Ana Sayfa Litera Muhafazakâr “Hınç” Kaynağı: Lilith’in İsyankâr Kızları

Muhafazakâr “Hınç” Kaynağı: Lilith’in İsyankâr Kızları

Muhafazakâr “Hınç” Kaynağı: Lilith’in İsyankâr Kızları

Tüm dünyayı saran ve çağın ruhuna sızan şiddet ve saldırgan siyaset ortamı, entelektüel üretimde bulunan her insanı “Neden böyle oldu? Hani direniş yükseldikçe baskıcı rejimler son bulacaktı? Neyi öngöremedik?” sorularına cevap aramaya itiyor. Geçmişi yeniden ve yeniden okuyoruz, hangi “büyük boşlukta” bozulduğunu anlayabilmek için büyünün. “Modern insanın açmazı” üzerine pek çok teori, düşünce geliştirildi, geliştiriliyor. Gözlemlediğim kadarıyla, René Girard’ın “mimetik arzu” teorisinin (ki Nurdan Gürbilek bu teoriyi modern Türk Edebiyatı’nın ortaya çıkış sürecini açıklaması açısından çok güzel ele almıştır1) büyük ölçüde temelini oluşturan ressentiment kavramı, belki kavramı ortaya atan Nietzsche ve onu farklı bir boyuta taşıyan Scheler’ın kast ettiğinden çok farklı anlamlar da yüklenerek kullanılmaya ve bu küresel histeriyi anlamlandırmanın bir yolu olarak görülmeye başlandı. Nurdan Gürbilek’in, Tanıl Bora’nın2, Ulus Baker’in3, Hilmi Yavuz’un4 ve benim fark etmediğim belki başka düşünür/ eleştirmenlerin, özellikle milliyetçi-muhafazakâr ruh halini betimlemek adına referans verdiği bir kavram ressentiment.

Max Scheler, Almanca’da net bir karşılığı olmadığını söyleyerek Fransızca ressentiment sözcüğünü olduğu gibi kullanırken “belki” en iyi karşılığın hınç olabileceğini söylüyor. Nitekim Alfa Yayınları da kitabın başlığını “Hınç” olarak belirlemekte karar kılmış. Kaba bir tarifle ressentiment; arzulanan, kıskanılan ama elde edilemeyene karşı duyulan iktidarsız nefretin, kendini ifade edecek bir alan bulamadıkça kötücülleşip arzu nesnesinin kendisinden çok özelliklerini, taşıdığı ya da temsil ettiği değerleri küçümsemeye, değersizleştirmeye varan bir “hınç”ı ifade ediyor. Scheler’e göre, “toplumsal ressentiment en azından yalnızca politik değil, sosyal de olan ve mülkiyet eşitliğini gözeten bir demokraside cılız kalacaktır.”5Ancak Scheler, Nietzche’nin aksine, bu hıncın kaynağını “köle ahlakında”, Hıristiyan sevgi anlayışının modern hümaniterizme dönüşmesinde görüyor. Kavramın benim ilgilendiğim boyutu, ezilen-ezen ilişkisini açıklamada “ezilen”e atfedilen bu hınç duygusunun, aslında tam tersi bir endişenin kaynağı olabileceği düşüncesi. Scheler’a göre, “kadın daha zayıftır, bu yüzden daha kindar olan cinsiyettir. (…) Dişil ressentiment tehlikesi oldukça şiddetlidir; çünkü hem doğa hem de örf ve adetler, kadının en hayati çıkarının yattığı alanda, yani aşkta ona edilgin bir rol oynatır.”6

