18.yüzyılda, Aydınlanmaya olan inancın ve bilimin itibarının dorukta olduğu bir çağda Pierre Simon de Laplace’ın söyledikleri hâlâ bir abide gibi duruyor. Tabiî burada genelgeçer bir pozitif anlamdan söz etmek olanaksız, çünkü farklı düşünsel eğilimlere göre belirlenen bir içerik söz konusu. Örneğin gerçekçiler için, yaşadığımız dünyaya ilişkin bildiklerimize ve bileceklerimize güven tazeleyen bu sözler, görecilerle agnostikler için dinmemiş karabasanları davet eden bir nefret abidesi.

Laplace, özetle şunları söylemişti: Doğa yasalarını, bu işleyişi belirleyen temel düzenlilikleri ve dünyayı oluşturan tüm maddî noktaların şimdiki zamandaki konumlarıyla hızlarını bilirsek, geçmişe ve geleceğe ilişkin hakikati de bilebiliriz. Bu sözler ve arka planındaki dünya görüşü, o zamanlar yükseliş dönemindeki bir toplumsal formasyonun amaçlarına denk düştüğü için önemli bir saygınlık kazanmıştı; oysa üzerinden porodiler ve pastişler üreterek bir nebze rahatlansa da her akla geldiğinde şimdiki zamanın ruhunu daraltıyor.

İçinde bulunduğumuz tarih diliminde egemen olan çıkar ve ilgiler açısından düşünüldüğünde, bu rahatsızlığın nedeni, Laplace’ın sözlerinde dile gelen yaklaşımın öndeyi problemine pozitif bir vurgu yapması olarak saptanabilir. Sözü geçen problem, bilindiği gibi, hayli uzun zamandır farklı felsefî eğilimlerin tartışma zemininde duran önemli bir başlığa işaret eder. Kuşkusuz, bu tartışmada taraf olanlar açısından, şimdiki zamanın nesnel bilgisinden yola çıkarak geleceğe ilişkin doğal ve toplumsal gerçekliğin bilinip bilinemeyeceği sorunu can alıcı bir sorundur. Merkezde duran soruya verilecek cevap “evet” ise, şimdiki zamanın, yaşama normlarının ve bunun sağladığı olanakların sürüp gitmesinde hayatî çıkarları olan sosyal sınıflar için bu açıkça yıkım anlamına gelecektir. Bu cevapta özgürlük, gelişme ve üst düzey yaşam olanakları yatan sınıflar – yani dünyanın ezici çoğunluğu- ise , şimdiki durumda, kendi nesnelliklerine yaslanan bir bilinçle değil, başka sınıfların bilinciyle yaşamaktadır.

Öndeyi problemi önemli bir başlıktır, ancak yine de bir alt başlıktır. Bunun üstünde duran ve kapsayan tartışma alanı ise determinizm / indeterminizm kavram ikilisinde somutlaşır. Tartışmayı felsefe terminolojisindeki yerine oturtmak gerekirse, kuşkusuz bu etkinlik metafizik alanında olup bitmektedir. Tabiî burada metafiziğe gündelik, popüler anlamı olan “fizikötesi”nin yüklenmediğini, varolanlar üzerine düşünme sistematiği demek olan temel felsefe disiplininin kastedildiğini de belirtmek gerekir. Karşıt eğilimler olarak determinizm ve indeterminizm, genel bir ilkenin kabulü ya da reddi temelinde tanımlanır. Söz konusu ilke, nedensellik ilkesidir.

Bilindiği gibi nedensellik ilkesi özetle şunu söyler: Her olay bir nedenin sonucudur ve böyle bir sonuç da başka bir olayın nedeni olabilir; böylelikle evrensel gerçekliğin işleyiş süreçleri zincirleme bir düzenliliğe dayanır ve ancak aynı yöntemle açıklanabilir. Ana hatlarıyla determinist tez, bu ilkeye evrensel bir geçerlilik yükleyen yaklaşımın adıdır; indeterminizm ise doğal olarak, böyle bir geçerliliğin var olmadığını, her olayın arkasında zorunlu bir neden yattığına ilişkin düşüncenin yanlış olduğunu savlar. Ancak, burada ana hatlarıyla açık seçik bir tanımını vermeye çalıştığımız tartışma, kültürel yaşamın pratiğinde ne yazık ki bu ölçüde bir netliğe sahip değildir. Postmodernist felsefeci ve bilimcilerin bir biçimde katıldığı bütün diğer tartışmalar gibi, bunun zemini de bir hayli kaymış ve neredeyse içinden çıkılmaz bulanıklıklara doğru yol almıştır. Şimdiki zamanın durduğu ve yönelmekte olduğu kültürel pratiğe ilişkin, bu anlamda – abartmaktan kaçınarak ve her ihtimale karşı – vahim sözcüğünü kullanmasak da en azından epeyce can sıkıcı olduğu kesindir. Çünkü bulanıklık ve zemin kayması, konuya ilişkin kitap ya da diğer metinlerin okurlarıyla sınırlı olma durumunu fazlasıyla aşmış, çoktandır akademik zemine ve her türden kültür ürününün üretim odaklarına sıçramış durumdadır. Söz konusu kafa karışıklığının yarattığı genel görünüme çok kısa ve çarpıcı bir örnek vermek gerekirse şöyle bir fotoğrafa göz atmakta yarar vardır: Felsefî, ideolojik ya da politik anlamda ve tanımlanan dünya görüşü gereği nedensellik ilkesine zorunlu olarak dayanması gereken çevreler, kişiler, kurumlar, dergiler ve kitaplarda bilinç süzgecinden geçirilmeden kullanıma sokulan postmodernist söylem kırıntıları ve terimler… Hattâ gündelik yaşama usul usul sokulan davranış ve değer ölçütleri… Ve bu trajikomedinin doğal sonucu olarak da derin nefesler, bıyık altından gülüşler…

Burada üzerine gitmeye çalıştığımız karmaşa, kuşkusuz büyük bir çeşitlilik ve çok sayıda boyut içeriyor. Dolayısıyla buradan her derde deva reçeteler üretmek söz konusu bile olamaz. Ancak, soyutlayıcı düşünerek bu çokluğu bir ölçüde gidermek ve temel kavramlara işaret etmek yine de olanaksız değil. Kısacası, burada nedensellik kavramının kısa ama olabildiğince net bir analizini yapmak, ona yüklenen olumlu ve olumsuz anlamları ayrıştırarak farklı boyutlarını ortaya koymak gerekiyor. Öyleyse, öncelikle tarihsel anlamda indeterminizmin, yani günümüzdeki postmodernistlerin eleştiri nesnesi olarak nedenselliğe bakmaya çalışalım.

Bilindiği gibi postmodernist düşünürler, içinde yaşadığımız toplumsal koşulların geçmişe dayanan bazı nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu reddederler. Dolayısıyla şimdiki zamanın içerdiği bazı nedenlerin de geleceği etkileyeceğini, tarihin doğrusal bir gelişim izlediğini ve bunların bilincine varan insanın ileride kendisine daha güzel bir dünya kurabileceğini… Onlara göre böyle bir inanca sahip olmak bir tür yazgıcılıktır ve hayatı daha en baştan belli amaçlara göre düzenleyen bir mutlak bilinci akla getirir. Bu düşüncelerine ilişkin şimdiye dek ortaya koyabildikleri en kesin ve “bilimsel” kanıt ise atomdan küçük parçacıkların, örneğin elektronların rastgele gibi görünen davranışlar sergilemesidir!

Nedensellik karşıtı tutum, böylelikle söylemine nesnel gerçekliğe yönelik bir sadakat izlenimi katarak yola koyulur. Türdeş metinlerin hemen hepsinde ortak özellikler gösteren bu “giriş” bölümünde, gerçekliğin nesnel süreçlerine bilgi edinme amacıyla yönelirken, her türden öznenin müdahalesine şiddetle karşı çıkılır ve bilinç dışı olguların ancak böylelikle “kendisi” olarak tanınabileceği özenle vurgulanır. Ancak, aynı anlatının gelişme ve sonuç bölümleri, içerdiği paradokslarla enikonu şaşırtıcıdır. Hiç de sistematik olmayan bir biçimde ve sözcüğün tam anlamıyla birdenbire, nesnel gerçekliğin gözlenen ögeleri – örneğin parçacıklar- gözlemciden etkilenmeye ve kendilerine nasıl bakıldığına bağlı olarak davranış değiştirmeye başlarlar. Bundan çıkan epistemik eğilim ise sonuç bölümünde net çizgilerle tanımlanır: Gerçeklik bizim ona yüklediğimiz anlamlardan başka bir şey değildir ve ve mutlak olan öznedir.

Böyle bir genel görünümü şimdilerde pek revaçta olmayan bir şeye, yani mantığa vurarak düşündüğümüzde ortaya son derece açık bir sonuç çıkar. Öznenin mutlak olduğu yerde gerçeklik görelidir ve “epistemik görecilik” yukarıda tanımlanan eğilimin genel adıdır. Ancak bilindiği gibi, söz konusu anlatının karakteri burada olduğunca net ve açık bağlantılar içermek şöyle dursun, oyunsu bir söz dizimi ve bulanık terimlerle olabildiğince kayganlaştırılmış durumdadır: Postmodernist söylem dünyaya ilişkin bir gerçekliği değil, kendi düşünme biçimlerini ve yaşama standartlarını aktarır okurlarına.

Peki, “bu yöntemle” nedensellik ilkesine bakmayı sürdürdüğümüzde göreciliğin savlarını haklı, en azından durup düşünmeye değer gibi gösteren bir şeyler yok mu? Böyle bir bakış, determinist tezle ilgili bazı kuşkular uyandırmıyor mu aklımızda? Örneğin şöyle düşünülebilir: Belirli türden bir neden, aynı koşullarda hep aynı sonucu doğuruyorsa, doğal süreçlerin işleyişinde bazı düzenlilikleri akla getiren yasalar belirleyiciyse ve bunlar da geleceğe ilişkin kestirimlerde bulunmamıza olanak tanıyorsa, böyle bir tasarım dünyanın ve her şeyin amaçlı olarak zamanın başlangıcında belirlendiğini düşündürür. Bu determinasyonun öznesi olarak da tek bir şey akla gelir: Tüm evreni yaratan ve düzenleyen mutlak bir akıl. Yani, geçmişe ve geleceğe doğru zincirleme işleyen yasalar varsa, bunlar bir yaratıcının ürünü olmalı. Dolayısıyla nedensellik ilkesini savunmak, kaçınılmaz olarak nesnel gerçekliğin dışında bir ideaya yaslanıyor, ilhamını maddî gerçekliğe aşkın bir varlıktan alıyor. Öyleyse böyle bir durumda gerçekçilikten nasıl söz edilebilir! Bu, bir tür idealizm değil mi?

Bizi buralara getiren ve yukarıda tırnak içine aldığımız yöntemi kılavuz edindiğimiz sürece gerçekten de başka bir yere varamayız. Ancak bu yöntem, içinde kelime oyunları ve bilinçli seçmecilik barındıran bir yöntemdir. Geldiğimiz bu eşikten geri dönmenin tek yolu ise, onu çözündürecek başka bir yönteme başvurmaktır. Öyleyse söz konusu söylemde argüman olarak sunulan bilişsel oyunlara ışık tutacak bir saptamayla yola koyulabiliriz: Göreciliğin nedensellik analizi, çağdaş gerçekçiliği gözden düşürme hedefi doğrultusunda, nedenselliğin farklı boyutlarını bilinçli olarak birbirine karıştırmaya dayanır. Bu anlamda, ortaya çıkan bulanık resim, aslında gerçek dünyaya ilişkin hiçbir şey göstermez; sadece tasarlayanların bilinç durumunu gösterir. Burada felsefenin var olanlar üzerine düşünen disiplinine ait iki ayrı alan, yöntemsizlik yöntemiyle birbirine katılmıştır. Şöyle ki; bu disiplinin (varlıkbilim) doğal süreçleri incelediği noktada, birbirinden tümüyle farklı problem ikilileri saptanır. Bunlardan birincisi determinizm/indeterminizm; diğeri ise mekanizm/ finalizmdir. Birinci problem ikilisi, daha önce de değindiğimiz gibi, doğal süreçlerin belli neden-sonuç ilişkileri yönünde işleyip işlemediği karşıtlığından doğar. Determinist tezin savunduğu nedensellik, yalnızca maddî gerçekliğe yönelik bir durum saptamasıdır. Belirli somut koşulların, duyusal verilerle ve bilincin uyarlı etkinliğiyle analizine dayanır. Böyle bir nedensellik “yatay nedensellik”tir. İkinciye baktığımızda ise, mekanizm, doğal düzenliliklerin önceden ve amaçlı olarak yaratıldığı varsayımını, gerçekliğe ilişkin bilgi edinmenin geçerli bir yöntemi saymayan yaklaşımın adıdır. Yani finalizm olarak bilinen eğilimin tam karşıtı… Geriye ve ileriye doğru, zamanın önceden belirlenmiş olduğunu savunan bir nedensellik olarak finalizm, “dikey nedensellik”tir. İşte bu noktada, bulanık resmin ardındaki düşünce oyunu biraz daha net görülebilir. Resimdeki karışıklığı yaratan şey, doğrusal olmayan, çapraz bir eşleştirmedir: Determinizmin yanına mekanizmi değil de finalizmi koymak ve böylelikle bir paradoks yaratmak…

Aslında, öyle görünse de, “yönteme hayır”, “akla veda” gibi şiarlar açısından düşünüldüğünde çok şaşırtıcı değil. Daha şaşırtıcı olan şeyler var. Örneğin, gündelik ve gerçek yaşamın verileri baz alındığında bütün postmodernist düşünürler nedenselliğin sıkı birer savunucusu, hattâ fanatiği gibi görünüyorlar. Dünya gündeminde baş köşeye kurulmuş bir akademik kariyer, ölçüsüz bir popülarite, küresel ölçekte politik-medyatik destek ve tüm bunların doğal getirileri… Böyle bir dünyevî refaha erişebilmek için, sosyal yaşamın güncel işleyişine dair derin – ve ben merkezli – bir idrak sahibi olmak gerekmiyor mu? Şimdiki zamanın ve yükselen değerlerin insanından baldıran zehiri içmek ya da yaşamını bir fıçı içinde tüketmek beklenemez kuşkusuz; ama dünya görüşü olarak savunulan gerçeklik anlayışı ile, gerçek yaşam arasında çok küçük de olsa bir temas noktası yoksa, bunu rastlantıyla mı, zorunlulukla mı açıklayacağız? Yeryüzündeki milyonlarca insanın geleceğine hangi oyun teorileri ışık tutacak?

Nedenleri ve sonuçları rafa kaldırmanın, yoksa bir nedeni mi var?..