ve her şeyin kapısını açacak nitelikte kullanılır. Bu aslında konuya ne kadar ideolojik baktığıyla alakalıdır. Onda ‘gelenek’ bir tarih bilinci ve bir ideolojidir. Peki, T. Eliot’a göre tarih bilinci nasıl işler? Ona göre tarih bilinci sınıflar üstü olup birbirine eklemlenen bir doğru üzerinde akıp giden bir çizgidir. İşte bu idealist tarih anlayışı (ki Hegel’de de bu var) toplumsal, sosyolojik, kültürel ve dolaylı da olsa bu gelişmelerin sonucu değişen sanat anlayışını ıskalar. Tarihe, politikaya, sosyolojiye ait geliştirilen tarih bilincini sanat alanına uygulamak bilimsel olmadığı gibi bir kolaycılıktır da. T. Eliot’ın bu muhafazakâr bakışı aslında modern şiirin ortaya çıkış dinamiklerini okuyamamasından kaynaklanır. Dolaysıyla T. Eliot’ta ‘gelenek’ yalnız bilgi nesnesi değil aynı zamanda da estetik bir obje, tarih bilinci ve ideolojidir. Yani modern öncesi ‘gelenek’ anlayışını savunur. T. Eliot için Homeros Antikçağ, Dante, W. Shakespeare v.b Ortaçağ şairleridir ama modern şiirin ortaya çıkmasında bu şairlerin rolünü önemser, abartır ve bu nedenle de ‘geleneğe’ bakmayı, sıkıca sarılmayı önerir. T. Eliot’ın bu kaygısı şiire dair bir aidiyet arayışıdır. Şiir sosyolojisi kurmaya çalışır. T. Eliot bize modern şiirin kaynaklarını toplumsal, politik, felsefi değişimleri görmezden gelerek Batı kültürünün şiirsel ‘derinliklerine’ bakarak bulmaya çalışır, oradan da ‘sentez” bir yönelim sunar. Bu bakış açısı modern şiirin doğuş kaygılarını, ‘gelenekler’ arası kutuplaşmayı, buna neden olan toplumsal, entelektüel, politik gerilimleri ve yeni oluşumların ortaya çıkış serüvenini dışlar.

Modern şiirin en temel özelliği ‘geleneğe’ geleneksel olanı kabul edip eklemlenen, söyleyiş birlikteliği kuran modern öncesi şiiri dışlaması, ona her alanda karşı çıkması ve yıkmasıdır. Farklı bir biçimde söylersek modern şiirde klasik anlamda bir ‘gelenek’ yoktur. Türk modern şiirin kuruluşu, Batı modern şiiriyle buluşarak Divan Şiiri ve Halk Şiirine karşı radikal kopuşu (reddi mirası) içererek gelişmiş olmasıdır. ‘Gelenek’ reddedilmiştir.

Kısacası modern şiir T. Eliot’ın ideolojik ve politik olarak önemsediği anlamda ‘geleneği’ dışlar. Eğer bir ‘gelenek’ söz konusuysa bu modernleşme ve sonrası gerçekleşen birikimi temsil eder. Ebubekir Eroğlu haklı olarak; “Gerçek şu ki, bugünkü şiirimizin gelenek sayılabilecek öğeleri yüz yıllık geçmişle açıklanabilir. Dayanacağımız değerleri ve karşı çıkacağımız yönleri ile şiirimizde yeni bir gelenek oluşmuş durumdadır. Yani Türk şiiri modern dönemiyle de bir geleneğe sahiptir.”, der.(11)

Bizde modernleşme hakkındaki tartışmalar

Kurumsal açıdan en köklü dönüşümü Cumhuriyet ile birlikte devlet, siyaset, bilim, dil, kültür, eğitim ve düşünce alanında yaşadık. Bunların olumlu, olumsuz haliyle ve nedenlerine az önce vurgu yapmaya çalıştık.

Bütün bu olumsuzlukları içermesine karşın çok güçlü bir şiir ‘geleneğimiz’i kurmayı başardık, bu ‘gelenek’ az önce söz ettiğimiz gibi üç ana damara karşı bir tutumu içerir. Batı şiir ‘geleneğinde’ de böyle olmuştur. Ya modern şiir yazarsınız ya da yazmasınız. Modern şiir ve kaynakları bellidir, modernist veya avandgard şiir bellidir.

Bugün Türk şiirinin kaynağı, yaratıcı dinamiği modern dünya algısı ve seküler şiirdir. Modern şiiri Cemal Süreyya’nın kendi şiirini tanımlarken sarf ettiği gibi bir ‘kriz şiiri’ olarak tanımlamak belki daha doğrudur.

Modern şiir büyük ve kapsayıcı bir yıkımla ortaya çıkmıştır. Bu dinamik güç modern şiirin motorudur. Sonuç olarak T. Eliot’ın ‘gelenek’ anlayışı modern şiir için bir referans oluşturmaz, oluşturmamalı diye düşünüyorum. Batı’da T. Eliot’ın bakış açısı kabul edilebilir değil. Türk şiirinde ise bu anlayış politik, kültürel ve sanatsal açıdan pek çok yanlış çıkarsamaya yol açabilir.

Bizim modernleşmemiz, cumhuriyetimiz Batı’da olduğu gibi bir medeniyetten bir başka medeniyete geçiştir. Bunu siyaset bilimcilerimiz, edebiyatçılarımız ve şairlerimiz uzun zamandır vurgulamış ve dile getirmişlerdir.

T. Eliot bile gelenek konusunu irdelerken, “Hiçbir ozanın, hiçbir sanatçının tek başına bir anlamı yoktur. Onun anlamı, değerlendirilmesi, ölmüş ozan ve sanatçılarla olan bağının değerlendirilmesidir.” der. ‘Gelenek’ böyle bir anlam taşımalı. ‘Geleneğin!’ içinde kendi yerimizi, şiirimizin yerini bulur ve tanımlarız. Çünkü başımız sıkışınca onları okuyarak nefes almaya çalışır, farklı arayışlara gireriz. T. Eliot’ın vurguladığı gibi; sanatçı ‘geleneği’ taklit etmemek için geleneğe başvurmalıdır. ‘Gelenekle’ farklılığını ortaya koymalıdır ki yaratıcı edimi gelişebilsin. ‘Geleneğin’ bilincinde olmak böyle bir şeydir.

Hiçbir sanat eseri tüm zamanların sanatsal ihtiyacına ve algısına hitap etmez. Böyle olsaydı Homeros’u okumakla yetinirdik veya Homeros gibi yazmayı sürdürürdük. Eliot’tan aktardığım son kısa anekdot konuya doğru bir yaklaşım sunmaktadır. Burada ‘gelenek’ vurgusu bir bilgi objesiyle sınırlıdır. Bu anlamda olumlu karşılanmalı. Özdemir İnce sanırım Eliot’taki bu özelliği fark etmiş olacak ki şiirde ‘gelenek’ yerine başka bir kavram önerir: “Ben bir süredir, gelenek yerine antoloji sözcüğü kullanıyorum: Antolojiyi okumak, antolojiyi bilmek, antolojiyi tanımak”(12) vurgusu bence önemli bir itiraz olarak karşılanmalıdır.

Türkiye’de ‘gelenekçi’ olarak bilinen ‘muhafazakâr’ şiir anlayışı üzerinde tartışılabilecek en etkili isim, entelektüel Marksist siyasa ve İkinci Yeni geleneğinden gelen Hilmi Yavuz’dur.

H. Yavuz tarih ve edebiyat okumayı “Batı-Doğu” karşıtlığı üzerinden ele alarak, birbirini dışlayan okumanın bizi bir yere taşımayacağını söylemişti. Medeniyet, tarih ve edebiyat okumayı bu yaklaşımla, iki medeniyeten beslenecek bir okuma önerir. Zaten “Sahih Şiir” bu doğrultuda kuramlaştırılmıştır. “Sahih Şiir” anlayışını H. Yavuz’un bireysel şiir poetikası olarak görmek gerekir. Bu şiir anlayışı bugünü dünden tarih okumasıyla kavramaya çalışır. Bu anlamda T. Eliot ve Adonis’e çok yakın durur. H. Yavuz’un şiirlerinin bir kısmında yer alan medeniyete dair pek çok, sembol, adet, inanç, kültürel metaforlar söz konusu. Günümüz şairi bu genişlikte bir coğrafyadan söz almayabilir veya şiirlerini bu uzam içinde kurmayabilir. Ancak güncel olandan daha yakın tarihten esinlenerek, kendi ontolojisini kuran şiirler de, H. Yavuz kabul etmese de, onun deyimiyle pek tabi ‘sahih’ olabilir. Sorun şiir tarihine yabancı kalmamak ve ideolojik kutuplaşmanın (Doğu / Batı- Kemalizm-Kemalizm karşıtlığı vb.) ötesinde dünyayı ortak medeniyet temelinde kurgulamakla alakalı. Modernleşme bize bunu sunmakta.

‘Gelenek’ üzerine konuşmayı sevenlerin, konuyu dile getirirken ve sosyolojik bir olgu olduğunu belirtirlerken aslında sorunu (ben buna paradoks diyorum) politik olarak gündeme getirmektedirler. Türkiye’de özellikle Cemil Meriç ve H. Yavuz ‘modernlik ve gelenek’ ilişkisini bu temelde ele almışlardır. Yani Modernliğin ‘geleneği’ içerdiğini, dışlamadığını anlatmaya ileri sürerler. Doğu-Batı / Modern ve ‘gelenek’ aslında mesafeden, kültürel farklılıktan, ulusal kutuplaşmadan ve sınıf farklılaşmasından doğar. Bu farklılaşma bir gerçekliğe sahip olsa da, ilelebet korunması gereken bir ayrışma değildir. Birbirleri içinde erimesi gereklidir ve bu zaten yaşanmaktadır. Yani dünya tek bir evrensel medeniyete doğru yöneliyor ve biz bu medeniyeti bütün farklılıkların korunarak politik alanda silikleşmesi olarak düşünmeliyiz. Bu anlamda ‘gelenek’ içselleştirilmesi gereken bir sosyal gerçeklik olarak görülmelidir. Bu söylediklerimiz sosyolojiye aittir sanat ve edebiyata ait değildir, olmamalıdır. Çünkü sanat ve edebiyat özellikle modernleşme sürecinde apayrı bir dünya olarak bağımsızlığını kazanır ve o şekilde ilerler. Ancak bu sanatın hayatla ilişkisinin tamamen kesildiği anlamına gelmez. Modernist tüm itirazlara baktığımız da karşımıza sanat ve hayat ilişkisi çıkar. Bu temas ‘iktidar’ perspektifinde değil modernleşme kurgusu, anlatısı temelinde yaşanır.

Dolayısıyla modernin içinde klasik anlamda ‘gelenek’ yoktur ya da dönüştürülmüştür. Geçmişte yazılan, modern öncesi şiir üzerinden anlaşılan ‘gelenek’ ideolojik bir iddiadır, bu iddiadan sıyrıldığı sürece modernle uyuşur. ‘Gelenek’ geçmiş, yaşanmış bir olgu olarak düşünülmelidir. Sosyolojide modernin başarısı “geleneğin” modern içinde eritilmesiyle alakalıyken sanat ve edebiyatta modernin başarısı ‘geleneği’ reddetmesiyle ilgilidir. Soruna sosyolojik açıdan bakarsak ‘geleneğin’ toplumsal karşılığını gözlemleriz. Pek tabi bu sınıfsal çelişki ile açıklanabilir ki bu çelişkinin hangi zeminde üretildiği yukarıda belirtilmiştir. Sonuç olarak modern kapsayıcı olandır ve ‘geleceği’ imler. ‘Gelenek’ yok oluşu, olup bitmişi temsil eder. Bu sanat ve edebiyat için daha çok böyledir. Dolayısıyla ‘gelenek’ nostaljidir, tarihtir. Sanırım şunu söyleyebiliriz; modernliğin ‘gelenekle’ bir problemi yoktur, ama ‘geleneğin’ modernlikle problemi hep oldu. Dün de oldu bugün de oldu. Bu tespit hem Batı’nın hem de Doğu’nun modernleşme süreci gözlemlenerek yapılmış bir tespittir. Sanat ve şiirde de bu gözleme rastlarız. “Anlaşılacağı üzere gelenek, modern toplumun çoğulculuğuna karşıdır, çünkü üniterliği savunan bir ideolojisi vardır. Gelenekçi (gelenekten yararlanmacı olsa bile) şiir ise modern şiirin çoğulcu eğilimine karşıdır.”(13) Ö. İnce’nin modern şiirin çoğulcu yapısına dönük vurgusu modern şiirin dinamiklerini bize sunar. Ö. İnce modern şiirin kaynaklarının yine kendi içinde aranması gerektiğini söylemeye çalışır. Ö. İnce’nin ‘gelenek’ kavramının her alanda kullanılması ve bunun sonucunda ortaya çıkan kafa karışıklığını gidermek amacıyla ‘antoloji’ sözcüğünü kullanmasını haklı bir kaygı olarak bulsam da konuyu kökten açıklayan yeterli bir kavram değil. Çünkü her ne kadar sosyolojiye ait olsa da sanata yapışmış ‘gelenek’ diye bir kavram var. Dünyada yerleşik bir algı ve tanımı içerir. Sorun bu soyut kavramı somutlayamamaktan kaynaklanır. Modern şiir ‘geleneği’ diye bir şey var. Yalnızca moderne ait olan bir ‘gelenek’ ve bu ‘gelenek’ yukarIda uzun uzun belirttiğimiz gibi Rönesans ve Aydınlanmaya dayanır. Ayrıca birbirini dışlayarak ilerler. Dolayısıyla sosyolojinin alanına ait olan ‘gelenek’ kavramının içeriğinden tamamen farklıdır.

Aslında Ö. İnce ‘gelenek’ tanımına itiraz ettiği gibi ‘gelenekten yararlanmayı’ da doğru bulmaz. ‘Geleneğe’ olumsuz bir anlam yükler. Metin Cengiz, Ö. İnce’nin ‘gelenek’ kavramının karşısına koyduğu ‘antoloji’ kavramını doğru bulmasına karşın (14) ‘geleneği’ Eliot veya H. Yavuz gibi oldukça önemser ve olumlu atıfta bulunur ancak geleneğe sürekli bir devinim içinde olduğu, değiştiği, yeniye uyarak geliştiği gibi özellikleri de tanır: “Oysa ‘gelenek’, bir dilde yazılmış şiirin, o şiirin gelişimi, değişimi içindeki bütün bir birikim olarak değerlendirildiğinde devindirici bir özellik de kazanmaktadır. Dahası, bir ülke, bir ulus, bir dil, bir uygarlığın her şairinin yazdığı şiirin mevcut gelenekle bir hesaplaşma, bir karşılıklı ilişki içinde olduğu da diyalektik bir gerçekliktir. Öyle ki büyük bir şair o geleneği yeniden düzenler. ‘Gelenek’ de ona göre yeni boyutlar kazanır. Bu bağlamda düşünüldüğünde gelenek besleyicidir, kuşatıcıdır. Dahası sürekli oluşma halindedir. Her yazılan bu anlamda geleneğe yazılır, ama bu yazılış edilgen değildir. ‘Geleneği’ köklü biçimde değiştirecek güçleri içinde taşır. Dahası gelenek dünya şiiri birikimi olarak da ele alınabilir. Bu anlamda dayatıcıdır da denilebilir gelenek için. Yani getirdiği biçimsel, dilsel, zihniyet değerleriyle kendini dayatır. ‘Geleneği’ Özdemir İnce gibi bir antoloji olarak da düşünebiliriz. Ama asla geleneği bir Karacaoğlan’a, bir Yunus’a, Şeyh Galib’e, Nedim’e de indirgeyemeyiz. Bu adı geçenleri kendinde içermektedir çünkü gelenek. Demek ki dışlayamayız da. Öte yandan gelenek, insanlığın kültürel mirasıyla da canlı bir ilişki içindedir. Hiçbir gelenek yoktur ki, yakın kültürel coğrafyasıyla ilişki içinde olmasın. Bir üretim ve yeniden üretim ilişkisi içinde gelenek kendini durmadan yeniler. Beslendiği kültür havzasına bu anlamda kan da verir.”(15)

Türk şiiri de modern bir ‘gelenek’ yaratmıştır ama bu ‘gelenek’ Rönesans ve aydınlanmayı ıskalayan Batı modernleşmesini görmezden gelen ‘geleneğe’ veya bu ‘gelenekle’ Batı modernleşmesini kaynaştırmaya çalışan şiir ‘geleneğine’ dayanmaz. Ancak dil bilinci ve şiir bilinci anlamında kökü belki buralarda aranabilir ama Türk modern şiir geçmiş şiirden çok farklıdır. Kökü Yahya Kemal, Ahmet Haşim’e uzanan daha çok cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan şiirdir. “Modernlik umuttan ayrı tutulamaz. Bu umut, akıl ve aklın kazanımlarına ilişkin, kurtuluş / özgürleşme hareketlerine, her özgür bireyin giderek daha çok Özne olarak yaşama yeteneğine ilişkin umuttur.”(16) Eski şiirde şair bir aracıdır, nesnedir. Dine ve saraya tabidir. Modern şiir bunu aşan nitelik taşır. Modern şiir şimdiye ait olan, çağa uygun hareket eden ve 19. Yüzyıl aydınlanmacı aklın egemenliğini esas alarak her türlü dogmaya direnmeye çalışan bir şiir olarak tanımlanırsa ‘Garip’ akımı dönemine kadar geçen dönem modern şiirdir. N. Hikmet iktidar baskısından dolayı hâkim bir şiir olmadığından, bu önemli şairimizi dışarda tutuyoruz. Modernist şiiri de sanayileşen kent hayatının bütün baskılarını ve özelliklerini duyumsayan biri olarak doğmuş 19. Yüzyıl aydınlanmacı dünya görüşü çerçevesinde ortaya çıkan sanat ve edebiyata yönelik bir tepki olarak tanımlarsa, ‘Garip’ akımını ilk modernist Türk şiiri olarak değerlendirmemiz gerekir. Sanırım Orhan Veli ve ‘Garip’ akımı bu anlamda Türk modern şiiri açısından çok ama çok önemlidir.

Doğu yani bizler modernleşmeyi kaotik yaşayan bir toplumuz. Batı’da böyle bir problem yaşanmamıştır. Problem gibi görenlerin soruna politik baktıklarını, yaşanan süreci eksik değerlendirdiklerini görmek gerekir. Böyle düşünmelerinin sebebi modernleşmeyi batı geleneğine ait bir şey olarak görmelerinden ileri gelir. Oysa modernleşme; evet, Batı’da başlamıştır ama hem kendi iç dinamikleri açısından yaşadığı çelişkiler, gerilimler ve sürtüşmeler hem de periferisinde yer alan medeniyetlerle girdiği ilişki sonucu; karşılıklı etkileşimle oluşmuş ortak bir medeniyet tahayyülüdür ve evrensel bir olgudur. Batı ve Doğu’yu içine katan bir dünya algısıdır ve iki medeniyeti içinde eriten ortak bir dünya, medeniyet algısıdır.

Şiirde ‘geleneği’ dillerine dolamış olanlar ve Yahya Kemal’i aşamamış ‘gelenekçiler’ umarım bu dipnotla alakadar olurlar:

Yahya Kemal, Verlaine’in geçmişe,’18.asra’, kendi klasik ulusal kültür değerlerine dönerek ‘gerçek şiir’i bulduğuna nasılsa kendisini bir kez inandırmıştı. Düşüncesindeki ikinci önemli yanlışlık da, Verlaine’in geçmişin diliyle, ’18. Asır Fransızcasıyla’, ‘sarayda konuşulan asil lisanla, bir nevi teşrifat lisanıyla’ şiirini kurduğu için ortaya böyle güzel bir yapıt çıkardığı sanısıydı. Nitekim ‘Mallarme’nin tavsiyesini okur okumaz Paris’teki Şark Dilleri mektebi’ne’ koşmasının nedeni buydu. Bu yanlış anlama, o yıllarda, ‘şiirin asıl madeni’nin peşindeki Yahya Kemal’i, ağdalı, süslü, metaforik diliyle kendisi için anlaşılmaz, ulaşılmaz olan Divan şiirine, ‘eski şiire nüfuz etmeğe, o tarzda mısralar söylemeğe’ gelenekle bağ kurmaya, ondan yararlanmaya yöneltmişti. Gözler kapalıyken, el yordamıyla bir nesneyi ‘doğru’ betimlemek ya da sezgi yoluyla ‘doğru yön’ü tayin etmek dedikleri bu olsa gerekti. Hep batı’ya doğru giderek, yeni bir ‘Hindistan yolu’ bulunacağı umuduyla Amerika kıtasını, ‘Yeni Dünya’yı keşfeden Kolomb’un serüvenine ne kadar da benziyordu Yahya Kemal’in şiir serüveni.”(17)

Son söz:

Laik ve seküler devletler ve demokrasi tarihi günümüze değin yaklaşık 600- 700 yıl arasını kapsıyor. Bugün bizler, bu felsefe, bilim, edebiyat ve demokrasi mirasını temel alarak düşünce sistematiğimizi ve toplumsal yaşantımızı örgütleyerek mi geliştireceğiz yoksa bu insanlık mirasını Hıristiyanlık, Batı tarihi diye suçlayıp bir kenara mı iteceğiz?

Yeniden Herder, Kant, Diderot çıkarmak düşüncesi bir aptallık ve boş çaba olur. Çünkü Müslüman Shakespeare, Mallermé,  Baudelaire, Hegel, Nietzsche veya Müslüman Marks olmaz. Batılı anlamda Müslümanlık temelinde düşünce ve toplum tasavvuru da olmaz, olur dersek komik duruma düşeriz. Batı dini bir inanç olarak tanımlamayı başardı ve koydu bir kenara, biz de kendi dinimizi bir inanç olarak tanımlayıp bir kenara koymalıyız. Amerika’yı yeniden keşfedemeyiz zira orayı birileri zaten keşfetti. Sözün kısası şairin Müslüman’ı olmaz, şair şairdir. Bu Müslümanlıktan, inançtan vb. beslenilmeyecek anlamına da gelmez. Kısacası iki medeniyet insanlığın ortak mirasıdır.

“Modernleşmeyi” iki kutuplu olgu olarak ortaya koymayı ideolojik ve politik bulurum ki bu da ‘gelenekçilerin’ paradoksudur. Bu paradoks dünden bugüne taşınan ve can yakıcı bir kutuplaşmaya, modernleşme algısına yaslanır: “1839 Tanzimat Fermanı ilanıyla…’eski-Yeni’ karşıtlığı sadece tek tek yazarların ve aydınların kendi içlerinde yüzleştikleri bir olgu değil, aynı zamanda iki farklı dahası karşıt dünyayı, iki farklı zihniyeti, Doğu ile Batı zihniyetini anlatan bir çatışma evreniydi: Birincisi, büyük oranda İslam teokrasisinin biçimlediği gelenekçi, dogmatik, dolayısıyla eleştirel ve yaratıcı akla, yani bilimsel düşünceye sırtını dönmüş, mevcut yapıyı korumayı amaçlayan, yazgıcı, durağan, kapalı, mistik bir zihniyeti; ikincisi ise ilerleme düşüncesini temel alan akılcı ve dinamik bir evrimi izleyen modernist bir dünya görüşüydü. Bu karşıt dünyaların çatışması temeline dayalı Osmanlı düşünce yaşamı, 1860’lı yıllardan başlayarak bir bireşim arayışından çok, uzlaşmaz olanın, mutlaklaştırılmış savların peşinden gitmiştir….’ Doğu-Batı’ ya da ‘Klasik-Modern’ düzleminde yaşanmıştır. Ancak, aralarındaki güçlü medrese ve yönetim desteğine karşın, sürekli olarak geleneğe, geçmişe ve dine göndermede bulunan tutucu güçler, batı’nın akılcı düşüncesi ile aydınlanmış yenilikçi sınırlı sayıdaki yazar ve düşünce adamının karşısında başarılı olamamışlardır. 1880’li yıllardan itibaren de, ‘eski’lerin direnci artık düşünce yaşamını yönlendirecek dayanaklardan büyük ölçüde yoksun kalmıştır.”(18)

Modernleşme sosyolojik ve evrensel bir olgu olarak görülmelidir. Türk şiiri bu uzun süreçten bazen dolaylı bazen de daha kapsamlı etkilenmiştir. Günümüz Türk şiiri modernist ‘gelenek’ üzerinde kurulmuştur. Divan veya Halk şiiri tabi ki bir anlam ifade etmektedir. Batılılar için ‘gelenek’ ne kadar önemliyse bizim için de o kadar önemlidir. Batılı sanatçılar modern dünyayı, modern dünyanın en önemli dayanağı olan birey düşüncesini, özneleşmeyi şiirlerine ve eserlerine sokmuşlardır. Zaten bunlar olduğu için Batı modernleşmenin öncüsü oldu. Doğu’da bu zemin yoktu.

Sonuç olarak modernleşme ve ‘gelenek’ aslen sosyolojiye ait bir kavramdır. Dolaysıyla ‘gelenekten yararlanmak’ da sanat ve şiir açısından tartışmalı bir konudur. Özellikle de şiir alanında ‘gelenek’ sosyoloji ve ideolojiden çok daha başka anlamlar ifade eder. Şiirde ‘gelenek’; ‘devamlılık’ veya ‘eklenme’ değil bir bilgi, tecrübe nesnesi olarak ‘geleneğin’ ‘reddi mirası’ olarak görülmelidir. Çünkü şiirde ‘yaratıcılık’ ancak bu şekilde canlı tutulabilir. ‘Yaratıcılık’ da sanatın en önemli estetik dayanaklarından olduğu anımsanmalıdır. Modern şiirde sosyolojinin ortaya koyduğu anlamda bir ‘gelenek’ yoktur. Şimdiye değin bütün dünyada arkeolojinin dışında ‘gelenekten’ hep olumsuz bahsedilmiştir.(19) T. Eliot bu olumsuz algıya karşı ‘geleneği’ övmüş ve hiç kimsenin yapmadığı ölçüde olumlar. Türkiye’de de ‘gelenek’ dendiğinde övülerek söz edildi hatta ondan yararlanılması ‘taklit’ temelinde salık verildi. Biz de ‘geleneğin’ bir diğer yüzüne, sanatın üzerinde yarattığı olumsuz baskıya, sınırlamasına vurgu yapmaya çalıştık. Tabi ki ‘gelenekten’ yararlanabilir, buna itiraz hakkımız bile olmadığını düşünüyorum. Bana göre yeni bir ‘yaratıcılık’ alanı açmadığı sürece veya buna zemin hazırlamadığı sürece ‘geleneğe’ başvurulmamalıdır. Sanat ‘geleneğe’ mesafeli kaldığı sürece ‘yaratıcı’ faaliyeti daha özgürce sürdürebilir. Batı muhafazakâr sanatçı ve aydını bunu başardı. Bunu başardığı için ‘hâkim’ sanat ve edebiyat içinde kendine bağımsız alan açabildi. K. Hamsun, T. Eliot, E. Paund, F.T. Marinetti gibi muhafazakâr, kralcı ve faşist yazarlar ‘yüksek edebiyatın’ içinde anılır olmuştur. Bu bizde ne yazık ki başarılamamıştır. Türkiye muhafazakâr, İslamcı şairler ancak devlet desteğini yanında bulduklarında edebiyat içinde bir alan oluşturabilmişlerdir, ancak bu bile ‘hâkim’ durumu belirleyememiştir. Bunu muhafazakâr sanatçıların gerekli ölçüde Osmanlı, Arap ve Fars kültürünü önemsemediklerine bağlamak yeterince doyurucu yanıtı ortaya koymaz. Yazının başından beri savunulan ‘sekülerleşme’ tezine paralel olarak şu tespiti yapmak daha doyurucu olsa gerek. Muhafazakâr yazarların ve sanatçıların ‘sekülerleşmeyi’ yeterince özümseyememeleri Türk kültür ve edebiyat alanında ‘hâkim’ bir alan açmalarında yetersiz kılmıştır. Kanımca bu alanı ideolojik ihtiyaçlar temelinden yeniden düzenlenmeye çalışılmış olmalarında kaynaklanır. Dolaysıyla ne bağımsız, yaratıcı bir eser, ne de genel kültür ortamını kucaklayan kültür anlayışı inşa edilememiştir. ‘Sekülerleşme’ bu anlamda acil olan ihtiyaç olarak görülmelidir. Kültürel ortaklık monist yapıdan uzak bir kucaklama, inşa olarak görülecekse bunu yalnızca resmi ideolojinin taşıyıcı unsurların değil periferide konumlanan tüm muhaliflerinde ‘sekülerleşmenin’ önemini kavrayarak, ideolojiler üstü algıyla kendilerine görev edinmeleri gerekir. ‘Sekülerleşme’ bütün tarafların acil sorunu.

1)Edebiyat üzerine Düşünceler, T.S. Eliot, Kültür Ve Turizm Bakanlığı Yayınları, syf, 20

2)Modernliğin Eleştirisi, Alaın Touraıne, YKY, ‘Aklın Aydınlanması’, syf 25

3)Seküler Çağ, Charles Taylor, YKY

4)Modernliğin Eleştirisi, Alaın Touraıne, YKY, ‘Aklın Aydınlanması’, syf 23-24

5)Yazınsal Söylem üzerine, Özdemir ince, ‘Gelenek Ve Şiir’, Can Yayınları

6)Şapkan Dolu Çiçekle, YKY, Cemal Süreya, sfy 192

7)Edebiyat üzerine Düşünceler, T.S. Eliot, Kültür Ve Turizm Bakanlığı Yayınları, syf 19

8)Age, Gelenek Ve Şair, syf20

9)Age, Yeats (1940), syf 117

10) Hegel Mantık Bilimi, G.W.F. Hegel, İdea yayınları, syf 78

11) Modern Türk Şiirin Doğası, Ebubekir Eroğlu, YKY, syf 16)

12) Yazınsal Söylem üzerine, Özdemir ince, ‘Gelenek Ve Şiir’, Can Yayınları, syf 132

13) Age, syf 136

14) Modernleşme ve Modern Türk Şiiri, Metin Cengiz, Digraf Yayıncılık, syf 165

15) Age, ‘Modernleşme ve Gelenek’ syf 164

16) Modernliğin Eleştirisi, Alaın Touraıne, YKY, ‘Özne/ Ben, ben değildir’, syf 325

17)Modern Türk Şiirinde Fransız Etkileri, Kemal Özmen, syf 152, Sel Yayıncılık

18) Modern Türk Şiirinde Fransız Etkileri, Kemal Özmen, syf 152, Sel Yayıncılık

19)A.g.e syf 41