Scheler, tıpkı Freud gibi, kadını erkeğin gücüne, “penise” haset duymakla itham ederken bunun toplumsal boyutunun da farkında görünüyor aslında. Ama kitap boyunca fark ettiğim, insanlar arasında “doğal” bir güç ve anlayış farkı olduğu görüşü, Scheler’in bu kavramı güçsüz olana yıkmasına neden olmuş. Oysa –doğal belirlenimciliğe ontolojik olarak karşı olduğumu da belirterek- bu hıncın, tam da eril tahakkümün temelinde yattığını iddia edeceğim. Batı’ya karşı takınılan “Biz üstünüz, bizi kıskanıyorlar” tavrı ne kadar ressentiment içeriyorsa erkeğin kadına hasrettiği “penis hasedi” iddiası da o kadar iktidarsız arzu ifadesidir. Her ne kadar ressentiment, fiilî bir intikam alma söz konusu olduğunda ortadan kalkan bir hırs ve kin olsa ve erkekler bu kini ataerkil düzenle dışa vurmuş olsalar da ben bu hıncın ortadan kalkmadığını, sadece şekil değiştirdiğini düşünüyorum. Zira erkeğin, kadına karşı asla üstünlük kuramayacağı ve kadını kontrol altına alamayacağı bir konu var: doğurma. Burada kadına biyolojik bir üstünlük atfetmediğimi baştan belirtmeliyim. Kastettiğim, ataerkil düzende babadan gelen soyun, tamamen kadının beyanına bağlı olduğu gerçeği. Erkek asla çocuğun kendinden olup olmadığını bilemez. Bu belki de kadının sözel üstünlüğünün sağlandığı en temel alandır. Nitekim kadın cinselliğinin bu kadar korkutucu, kontrol altına alınması gereken, tehlikeli ve şeytansı tasviri de bu korkuya dayanıyor. Ben burada ressentiment’ın muhafazakârlığa has bir durum olduğu tespitini bir adım ileri taşımak istiyorum. Ressentiment, geleneksellik içinde arzusunu elde edemeyen ve bu yüzden arzunun kendisini değersizleştirerek “ataerkil pazarlığa” yenik düşen kadının içinde bulunduğu “öteki kadına karşı hınç” durumunu ifade ettiği kadar (belki bundan daha çok); moderniteyle kadına karşı üstünlüğünü ya da onu kontrol altında tutabilme yetisini yitirmeye başladığını hisseden ve bu anlamda eskiye, geleneğe, “fıtrata” dönmeyi arzulayan erkeğin muhafazakâr isteğinin de karşılığıdır. Şunu biliyoruz ki Aydınlanma düşüncesi, bireyi önceleyen ve hür iradeyi temel alan, geleneği yadsıyan öğretisine rağmen bu hürriyetin kimlere “lütfedileceği” hususunda gelenekselci olmaktan kurtulamamıştır. Hümaniter sevginin kastettiği “insan”, erkekti. Bu yüzden kadınların, “hınç”larını aktive etmesi gerekiyordu –ki ettiler. Bütün mesele burada başladı. Fiziksel üstünlüğü konusunda şüphe duymayan ya da duymamaya kendini motive eden erkek, kadınların güçlenmesi ve ona ayrılan özel alan sınırlarından çıkmasıyla tehdit altında hissetmeye; buna karşın biyolojik indirgemeci argümanlar üretmek ve baskıcı uygulamalar dışında “entelektüel” bir ikna mekanizması kuramamaya başladı. Bu anlamda modern erkek, kendini müthiş bir dilemmanın içinde buldu. Savunduğu hür irade ve insan temelli adalet sistemine göre ya kadınları insan saymayacak ya da bu iktidarı bölüşmeye razı olacaktı. İşte bu noktada ressentiment oluşmaya başladı. Bunu edebiyattaki canavar-melek kadın anlatılarından, kadınların insan-dışılığına dair her türlü tasvirden anlayabiliyoruz.

Türk edebiyatı da bu hınçtan çeşitli şekillerde nasibini aldı. Bu hınç, sadece Batı’ya karşı duyulan kıskançlık ve kendini aşağıda görme sonucu Batılı değerleri aşağılama olarak değil, “sokağa çıkan kadın”ı aşağılık görme şeklinde de ortaya çıktı, çıkıyor. Deniz Kandiyoti’nin ifadesiyle “ataerkil pazarlık” içine giren kadınlar, arzu duydukları “agora”ya erişemedikçe dışarıyı ve dışarıdaki kadını küçümsemeye, ona karşı duydukları hıncı erkeklerin hizmetine sunmaya başladılar. Nitekim edebiyat sahasında ayakta kalabilmek için diğer kadın yazarları görmezden gelen, erkek yazarlara “ben de sizdenim” demenin bin bir yolunu bulan, feminist olmadığını ya da cinsiyeti nedeniyle hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadığını her fırsatta ifade etmek zorunda hisseden kadın yazarlar, bu işbirliğinin en güzel örneği olsa gerek. Konuya dönecek olursam eril ressentiment, modern cumhuriyetin kurucularından milliyetçi-muhafazakâr aydınına kadar tüm Türk erkek entelektüellerde rastlayabileceğimiz bir durum. Özellikle yazın alanında var olmaya çalışan diğer kadınlara duyulan hınç, ne kadar bastırılmak istenirse istensin kendini satır aralarında belli ediyor.

Ben burada örneği, milliyetçi-muhafazakâr çizgiye kaymasına rağmen kadın ve cinsellik üzerine oldukça “cüretkâr” yazılar yazan; ama her seferinde, kadınlarla ilgili olmayan meselelerde bile kadınları bir şekilde küçümsemeyi ihmal etmeyen mistik yazarımız Peyami Safa’dan vereceğim. Ötüken Yayınları’nın, konularına göre tasnif ederek yayınladığı köşe yazılarının Kadın, Aşk ve Aile başlığı altındakilerde –ki her biri ayrı birer eleştiri yazısını hak ediyor- “aşk cinayetleri”ne karşı olduğunu, bunun cezaî bir indirim sebebi olamayacağını söylediği ve üstünkörü bakıldığında kadın haklarını savunuyor görünenlerinde bile kadınlara karşı pasif–agresif bir hınç okuyabiliyoruz. Örneğin tüm dünyada, kadınların erkeklerden daha fazla roman okuduklarını; ama bu romanların çoğunlukla zaman geçirmek için, romantik bir hisle okunduğunu belirttikten sonra; “Kadınlar ve gençler arasında kadınlıklarının ve gençliklerinin şartlarını yenerek birer fikir adamı tecessüsü kazanmış olanlar yok değildir.” diyerek iltifatta bulunan Safa’nın (bırakın kadın yazarları), okuyucu olarak kadınlara bile tahammül eşiğinin düşük olduğunu söylesem ileri mi gitmiş olurum? Nitekim Safa’ya göre, “birçok durumda kadının ağlaması (bile) merhamet değil, hiledir.”7

Peki, Lilith mitini ilk defa duyduğunda Safa’nın tepkisi nasıl olmuştur sizce? Lilith’in Adem’le aynı çamurdan yaratıldığını; ama Adem’le eşit olmak istediği ve asi davrandığı için Adem’in talebi üzerine yok edilip yerine uysal Havva’nın yaratıldığı mitosu aktardıktan sonra, şöyle devam ediyor Safa:

İşte bundan sonradır ki feminist, isyankar, geçimsiz Lilith, köpük gibi havaya karışır ve yerine, her türlü menşe iddialarının kökünden kazınması için Havva anamız, Hazreti Adem’in eğe kemiğinden yaratılır. Görülüyor ki Lilith, İngiliz feministi Leydi Astor’dan, Bayan Nakiye’den ve Nezihe Muhittin’den çok evvel kadınla erkeğin müsavi haklara sahip olduğunu iddia etmiş; fakat o tarihte miting yapacak meydan pek bol olduğu halde zavallı Lilith’e yardım edecek tek kadın bulunmadığı için bu iddia, sahibinin vücuduyla beraber, köpük halinde ebedî unsurlara karışıp gitmiş.”8(vurgular bana ait)

Burada eril ressentiment’ı görmemek mümkün değil. Lilith’in fikirlerinin “bedeniyle birlikte” yok olmasının Safa’ya verdiği hazzı, onun ve tam da o sırada yükselen feminist hareketin karşısında duyduğu iktidarsız hıncı “zavallı Lilith” ifadesinde de hissediyoruz. Safa bu kadarla kalmıyor tabii –malum, huyu değildir. Yazının devamına bakalım:

Kainatta hiçbir zerre kaybolmaz. Lilith’in zerreleri de binlerce asır içinde kim bilir nasıl bir gizli çalışmayla, yeni terkipler arayarak organize bir cevher haline gelmeye çabalamış ve nihayet bugün, bir sürü komünist ve feminist kadının, aralarındaki büyük sistem farkına rağmen, müşterek zekâ bünyelerinin eczasına karışmaya muvaffak olmuş! Öyle ki bugün Lilith, hukuk ve kalite bakımından erkekleşmek isteyen kadını; Havva da kendisi kalmaktan başka iddiası olmayan kadını temsil edebilir. Artık bir kadının hususi temayüllerinden sosyal telakkisine kadar giden ihtiras ve düşünce sistemini anlamamız için ona ‘Lilith misin Havva mı?’ diye sorabiliriz. Erkekle erkek olmak isteyen kalın sesli, elleri ve ayakları şişkin, derisi keçe gibi sert, kıllı çenesi tahakküm iddialarıyla gerilmiş, çaçaron ve kavgacı Lilith’in kızlarını, Havva’nın yumuşak ve kıvrak, tatlı ve kolay intibakların cevheriyle dolu, sokulgan ve güler yüzlü kızlarından ayırmak için bu sorgu yetişir. ‘Lilith misin Havva mı?’”9

Çirkin ve kavgacı feminist anlatısı, tam da modern açmazdaki eril muhafazakâr ressentiment’ın ifadesidir. Erkeğin erdemleri –cesaret, saldırı kuvveti, dikbaşlılık- kadında birer kusura dönüşür. Bedenen de kadın, her ne kadar erkeğin değerleri daha üstün olsa da, erkeğe yaklaştıkça alçalır. Bu ikircikli durum, uysal arzu nesnesinin elde edilebilir olmaktan çıkması ve bir nefret odağı haline gelmesiyle açıklanabilir. Kadın artık edilgen, yumuşak, kolay ikna olan bir cazibe merkezi değil; erkekle aynı konumda olmak isteyen, bu anlamda modern “insan” tanımına dâhil olduğunu hatırlatan, hürriyet talep eden ve “konuşan” bir öznedir. Ancak erkekte bir logos’a dönüşen konuşma yetisi kadında aktif hale gelince “kavgacılık, çaçaronluk, tahakküm iddialarıyla gerilmiş kıllı bir çene” olarak tezahür ediyordur. İşte bu, aslında Scheler’ın kendisinde de görebileceğimiz; ama erkek üstünlüğünün doğa yasalarınca belirlendiği hükmü nedeniyle görmezden gelinen eril hıncın bir ifadesidir.

Ama bir konuda Safa’ya katılıyorum, “Lilith misin Havva mı?” sorusu çok önemli bir soru; tabii onun ifade edişinden farklı bir nedenle. Erkekle eşit konuma erişmek isteyen ve buna hakkı olduğuna inanan, bunun için kız kardeşleriyle dayanışmayı ve gerekirse iktidar sahipleriyle “kavgayı” göze alan, Lilith’in cesur kızlarını; erkek düzene karşı yenilgiyi kabullenmiş, bu yüzden eril değerleri sahiplenmekten başka çare bulamayarak sistemi sürdüren, ataerkil pazarlıkla “öteki kadın”ı ezerek değerlenebileceğini düşünen Havva’nın kızlarından ayırmak için –ama bu ayrım sadece bir “fark ediş”tir- bu soru önemli: Lilith misin, Havva mı?

1 bkz. Nurdan Gürbilek. “Romanın Karanlık Yüzü”, Virgül, 2012, S. 49, s. 8-13 ve yine Gürbilek’in Kör Ayna, Kayıp Şark kitabındaki makaleler de bu minvalde açıklamalar içeren, oldukça ufuk açıcı yorumlar içeriyor.

2 bkz. Tanıl Bora. Medeniyet Kaybı: Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar, İletişim Yayınları. İstanbul: 2017

3 bkz. Ulus Baker. “İmparatorluk ve Pratico-İnerte” http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=7,114,0,0,1,0

4 bkz. Hilmi Yavuz. “Muhafazakâr aydınlar oryantalistleşti!” http://www.gazeteciler.com/haber/mslman-aydnlar-oryantalistleti/183014

5 Max Scheler. Hınç. Çev. Abdullah Yılmaz. Alfa Yayınları, İstanbul, 2015:32

6 a.g.y. s: 49

7 Peyami Safa. Objektif 5: Kadın, Aşk ve Aile. Ötüken, İstanbul. 1999: 37

8 a.g.y. s: 80

9 a.g.y. s: 80-81

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl