Ana Sayfa Kritik Muhafazakârlığın Parçalanan Mitleri

Muhafazakârlığın Parçalanan Mitleri

Muhafazakârlığın Parçalanan Mitleri

Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana, Türkiye’de büyük bir kültür kavgası yaşanıyor. Son zamanlarda dünyanın hayretle izlediği ve hiçbir estetik kaygı güdülmeksizin icat edilen geleneklerin (savaşçı kostümlü Ak Saray korumaları), popülerleşen tarihi figürlerin (Abdülhamid), metalaştırılan sembollerin (tuğra) enflasyonu yaşanıyor.

Peyami Safa 1930 yılında Güzellik Kraliçesi Kerime Halis’i takdim ediyor.

Hasan Aksakal’ın ismini, 2015 sonlarında İletişim Yayınları’ndan çıkan Türk Politik Kültüründe Romantizm adlı kitabı sayesinde öğrenmiş ve bu ‘seksi’ başlıklı, davetkâr kitabı bir solukta okumuştum. Daha ilk sayfalardan itibaren, Aksakal’ın Türkçenin burçlarında dolaştığına şahit olunca, edebiyatçı olabilir mi diye de merak etmiştim. İşin aslı bu ya, Türkiye’deki siyasal yaşama ve entelektüel tarihe dair Aydınlanma ve modernleşme vurgusu çok merkezi bir yer tutarken, Romantizm gibi devasa bir konu başlığı, ne hikmetse 2015’lere kadar, birkaç küçük değini dışında hiç ele alınmamıştı. Ve Hasan Aksakal son yüz elli yılın Türk politik tarihini, entelektüel dünyasını dört yıllık bir emekle ortaya seriyor, yazarlar düşünürler ve siyasiler arasındaki hem yatay hem dikey kesişmeleri inceliyordu. Romantik milliyetçilik, devrimci romantizm, İslamcı romantizm, Kemalist romantizm, faşist romantizm gibi birçok kavramın anlamlandırılması adına Aksakal’ın kitabının dikkatle okunması gerektiğini düşünüyor, Aksakal’ın “farklı bir yerden bakabilme” becerisini çok kıymetli buluyorum.
*
Derken, bir buçuk yıl kadar sonra, onun sosyalbilimler.org sitesindeki uzun, ama kitap gibi altı çizilesi röportajı karşıma çıktı. [http://www.sosyalbilimler.org/hasan-aksakal-soylesisi/]. Muhafazakârlıktan akademiye dek meseleler, 15 Temmuz ve sonrasında yaratılan korku ikliminde başka çok az insanın ifade edebileceği kadar açık sözlü, mantıklı ve anlaşılır bir dille ortaya konuyordu. Bugünkü vaziyetimize bakışı ve sözlerindeki eleştirel dürüstlük –popüler tabirle- “yürek yemiş” olmayı gerektiren türdendi. Röportajın, yani sosyalbilimler.org’un Hasan Aksakal’ı bulup konuşturmasının sebebi ise çıkan son kitabıydı: Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm (İstanbul: Alfa Yayınları, 2017, 222 sayfa) Bu uzun girişi yaptım, çünkü bir tümdengelim yapmak ve önce küresel veya ulus-üstü bir bakış açısına, sonra Türkiye’nin entelektüel manzarasına bakmak, ardından da Türk muhafazakârlığına eğilmek adına, önce röportajın, sonra kitabın okunması çok doğru bir yol olacaktır.

Hasan Aksakal

*
Aslında ABD’deki doktora-sonrası çalışmalarını sürdürürken, 2015-2016’larda memlekette olup bitenlerden hareketle kaleme alınmış olan Türk Muhafazakârlığı, ilginçtir, Komünist Manifesto’nun ilk cümlesiyle, ama küçük bir değişiklikle, “Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor –Muhafazakârlık hayaleti” diye başlıyor. Ardından, Aksakal birkaç paragraf boyunca Marx-Engels ikilisinin 1848’in Batı Avrupa burjuvazisinin ikili, çelişkili karakterini ele alışını ince kelime oyunlarıyla tekrarlıyor ve soruyor: “Nasıl oluyor da 21. yüzyılda, Türkiye’deki yeni muhafazakârlığı anlamanın ilgi çekici bir yöntemi diye 19. yüzyıl Batı Avrupa komünizminin en temel metni bu denli açıklayıcı olabiliyor?” (s.12) Peşinden de, Türk muhafazakârlığı denen şeyin ne olduğu yönündeki muğlaklığı, birbiriyle çelişen özelliklerini, lider figürleri üzerinden ele alıyor. Kitabın “eleştirel bir çerçeve” olan giriş kısmı, bugüne kadar Türk muhafazakârlığı üzerine yazılmış muhtemelen en güçlü, en çarpıcı metin olabilir… Bu bölümde bütün Türk Sağının 20. yüzyılı panoramik olarak masaya serilirken, muhafazakârlığın, Soğuk Savaş sonrasında, ama özellikle de Erdoğan yönetimi altında İslamcılığa teslim oluşu çeşitli bağlamlarda işleniyor. Tek Parti ve 1945 sonrasında anti-komünizmde kesişen milliyetçilik-muhafazakârlık ilişkilerini ve muhafazakârlığın İslamcılık tarafından yutulmasını, patlayıcı bir entelektüel güçle ortaya koyuyor. Burada yapacağımız bir alıntı, kitabın çıkış noktasını anlamamızı kolaylaştıracaktır:
Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana, Türkiye’de büyük bir kültür kavgası yaşanıyor. Son zamanlarda dünyanın hayretle izlediği ve hiçbir estetik kaygı güdülmeksizin icat edilen geleneklerin (savaşçı kostümlü Ak Saray korumaları), popülerleşen tarihi figürlerin (Abdülhamid), metalaştırılan sembollerin (tuğra) enflasyonu yaşanıyor. Bu, Doksanlarda çok yaygın kullanılan Atatürk rozetlerinin, Cumhuriyetin 75.Yılı logosunun ve Onuncu Yıl Marşının boyutlarını çoktan aşmış olan bir toplumsal deneyim. Tarih, 1930’lardaki resmi tez tartışmalarından bu yana ilk defa ve aşırı ideolojik bir amaçla her yere bulaşmış bulunuyor. Her şeyi çok tehlikeli bir biçimde ortadan ikiye ayırmayı huy edinen yeni bir muhafazakâr dünya görüşü, karşılaştığı sert direnişe rağmen resmi ideoloji olarak iktidar odaklarınca inşa edilmeye çalışılıyor. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminin arifesinden bu yana yaşadığımız şu uzun on yıl zarfında muhafazakâr okur-yazar çevreler için günlük politik gelişmelere ilişkin köşe yazıları Osmanlı’da bir vezirin başına gelenlere değinmeden, günlük hadiseler Ahmet Hamdi Tanpınar’ın roman karakterlerine atıf yapılmadan, bayramlar Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiiri okunmadan konuşulamaz oldu. Siyasetçiler olur olmaz yerlerde Necip Fazıl ve Mehmet Âkif’ten mısralar okuyup Mevlânâ’nın büsbütün turistikleşen Şeb-i Aruz merasiminde saf tutmakta yarış ediyor. Diyanet çocuklara tecavüzü, kadınlara sistematik şiddeti, doğa katliamlarını, kul hakkını, iş ve işçi güvenliğini konuşamaz hâle ge(tiri)lirken, her cuma camilerde Alp Arslan’dan, Yavuz Selim’den tarih dersleri vaaz etmekte. Son birkaç yılda Milli Eğitim Bakanlığının ders kitapları Steinbeck’i, Pir Sultan Abdal’ı, Yunus Emre’yi sansürlerken, ortalık ebru ve ney kurslarıyla doldu. Tiyatro sahnelerinden Hamlet, Faust, Sefiller gibi en temel klasikler dahi çıkarılırken, tartışmaların seviyesi, Shakespeare’in aslında Müslüman olup olmadığına kadar indi(rildi). Orta öğretimde skolastikleştirilen bir yapı yükseliyor ve –üniversiteye giriş sınavlarındaki başarı oranlarından da anlaşıldığı üzere- buralarda dilekçe yazabilecek ölçüde bile Türkçe öğretilemiyorken, üstüne Osmanlıcanın müfredata girmesi tartışmaları başka sahalara da taşıyor. Futbol maçları Mehter Takımıyla, tribün grupları 1453 referansıyla, kulüpler Osmanlıspor, Halide Edip Adıvar Spor gibi adlar almakla muhafazakârlığın kötü bir karikatürüne dönüşmeye başladı. Mafyavâri şiddet eylemleriyle maalesef tanımış olduğumuz Osmanlı Ocakları gibi “sivil toplum” örgütleri, topluma ne vaat ettiğini henüz öngöremediğimiz Osmanlı Partisi gibi politik oluşumlar, bu zihniyeti besleyen tarihi diziler derken ‘şimdiki zaman’, muhayyel bir ‘geçmiş’in kuşatması altına alınmış görünüyor. (s.13-14)

Kitabın devamında Türk muhafazakârlığının niçin ancak 1990’lardan itibaren edebi, felsefi, siyasi bir kanon olarak okunmaya başlandığını da, Türk muhafazakârlığın, örneğin İngiliz ya da Rus muhafazakârlığı gibi net sınırlarının çizilemediğini de görüyoruz. Aksakal’ın kitap boyunca portrelerini inanılmaz ayrıntılarla çizdiği Yahya Kemal, Peyami Safa, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi, Samiha Ayverdi gibi isimlerin Türk muhafazakârlığının pusulası olarak kabul edilirken, birbirleriyle olan ilişkileri insanı hayrete düşürecek cinsten. Dostluklarından çok düşmanlıkları nedeniyle, bir türlü sistematik bir düşünce geleneği oluşturamayan bu isimler, son otuz-kırk yıl zarfında inşa edilen/evliyalaştırılan Yahya Kemal gibi isimlerin “ilmihal Müslümanı” portrelerinden epeyce farklılaşıyor. Bu bölümleri daha önceden makale olarak yayımlayan Aksakal, Yahya Kemal’in bir “monşer diplomat” tiplemesi olduğunu, onun golf oynarken çekilmiş bir fotoğrafıyla paylaşmış; Peyami Safa’yı ise güzellik yarışmasında jürilik yaparken çekilen fotoğrafıyla resmetmiş olduğunu, kısa bir gezintiyle bulabileceğinizi ekleyelim.
Belki bu ilişkiler ağını, kitaptan bir alıntıyla daha görebiliriz:
Belki daha da ilginç olan nokta, Türkiye’de muhafazakârlığın kültürel-politik referansı kabul edilen kişilerin birbirleriyle sorunlu ilişkileridir. Bir anlığına 1950’leri ele alalım. Peyami Safa’nın Necip Fazıl’la dostlukları, artık daha büyük bir düşmanlığa dönüşmüştür. Fuad Köprülü, N. Sami Banarlı ve çevresinin faaliyetlerinden çok rahatsızdır. Yahya Kemal, kendisinden başka herkes için düşündüğü gibi, akranı Halide Edip’in de önemli biri olmadığını düşünür. Yahya Kemal’e yıllarca övgüler düzen öğrencisi Tanpınar’ın günlüklerinde gördüğümüz üzere aslında aralarında büyük bir gerilim, alay ve değersizleştirme vardır. Yahya Kemal’i beğenmeme konusunda Tanpınar’la hemfikir olan Necip Fazıl, eski dostu Tanpınar’ı defalarca komünist ilan etmiş, asılsız ihbarlarla, kara-propagandayla onun üniversiteden atılması için çaba sarf etmiştir. Aynı Necip Fazıl, Fuad Köprülü’ye ve Celal Bayar’a hakaretten iki kez mahkûm olmuştur. Nurettin Topçu ve çevresi de Necip Fazıl ve çevresince sürekli marjinalleştirilmiştir. Fazıl’ın, Topçu’nun adını anarken hakaretler ettiği bilinmektedir. Samihâ Ayverdi dâhil olmak üzere, pek çokları için de Necip Fazıl yarı cahil, komplocu, menfaatperestin tekidir. Hatta Ekrem Hakkı Ayverdi onu İngilizlerden para almakla itham etmiştir. Halide Edip’in Ayverdilerden, Cemil Meriç’in Hilmi Ziya ve Ziyaeddin Fahri’den hiç hoşlanmadığı (tıpkı bu muhafazakâr entelektüellerin birçoğunun –başbakan yardımcılığını yapan Köprülü de dâhil olmak üzere- Menderes’ten hazzetmediği ve 27 Mayıs darbesini memnuniyetle karşıladığı gibi) bilinmektedir. Neredeyse hepsi İstanbul’un Fatih semtinin çeşitli mahallelerinde oturan ve çoğu Edebiyat Fakültesinde aynı zamanlarda çalışmış olan bu insanların dünyaları aynı olsa da, birbirleri hakkındaki düşünceleri ve ilişkiler ağı hayli karmaşıktır. Bu yüzden Türk muhafazakârlığı on yıllar boyunca, sistematik, sorun odaklı, tutarlı ve canlı bir akım olarak ele alınmaktan kendini men edecek kadar bölük pörçük, dağım saçak bir manzara arz etmiştir. (s.24-25)

Yahya Kemal golf oynarken.

Necip Fazıl, eski dostu Tanpınar’ı defalarca komünist ilan etmiş, asılsız ihbarlarla, kara-propagandayla onun üniversiteden atılması için çaba sarf etmiştir. Aynı Necip Fazıl, Fuad Köprülü’ye ve Celal Bayar’a hakaretten iki kez mahkûm olmuştur.

Bu türden kesişme kümelerinin bilgilendirici gücü ve dinamik üslubu ile kitabın Tek Parti dönemi Türkiye’sindeki gezintisi ve Yahya Kemal’e (s.107-124), Peyami Safa’ya (s.125-136) ve Necip Fazıl’a (s.137-154) ayrılan bölümleri çok ama çok dikkat çekici. Aksakal’ın Türkiye’deki muhafazakâr söylemi, (Cemil Meriç’ten Mehmet Akif veya Nurettin Topçu’ya) hem Garbiyatçı hem de Şarkiyatçı klişelerle, ezberlerle, önyargılarla birlikte okuma önerisi ise çok enteresan yüksek lisans-doktora tezlerine dönüştürülebilecek türden göndermelerle süslü.
*
Aksakal’ın Erdoğanizm üzerinden yaptığı Yeni Türkiye okuması, bugünün muhafazakârlarının Eski Türkiye söylemine yaptığı atıf üzerinden “bir Öpid kompleksi” tespitiyle (s.20) anlam kazanırken, Batı-karşıtlığını ya da Avrupa-merkezciliğinin eleştirisini ele aldığı yerlerde gösterdiği gibi, ilkokuldan üniversiteye, edebiyattan tarihe Türk-merkezci, dolayısıyla yerli ve milli olma inadını bir tür “yaralı bilinç” olarak işliyor. Shayegan’ın bu tabirini, Türklerin uluslararası kamuoyunda saygın bir unsur olarak “kabul görme beklentisi” ve bunun gerçekleşmediği her an ortaya çıkan hınç duygusu üzerinden anlatıyor. (özellikle s.29-64) Bu da bize Türk muhafazakârlığının daha yerli ve daha milli olmak için içe kapanışını, yani Cemil Meriç’in ifadesiyle, “murdar bir hâlden muhteşem bir mâziye kaçışını”, Yeni Osmanlıcılığın zihin dünyasını nelerin belirlediğini açıklıyor. Buradaki post-kolonyal tepki literatürüne atıf çok anlamlı. Bilhassa Edward Said’den önce Cemil Meriç’in, Spivak’tan önce Attila İlhan’ın yazdıklarını ve bu fikirler ağının irtibatsızlığını hatırlatması önemli, hatta biraz daha fazla açıksa çok daha ilginç tartışmalara zemin olabilirmiş. (s.45-52)
Ancak bana kalırsa, kitaba ilişkin çıkan yazılarda pek de yer verilmeyen bir bölüm olan “Nihilizmin Gölgesinde Muhafazakârlık Yanılsamaları” kitabın en önemli ve çokça sonuç çıkarmamız gereken kısmı. Yazar burada geç 20. yüzyıl ve erken 21. yüzyıl modernitesinde muhafazakârlığın söz dağarcığının nasıl zorlandığını, nasıl bir başkalaşım geçirdiğini, muhafazakârlığın temel prensiplerinin nasıl aşınıp erozyona uğradığını ve bizzat muhafazakâr söylemin bunda nasıl bir tahripkâr rol oynadığını anlatması bakımından olağanüstü bir metin.
*
Bir bütün olarak bakındığında, Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm, (Alfa Yayınları) bu yılın en iyi edebiyat-dışı kitaplarından biri olmasının yanı sıra, şu son zamanlarda iyice yükselen akıldışılığa karşı da ikonoklastik bir eleştiri olarak yorumlanmayı hak ediyor.

cemilistanbullu@gmail.com

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl