Genelde Karl Marx’ın ideolojisini kurduğu modern Komünizm fikriyatının bir neferi ve münevveri olarak görülmekle birlikte, Nazım’ın yaşadığı dönemin Alman felsefesinin kafasını epeyce kurcalayan Friedrich Nietszche konusunda genelde suskun olması acaba neyin belirtisi olarak görülebilir? Şiirsel dil hakimiyetini kurduğunda, Dionysosça bir yaşamla ancak insanlığın özgürlük duygusuna erişebileceğini savlayan Nietszche ile inşacı bir şiiri, şiirin “yapıldığını” savlayan bir ekolden gelmekle birlikte şiir fenomenini bilime ve felsefeye tabi kılmadan, bağımsız bir fenomen, bir gerçeklik olarak ele alan Nazım arasındaki bu siyah üzerine siyah bağlar, günümüzde şiir üzerine yapılan çalışmalar açısından bize neler söyleyebilir?

Köle ve Efendi: Hegelyen zigzaglar

Hegel’in 19. yy felsefesindeki iki eleştirmeni, Karl Marx ve Friedrich Nietszche. İlki bir tarih felsefesi, bilimselleşmiş bir tarih anlayışı geliştirirken, ikincisi Şen Bilim ve Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu’nda dogmalara saplanmayan, neredeyse Spinozacı bir bilim anlayışını savlayacak ve insanın varoluşsal konumuyla ilgili teatral bir sahne kuracaktır. Ancak Gilles Deleuze’e göre, bu artık “dolayımlanmış” bir tiyatro değildir, metin ve yaşam birbirine bitişir ve yeni bir felsefe yapma tarzını ortaya koyar, kısacası yaşamın kendisi sahneye yakınsanır.

Marx’ın “yeni toplumun şiiri gelecekten çekilip alınacaktır” şeklindeki sözlerini nasıl yorumlamalı, öyleyse. Tarih felsefesi ve politik-iktisat alanındaki iki koca ırmağı besleyen bu isim, nasıl olur da “geçmişle hiçbir bağı olmayan” bir şiirden bahsedebilir? Arthur Rimbaud’nun bir ayrıkotu misali bitmiş, bütün edebiyata meteor yağmuru gibi düşen, adeta bir doğa olayı kabilinden şiirini nasıl olur da peygambersi bir tonda önceden gösterip, onu muştulayabilir, tanıtlayabilir?

Derrida’nın da altını çizdiği üzere Marx’ın o herkese rollerini dağıtan Shakespeareyen dili, tarihin ebesi rolünü üstlenirken şiire bu ayrıksı kaftanını biçmeyi unutmamış, kendisi de yalvaç bir ton arayışı içerisine şairlerden önce girmemiş midir? Kapital’in Dante’den alıntılarla biten önsözünü hatırlamak burada daha da anlamlı olacaktır: “Yolunuzdan şaşmayın ve bırakın ne derlerse desinler” ve Horatio’dan, elbette: “de te fabula narratur”.

Kapital’in basıldığı dönemde “işçi sınıfının İncili” olarak adlandırıldığını unutmamak gerek, tabii Nietszcheyen bir parantezle: bu İncil’in de başına, yorumsama zorluklarından ötürü öncekilerin başına gelenler gelecektir: rahipler, papazlar ve Stalinist Parti denen kilise başına üşüşecek, ondan çıkartabildiği bütün yağı çıkartmak için hazır bekleyecektir. Tam da burada, Nazım’ın Sovyetlerdeki soruşturmalar sırasında Troçki’nin saffını tuttuğu ve Mete Tunçay tarafından ortaya çıkartılan Komintern raporlarına göre partili yoldaşları tarafından “polisçi-Troçkist” olarak yaftalanarak 13 sene hapis yattığını hatırlamakta fayda var: “Ateşi ve ihaneti gördük”.

Kısacası, Nietszche ve Heidegger hattında seyreden bu felsefe konusunda Nazım’ın entelektüel bakımdan suskun olmasını, bundan bihaber olmasına yormak bana pek makul gelmiyor. O halde bırakın soruşturmamızı yapalım ve “ne derlerse desinler”.

Karl Marx ve Friedrich Nietszche, ikisi de farklı kollardan insanlık durumu olarak addedilen şeyin kalıcılığını sorgulamak ve onu aşmak üzere yazdılar. Sonuç olarak Karl Marx’ın cenazesine iki elin parmakları kadar insan katılırken, Nietszche ise Torino’da delirir ve bir tren yolculuğuyla götürüldüğü dağ evine kapatılır. Birinde kapitalizme, diğerinde ise her türlü ön-kavramlaştırmaya (pre-conception) ve onun sosyal dağarcıklarına karşı gösterilen direnç, yaşamlarını damgalar. Kısacası, yapmaya çalıştıkları şey, Köleyi Efendinin hilafına aşma dürtüsüyle bir düşün âleminin kapılarını aralamaktır: ikisinin de imdadına belki de en ilkel söz sanatı yetişir, şiir.

Düşüncenin en yüksek formu ve sonsuzu düşünmenin bir yöntemi olarak Hegel tarafından baş tacı edilecek olan Şiir, en nihayetinde, prangalarını atacak ve geçmişe hiçbir şey borçlu olmadan, sadece ve sadece kendisini gelecekten çıkartarak iş görecektir: “Anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık/anlamak gideni ve gelmekte olanı”. Nazım’ın şiirlerine boydan boya bu zaman duygusu işlemiştir, ürküntü veren, iç titreten ve tüm şiddetiyle gelip geçmekte olan zaman. Bu, komünist fikrin geleceğine duyulan inançla açıklanamaz sadece, bu modern dünyanın imkânlarının geleceğe açtığı eşikten yuvarlanan bir zardır.

Evrenselleşen Makine ve Şiir

Nazım, temelde şu parantezi sorgulamadan, bir aksiyom olarak kabul etmiştir: modern dünya, kan bağının, ırsiyetin ve illiyetin çözüldüğü bir dünyadır, dolayısıyla bir konum olarak proleteryanın konumu, kölelerinkinden farklıdır. Modern dünyanın araladığı kapı budur. Komünizm ise yeni bir toplumsalı oluşturacak ilkeler bütünüdür. Enternasyonalizmini sağlam raylar üzerinde tutarken sömürgeciliğe ve emperyalizme, bilhassa da Kültür emperyalizmine ve kof bir Nasyonalizme karşı durabilecek, köklerini tüm dünya coğrafyasına yaymasını sağlayacak ivmeyi, tam da bu aksiyomdan türetecektir. Nazım hayatını uzun bir yolculuğa çıkar gibi yaşamayı yaşamasının belli bir anında, kendisinin bile belki unuttuğu bir anda planlamış gibidir. Kant’ın Dünya Yurttaşının yasalarına tabidir ve en önemlisi kendi etiğini her an yeniden kendisi yapar. Aynen Nietszche’nin yeni-ahlakı çekiçte döven filozofları gibi. Bu anlamda Servet-i Fünun şiirinin “rüy-u zemin” bir memleket ve “nev-i beşer”den bir milletini soyut, küçük-burjuva hümanizması olarak damgalamaktan da çekinmez.

Yalnız Nazım’da, ufak bir pürüz vardır, bu koca, şanlı heykeldeki çatlak. Nazım’ın şiiri biraz seyirliğe tutkuludur. İzlemekten ve seyre dalmaktan hoşlanır, dolayısıyla da hala içerisinden çıktığı çözülüş döneminin aristokrat sınıfın zevklerini yansıtır. Bu anlamda modernitenin Teknik (Heidegger) şiddetiyle henüz burun buruna gelmemiş olmanın şıklığı vardır üzerinde. Yaşar Kemal’in ona “sen hapiste Nazım oldun” demesi boşuna değildir, hapiste daha önceden seyrettiği o yoksul insanların tüm çirkinliklerine dahil olması gerekmiştir; namus cinayetleri, cehalet ve umutsuzluk. Memleketimden İnsan Manzaraları’nın bu kadar “içeriden” bir tanıklık olması bundandır.

İkinci Savaş’tan teknik ilerlemeye dair beklentilerini kaybetmeden çıkan şair yok denecek kadar azdır. Nazım’ın da bu progressivist-aydınlanmacı tutumundaki iyimserliği Prag yolculuğuna çıktığında çoktan kaybettiği anlaşılıyor: “Akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim”, çünkü hakikat temsili çoktan aşındırıyor, şiiri temsil sorunu yaşıyor, şiirini yazarken şiir üzerine düşünceleri aklına geliyor, onu bölüyor, huzursuz ediyordur. Bunun sebebi bir ihtimalle Hiroşima’dır, yazdığı belki de en naif dizeleri atfettiği vaka.

Savaş sonrasında, Sovyet Rusya’sında konakladığı dönemde şiirindeki lirizm kaybolacak, daha yapıntılanmış bir poetikaya yol alacaktır. Birinci Yeniyle girdiği tatlı münakaşada onlardan etkilenecek, alacak, verecek, ancak insanlık durumuna dair beklentileri diri tutacaktır. Böylelikle bir anlamda yaşamı, tarihsel olanın coşkuları ve yaralarıyla bezenir. İnsan olarak soyutlanan şeye asla razı gelmez.

Şiirin kitleleri ayağa kaldırabileceği, onlara belli duyguları ve fikirleri taşıyabileceğine duyduğu inanç ve Kemalist rejimin bundan duyduğu safiyâne korku, günümüzde başka bir şekilde, belki de fars olarak tekrar ediyora benziyor. Dolayısıyla Nazım’ın, Şair’in o epik arketipine oturduğunu söylemekte beis görmüyorum: Aklın ve Rasyonel’in (kısacası, “şahsi menfaatin”) mekânının arka kapısından kovulmuş, Yasayla her daim kavgalı.