Eski kent dramından geriye kalan sadece gösteriydi; pasif bir seyirci önünde sahnelenen, kendine saygısı olan yurttaşların bir zamanlar bulunduğu yeri profesyonel ucubelerin, akrobatların ve cücelerin gasp ettiği bir gösteri. (Lewis Mumford)

Giriş

Bu makalenin amacı, kentsel yaşamın en önemli kamusal mekanı sayılabilecek meydanların, günümüz sosyo-ekonomik koşullarına paralel şekilde dönüşürken tercih edilen estetik niteliklerin neoliberal ekonominin taleplerine alet olduğunu ortaya koyabilmektir. Makalenin devindirici noktası, postmodernizmin, kapitalizmin neoliberal biçiminin estetik karşılığı olarak kabulüdür. Günümüzde kamusallığın mekanlarının donatıları ve estetik nitelikleri, neoliberal ekonominin tercihleriyle örtüşen postmodern düşüncenin -ki bu makalenin dışında geniş bir şekilde ele alınabilir bir konu- estetik tercihlerini yansıtmaktadır. Tarih boyunca kent meydanlarının şekillenişi, egemen sınıfın iktidar gücünü tesis ve tahkim arzusunun süreciyle söz konusu olmuştur. Bu yönelim, günümüz kapitalizminde de benzer şekilde sürmektedir. Bu makalenin odağı, günümüz kent meydanlarının tasarımında egemen ekonomik düzenin tercihlerini belirlemek; en azından görünüşe çıkan somut mekanın, estetik düzenlenişindeki saikleri anlaşılır kılmaya çalışmaktır. Bu doğrultuda, Henri Lefebvre’in “mekanın üretimi” kavramından yararlanarak postmodernizmin etkisini, kent meydanlarının düzenlenişindeki mimari tercihleri Türkiye’den örneklem olarak seçilen kent meydanları, anıtlar ve AVM’ler üzerinden anlamaya çalışacaktır. Seçilen örnekler form, alan kullanımı, harekete duyarlılık, dinlenmeye ve tesadüfi karşılaşmaya uygunluk, iş ve örgütlenme deneyimlerinin paylaşımı, kamusallık duygusuna olanak sunması gibi ölçütlerle değerlendirilecektir.

Italo Calvino, Görünmez Kentler’inde, “Kent çok zengindir: sürekli yineler kendisini, yineler ki bir şeyler akıllara çakılıp kalsın” derken; ünlü şair Kavafis de “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecektir” dizeleriyle kentin insan toplumsallığında ve kişisel hafızadaki yerine dikkat çeker. Kentler sadece sokaklar ve yapılar yığınından çok, birbiriyle etkileşimli sınırsız imkanlar yaratan ve kültürleri büyütüp yaşatan bir kaptır öncelikle. Bu kaba giren, kabın şeklini alır; aynı zamanda kabı şekillendirir. Çünkü insan varlığının, “insan olmaklık”ı tam da yaşadığı çevreye göre kendini kurması ve kendine göre çevresini kurabilmesindedir. İnsan bulunduğu çevreyle sıvılaşır ya da katılaşır; diyalektik bir dönüşümdür bu. Şehirle ilgili sistematik teoriler üreten ilk isimlerden biri olan Robert Pak, şehri bir kültürel alanı temsil eden “medeni insanın doğal yaşama alanı” (habitatı) olarak görüyordu. Ona göre şehrin kendine ait yasaları ve moral düzeni söz konusuydu ve bütün şehir için geçerli olan şehrin diğer kısımları ve meydanı için de geçerli (Pak, 2016 [1925]: 42) olması gerekirdi. Çünkü insan, toplumsal bir varlık olarak yaşadığı mekanla ilişkisini salt fiziksel gereksinimlerini gidermek üzere kurmaz; o, bütün kamusallığını ve düşlerini yaşadığı mekana iliştirerek inşa eder.

Türkçe Sözlük’te meydanı, üzerinde bina vb. şeyler bulunmayan düz, açık ve geniş yer olarak tanımlanırken pazar, panayır kurma, askeri talim ve tatbikat yapmaya elverişli yer olarak tanımı genişletir (Ayverdi ve Topaloğlu, 2007: 733). Genel haliyle kent meydanları, bu tanımlamalara uygundur. Bu yönüyle kentsel bütünlük içinde meydanlar, en gözde çekim merkezi olmaktadır. Hele de kamusal alandan söz edildiğinde akla ilk gelen mekan imgesi olmaktadır. Kent meydanı, değişimin, dönüşümün görünüşe çıktığı; toplumsalın dönüşümünün en iyi şekilde izlenebildiği mekandır. Çünkü egemen kamusallığın kendini görünür kıldığı ve damga vurmak istediği mekan, kent meydanları olmaktadır. Özellikle de anıtlar ve simgesel değerler atfedilen varlıklar/yapılar meydanlarda yer bulmaktadır.

Kent meydanları, insanların bir arada bulundukları ve sosyalleştikleri, başkalaştıkları, başkalarına ulaştıkları mekandır; bu yüzden de düşünsel olarak da incelenmeyi hak eder. Tam da bu noktadan hareketle toplumsallaşmanın merkezi mekanlarından biri olarak kent meydanlarının, estetik düzenlemelerinin, yönetsellikle ilişkisini izlemek önem kazanıyor. Çünkü insanlar, toplumsal ilişkilerini, yaşadığı kentin fiziksel çevre kurgusu içerisinde sürdürmek zorundadır. Bu yüzden mekana her katılım, mekanı üretmektir. Bir mekan filozofu olarak Henri Lefebvre, düşüncesini, bu “üretim” kavramı üzerine kurar. Ona göre mekan, üretim ilişkilerini ve yeniden üretimin toplumsal ilişkilerini içermektedir; “mekan toplumsal bir ürün” olduğu gibi, “her üretim biçimi de kendi mekanını üretmektedir.” (Lefebvre, 2014: 25). Üretilen her yeni mekanın da yeni toplumsal ilişkiler oluşturduğunu görmek gerekir.

Meydan, bütün kent formları gibi, mevcut toplumun tarihselliğinde, sosyal, ekonomik ve kültürel faktörlerin etkisiyle şekillenir ve dönüşür. Kentsel meydanlar, kendisini oluşturan hayat şeklini ve siyasal ilgilerin damgasını taşımakta ve yansıtmaktadır. İster doğal, ister oluşturulmuş olsun bir mekan, çok çeşitli varlıkları içinde barındırmaktadır. Bu bakımdan mekan, bütün içindekilerle birlikte insansal bir “ilişki”dir. Bu ilişki katılımcılarına, gelişkin bir duyusallık, yaşam deneyimi ve içsel tutarlılık kazandırır. Bu bağlamda Marx’ın, “Beş duyunun oluşması, şimdiye kadarki dünya tarihin sonucudur.” yorumu, önemli bir kapı aralar. Estetiğin, özelde de kent estetiğinin niteliğinin, toplumsal talepler içerisinde yer bulması, duyusal-bilişsel gelişimin önemiyle ilgilidir; ki bu gelişim özgürlükle ilişkili olarak değerlendirildiğinde daha da bir anlam kazanır. Yaşanabilir bir dünya “hakkı”, özgürleşmeyi hedeflediği müddetçe peşinde koşmaya değer. Yaşamın otantik deneyimi ve estetik nesnenin sunduğu aura, dünyasal haz çeşitliliği sayesinde duyuların gelişiminde önemli bir katkı sunar; Marx’ın yorumu da ancak bu eylemlilikle doğrulanabilir. Estetik nitelik, sunduğu aura ile duyuları ayartır ve eğitir; bu da onun özgürleştirici potansiyeline işaret eder. Çünkü geleceğin özgürlüğü, bilincin yaşam deneyimi ile kuruculaşır. Estetik deneyimin özgürleştirici etkisi, sunduğu ve güçlendirdiği kendilik duygusu yanında, varoluşun duyumsanmasını sağlamasındadır. Binalar, sokaklar, parklar ve meydanların estetik bütünlüğü, başkalarıyla birlikte varoluşu derinliğine duyumsatan bir ufuk yaratır. Duyular aracılığıyla ve onlar tarafından biçimlenen hazlar ve düşünceler, ancak “çevre” ile irtibatı/ilişkisi sayesinde bir gelişime ve özgürleşmeye katkı sunar.

Estetik deneyim, tek yönlü bir algılama değildir; bu deneyimlerde kendine özgü bir alışveriş gerçekleşmektedir: “…ben duygularımı ve çağrışımlarımı mekana ödünç veririm, mekan da bana algılarımı ve düşüncelerimi ayartan ve özgürleştiren aurasını ödünç verir. Bir mimarlık yapıtı bir dizi yalıtık retinal resim olarak deneyimlenmez, tastamam kaynaşmış maddesel, cisimsel ve tinsel özüyle deneyimlenir. Gözün ve diğer duyuların dokunuşu için kalıba dökülmüş, haz veren şekiller ve yüzeyler sunar, ama aynı zamanda fiziksel ve zihinsel yapıları içine alır ve bütünleştirir, varoluş deneyimimize pekişmiş bir tutarlılık ve anlam verir.” (Pallasma, 2011: 14). Bu bakımdan insan kendi çevresine müdahil olmadan kendi duyularının gelişimine müdahil olamaz. Gelişimin diyalektiği tam da bu müdahil olma ile ilgilidir. İnsan duyularının gelişkinliğince çevresini algılayıp ona müdahale edebilirken, duyular da çevrenin etkisine duyarlı olduğu için gelişecektir. Nasıl ki bir insanın düşünce ve bilgi birikimi gördüklerini etkiliyorsa, gördükleri de kendine yeni birikimler eklemesini sağlayacaktır. Birikimli algılama ve sıçrayıcı düşünme iç içe geçmiş bir olgudur. Bu konuyla ilgili olarak Cemal Süreya’nın “Marmara’dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği/ Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar.” (Uçurumda Açan Çiçek) dizelerini anımsamak yerinde olur. İnsan kendince ve yetilerince çevresine müdahil olamadığında, çevrenin sunduğuna maruz kalacaktır. Maruziyet ise süreklilik arzettiğinde, duyuların gelişimine katkı yapmak yerine tekdüzeleşmesine ve körelmesi yol açar. Çağlar boyunca, sömürünün sürdüğü sınıflı toplumlarda, “dışsal” maruziyet insanın çilesine dönüşmüş vaziyettedir. Kendi “dış”ına müdahil olamayan çileli insan zamanla maruz kaldığını, arzulanır kılıklara büründürerek kendi eksikliğinin telafisine yönelmiştir. Ancak bu telafi çabasının, “özgürleşmeden feragat” anlamına geldiğini görmek gerekir.

Toplumsal yaşamın iktidar ilişkilerince kuşatılmasının erken dönemlerinde köleci ve feodal toplumlarda iktidar, daha görünür ve tanınır bir düzeydeydi; daha çok yüz yüze ilişkiler söz konusuydu. Ancak zamanla, fazlasıyla da kapitalizmde, iktidar farklı biçimler altında görünmezleşerek toplumsal yaşama, farklı müdahil olabilme yetileri üretmiştir. Toplumsal etkinliklerin farklı dallarında egemenlik kodlarının işlerlik kazanması, iktidarın görünürlüğünü de ortadan kaldırabilmektedir. İlerleyen bölümlerde, günümüz kapitalist egemenlik biçiminin mekanlar aracılığıyla kendini işler kılması üzerinde durulacaktır. Çünkü mekanlar, iktidar ilişkilerinin izinin sürülebileceği ipuçlarını ve simgesel ürünlerin barındırmaktadır. Geçmişte görünür iktidar karşısında kendi gardını alan insan, günümüz egemenliğinin görünmezleşen yönetsel teknikleriyle, daha çok dumura uğramış vaziyettedir. Buna neden olansa her taraftan kuşatılmışlık içinde olmasıdır. Toplumsal değerlere ve anlamlara dayalı olan mekan, sosyal ilişkilerin bir ürünüdür. Bir toplumsal ürün olarak da ideoloji ya da siyasetten arındırılmış bir nesne değil; tam tersine, her zaman politik ve stratejik bir nitelik taşımıştır. Bu yönüyle de kent bir temsil mekanıdır; bu niteliğiyle de “…yaşanır, konuşur; duyumsal bir çekirdeği ya da merkezi vardır: Ego, yatak, oda, konut ya da ev; meydan, kilise, mezarlık… Bu mekanlar tutku ve eylem yerlerini, yaşanan durumların yerlerini kaplar, dolayısıyla zamanı doğrudan içerir (Lefebvre, 2014: 71). Bu vurgular, tam da insanın insan oluşunun mekanla diyalektik ilişkisini ortaya koyar.

İletişim teknolojilerindeki gelişmelerle beraber, kentsel mekanın nitelikleri de dönüşmüştür. Bu dönüşümün tasarımı ve estetize edilişi kapitalist egemenliğin ortaya çıkardığı krizlerin aşılmasına yönelik devreye sokulan müdahaleler çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu bakımdan da egemenlik, toplumsal mekanda kendine yer açmış, yayıldıkça yayılmıştır. Kentler, iktidarın yoğunlaştığı ve odaklandığı yerler olduğu gibi, kentin odağı da meydandır. Dolayısıyla iktidarı, kent meydanlarından izlemek mümkündür. Meydanlar, arzulanan hedeflere uygun anıt ve simgelerin mekanı olduğu gibi ritüellerin de mekanı olmakta; öte yandan toplumsal talep ve eylemlere konu olduğunda söz konusu olan yasaklamalarla iktidarın niteliğini afişe eden mekanlardır. Yeni ve dinamik bir toplum kurmak isteyen Cumhuriyet Türkiye’sinde halk, Türklük, çalışma… meydanlarda motif olarak yer bulurken 15 Temmuz 2016 sonrasında egemen iktidar bir taraftan sürekliliği, bir taraftan da farklılığını, en başta da meydanlarda görünüşe çıkmaktadır (Bak. Resim 1 ve Resim 2). Buna karşılık, toplumsal eylem ve taleplerin sokaklarda ve meydanlarda yer edinmeye çalışması, yasaklanmakta ve engellenmektedir. Son dönemde Ankara Yüksek Caddesi’nde yer alan İnsan Hakları Heykeli çevresinde ses vermeye çalışan insanlar, İstanbul Galatasaray Meydanı’nda eylem yapan Cumartesi Anneleri olarak anılan insanlar engellenmektedir. (Bak. Resim 3 ve Resim 4).

Kentin yapısıyla toplumun yapısı arasında bir ilişki kurulabilir mi peki? Elbette. Toplumun yapısı, kendine uygun ihtiyaçlara göre kenti de oluşturacaktır. Kentin yapısı daha dikkatli bir gözle bakıldığında kentin sınıfsal yapısını da gözler önüne serecek ya da tam tersi görünmez kılacak şekilde düzenlenmektedir. Kent, üretim ilişkilerinin insanların gündelik hayat deneyimlerinde yeniden üretildiği bir yerdir. Kapitalist sosyal ilişkiler ancak bir mekanın kullanımı düzeyinde yeniden üretilebilir. Kentsel mekanın üretimi, sosyal ilişkilerin yeniden üretiminden bağımsız olamaz. H. Lefebvre, mekanın yeni toplumsal ilişkiler oluşturduğunu; siyasal iktidarın kentsel örgütlenmeyi, kentsel örgütlenmenin ise insanları belirlemekte olduğu düşüncesinden hareket eder (Lefebvre, 2014: 25). İş bölümünün örgütlenmesi ve hiyerarşilerin üretimi, kentin toplumsallığından bağımsız olarak gelişmeyecektir. Çünkü kentin içinde ve kentle birlikte varoluş, insan kamusallığının merkezi mekanıdır; yaşam alıştırmaları, komşuluk ilişkileri, katılım tecrübeleri… kentsel mekanla inşa edilir, geliştirilir. Kamusal tecrübe ve estetik bilinç düzeyi tam da mekana içerilme durumudur.

Kentlerin en katılımcı, en açık ve şehirlilik duygusunun en belirgin duyumsandığı bölgesi, kentin meydanıdır. Meydan kentin salt bir fiziki ögesi olmayıp zihinsel, psikolojik, tarihi ve hayali birçok niteliğini buluşturan bir alandır. Kent meydanı kolektif hafızanın yeri kalıcılaşır. Toplumun hemen her kesiminden insan, kent meydanına sorgusuz sualsiz, koşulsuz bir şekilde, ayrıma uğramadan girip çıkabilir, orada gezip dolaşabilir. Bu yönüyle de kamuluk yani topluma ait olma duygusunun en güçlü hissedildiği yerdir. Bir kentin meydanı çoğu kez, hiç bilinmese de kentin tamamı hakkında maddi ve sosyo-kültürel bilgi sunabilir; meydana, “kentin özeti” dense yeridir. Kent meydanlarının çeşitli işlevleri vardır. Bunlardan en önemlisi insanların “kalabalığa karışma” duygusunu telafi etmesidir çünkü kent meydanları tesadüfi karşılaşmalara olanak sunar. Bu tesadüfi karşılaşmalar, insanların farklılaşma ve başkalarını tanıma arzusuyla yakından ilgilidir. Şehrin merkezi olduğuna göre meydan, şehirlilere demokratik alışkanlıkları geliştirme, siyasi olguları tanıma imkanı vaat etmelidir. Özellikle de büyük kentlerde bir kaosa dönmüş olan hayatın ve akışın hızının yavaşlama mekanıdır meydan. Belki günün yorgunluğunun atılmak istendiği ya da yorucu bir güne başlamadan insanların tazelenme isteği için bekleyeceği bir yerdir meydan. Kapitalizmin kenti, içinde insanların debelendiği bir keşmekeş yarattığından, kentin meydanı bu keşmekeşi sükuna erdirecek ögelere yer vermeli; oyunsal ihtiyaçları, eğlence beklentilerini karşılamaya dönük ve yüz yüze ilişkileri geliştirici olanaklara yer açmalıdır. Meydanın başka bir işlevi de kullanıcılarına hayatı tanıtıcı, uyarıcı ve yönlendirici imkanları barındırmasıdır. İnsanların kendi yaşamlarının darlığından sıyrılıp daha geniş perspektifler edinebilmesi, hayatın yenilenen teknik ve bilgilerinin tanınmasına elverişli bir mekan olmalıdır elbette. Pir Sultan Abdal’ın şu dizeleri yüzyıllar öncesinden bu gereksinimi dillendirmiştir: “Ayn-ı cemin bülbülüyüm / Maydana ötmeye geldim.”

1. Tarihsel Süreçte Kent Meydanlarının Toplumsal İşlevi

Bir kentin meydanı, geminin güvertesi gibidir; kamaralarında konaklayan yolcu ve çalışanların yüz yüze karşılaşma ve ilişki kurma alanıdır. Meydanın siyasal toplumsal yaşamla doğrudan ilgisi en eski toplumlarca da biliniyordu. Arapçada teşhir ve şöhret kelimeleri, “şehir” kelimesinden türemiştir; ikametin dışında şehir, “kendini gösterme ve bilinme” duygusunun tatminini sağlayan mekandır aynı zamanda. Aristotales, Politika adlı kitabında bir akropolisin oligarşiye ve tek adam yönetimine, düz açık zeminin ise demokrasiye tekabül ettiğini söyler (Aristotales, 1975: 120). Sitenin merkezinde bulunan agora, politik eylemin de odağı durumundadır. Kent meydanları, herhangi bir açık alandan farklı olarak belli bir sınırlılıkla kapalılık hissi de veren, evin oturma odasını andıran bir uzantı gibidir. Kentte yaşayanların içsel bir arzu olarak kent meydanlarına yönelmesi, meydanın fiziki olanaklardan ziyade, toplumsalın cazibesinden kaynaklanır. Dolayısıyla kent meydanlarının toplumsal-siyasal yaşamla ilgisi doğrudandır. Öte yandan kent, yaşayan her sakinine bir yaşam ve evren imgesi de sunar; bu ilgiyle hem kentin hem de kentin meydanının hafızalarda bir imgesi vardır. Kente uzaktan bakanlar, kentten gelip geçenler için meydanın imgesi, çoğu kez kentle özdeşleşmektedir.

İlk kentlerin ortaya çıkışı, elbette ki toplumsal zenginliğin artışıyla ilgilidir; ekonomik ve politik tekelin büyümesi, kenti de büyütmüştür. Kentin büyümesine paralel olarak yönetim erki, kentte kalabalıkların tesadüfi buluşma mekanını süreklileştirecek organizasyonlar ve simgesel yapılar üretmeyi ihmal etmemiştir. İnsanlık tarihi açısından kentin önemini dile getiren Mumford, “[Kent] sadece fiziksel araçları değil, bu mirası aktarmak ve geliştirmek için ihtiyaç duyulan insanları da bir araya getirip örgütledi. Bu hâlâ, kentin insanlığa en büyük armağanıdır.” (2013: 684) demektedir. Meydanın önemli bir yanı kentsel sirkülasyonun ve dağıtımın yapılma yeri olmasıdır. Çoğu kez insanların toplanma, buluşma yeri olduğu gibi gidilecek yerlere yönelme mekanı olabilmektedir. Bu bakımdan kent meydanlarının en asli niteliği, ulaşım bağlantılarına sahip olmasıdır. Modern kent planlamasında bu husus, özellikle göz önünde bulundurulmaktadır. Kentin odağında bulunan ve insanların toplanma/buluşma işlevini içeren meydanlara, Eski Yunan’da agora, Roma’da forum deniyordu. Başlangıçta daha çok pazaryeri olarak kullanılan bir karşılaşma bölgesi olan açık alanları, zamanla binalar çevrelemiş olup kentin meydanı özelliğini kazanmıştır. Bu meydanlar zamanla, değiş tokuş amacının dışında bir sosyal işlevi yerine getirir olmuştur. “Agora öfke, korku ve kuşku kaynaklı gerilimi ortadan kaldırmak, bozulan sosyal dengeyi onarmak için ortak meseleleri dile getirme yeriydi.” (Mumford, 2013: 191). Şehrin toplumsal imgesi, şehirde yaşayanların duygu ve moralleri üzerinde önemli düzeyde etkilidir. M.Ö. 6. yüzyılda şehrin olumsuzluklarının artması üzerine yönetici Psistrates, şehrin alt tabakalarına çeşitli ayrıcalıklar sağlayarak, şenlikler düzenleyerek şehrin toplumsal imgesini güçlendirmiş ve şehir sakinlerinin şehirle bütünleşmesini teşvik etmişti. Onun reformlarının ve düzenlemelerinin demokrasiye yönelimde çok önemli katkıları olmuştur (Bellah, 2017: 409). Meydan kavramının bugün bile demokrasi anlayışının merkezinde yer alması bu anlamda düşünülmelidir. Günümüz toplumunda en demokratik eylemlerin hala meydanlarda toplanarak dile getirilmesi, siyasal propagandaların, mitinglerin kent meydanlarında düzenlenmesi, bir toplumsal gelenek olarak sürmektedir. R. Bellah, Yunan akılcılaşmasını, (1) polis’in ortaya çıkışıyla beraber siyasal katılımın gelişmesine, (2) polis’in yükselişiyle beraber okuryazarlığın ortaya çıkmasına, (3) para ekonomisinin gelişiminin soyut düşünce için bir uyarıcı oluşuna, (4) taş yapıların inşasındaki temel teknolojilerin gelişimine bağlar (217: 433-435). Burada söz konusu edilen toplumsal yaşamın çok yönlü olarak diyalektik bir gelişim içinde sonuçlar doğurmakta oluşudur.

Roma’da kent meydanlarına forum deniyordu. Forum da agora gibi bir çeşit pazaryeri işlevi görüyordu başlangıçta. Zamanla forumun en temel parçası tapınaklar ve öteki kamu binaları (mahkeme, ibadethane, meclis binası) forumun çevresini kapladı. Kent meydanlarının simgesel nitelikleri şehirde yaşayanlarda bir bağ ve özdeşleşmeyi ortaya çıkarabilmektedir. Binaları simetrik biçimde düzenleme de ilk kez forumla başladı. Forumun geometrik mimarisi, iktidar ile tebaa arasındaki mesafeyi de belirleyen bir işlevi yerine getiriyordu. Mekanın geometrik niteliğiyle iktidarın belirmesi arasındaki ilişkiyi Canetti şu şekilde ifade eder:“Her insan, en güçsüzü bile, başkasının, yanına yaklaşmasını önlemek ister. İnsanlar arasında kurulan her toplumsal yaşam biçimi kendisini, ele geçirilip yakalanmanın durmak bilmeyen korkusunu teskin eden mesafelerde dile getirir. Pek çok kadim uygarlığın çarpıcı özelliği olan simetri, kısmen insanın kendi etrafında eşit mesafeler yaratma girişiminden türer. Bu uygarlıklarda, güvenlik mesafelere dayandırılır ve sembolik olarak mesafelerle ifade edilir.” (Canetti, 2010: 209). Ortaçağın aşılmasıyla birlikte ticaret canlanmış, şehirler büyümeye başlamıştır hatta yepyeni şehirler ortaya çıkmıştır. Şehir ve meydan Ortaçağ öncesi gibi yeni toplumsal hayatın ve ekonominin merkezi haline gelmiştir. Kapitalist toplumun vazgeçilmez kavramı piyasa da bu dönemde “piazza” yani, meydan ortaya çıkmıştır. Rönesans dönemiyle birlikte meydanlar, tek merkeze yönelen sanat anlayışına uygun olarak dizayn edilir oldu ve meydandaki her unsur, monarşik hükümdarın merkeziliğine gönderme yapacak şekilde yer bulur oldu (Sennett, 2008: 12). Sanatsal ilgi olarak merak ve özenti Antik Yunan’a olsa da Antik Yunan’daki demokratik algıdan farklı olarak meydanlar, iktidarın güç ve ihtişam gösterişinin yeri olarak algılanır oldu; hükümdarın gücüne karşı gelip asilik yapanlar, meydanlarda ibretiâlem olarak asılıyordu. İdamları herkesin görebilmesi için tasarlanıyordu meydanların düzeni. Bir yönetim tekniği olarak bu tutum, kent sakinlerine “sizi denetliyoruz” mesajı vermiş oluyordu (Taşçı, 2014: 129).

Sanayi devriminin etkisiyle toplumsal ve kültürel yaşam da çok hızlı bir şekilde değişti; kamusal mekanlar da bundan payını aldı. Kent ve meydanlar, dönemin ruhuna uygun olarak ekonomik gelişmelere endekslendi. Fabrika düzeyinde üretim mekanlarının yaygınlaşması, kalabalık bir proleter kitlesi ortaya çıkarmıştı. Geçmiş dönemlerin binalarla çevrili, “kapalılık hissi” veren korunaklı meydanları, daha açık alanlara dönüştü. Modernizmle birlikte kentsel mekanın düzenlenişi, kapitalist ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşirken eskinin katılıkları, “yaratıcı yıkıma” tabi tutularak dönüştürüldü. Bu dönüşümde, kapitalist birikim sürecini sekteye uğratacak tehdit unsurlarının bertaraf edilmesi öncelikli hedef olmuştur. Hausmann, Paris’i dizayn ederken 1848 Devrimleri’ni unutmamıştı; bu yüzden Paris’in yeni dizaynını emekçilerin ayaklanmalarını kolay bastırabilmek için askeri birliklerin ve topçuların, daha hızlı hareket edebileceği uzun ve geniş koridorlar inşa etmiştir (Berman, 2005: 206). Benzer şekilde, öteki gelişkin kapitalist ülkeler de yeni dizaynlara aynı Saiklerle hareket etmiş, sonradan kapitalistleşecek ülkeler de merkez kapitalist ülkeleri model alarak kentin ve meydanların düzenlenişinde benzerlikler söz konusu olmuştur.

Modernist kent anlayışı, geniş bulvarlar, ağaçlı geniş yollar, gezi ve yürüyüş imkanları sunan kaldırımlar, yaya bölgeleri, yaya bölgelerine ilişik medyalar, anıt ve havuzlar, etkileyici seyirlik düzenlemeler sağlayarak kentleri, kamusal anlamda yaşanabilir, eşitleyici mekanlar olarak düşünmüştür. Bu mekanlar ve meydanlar, kapitalizmin yoğun ve yorucu yaşamına maruz kalan bireylerin, fiziksel yalnızlıklarını aşabilme ve başkalarıyla karşılaşabilme olanakları sunmaya yönelik olmuştur. Ancak ortaya çıkan sonuç, bütünlüklü insanın kayboluşudur: “Metropol topluluğunun bütün örgütlenmesi, kendiliğindenliği ve kendi kendine yön verme yeteneğini öldürmek üzere tasarlanmıştır (Mumford, 2013: 659). Kentlerde süpermarketlerin ortaya çıkışı, pazaryerinin eski otantik karşılaşmalarını, tesadüfi deneyimleri ortadan kaldırmış oldu. Süpermarketler kişisellikten tamamen uzak ve mekanik bir işleyişe sahip oluşuyla yeni bir tahakküm tarzı ortaya çıkarmıştır. İnsan için pazaryerinin candanlığı ve muhabbet ortamının ortadan kayboluşu, önemli bir toplumsal kayıp sayılmalıdır. Pazaryerinin ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğu, günümüzde reklam endüstrisi ve medyatik zevzeklik doldurmaktadır.

2. Neoliberalizm ve Hayatın Bütününün Ekonomikleşmesi

Neoliberalizm, kapitalizmin 1970’lerde başlayan krizine karşı, üretilen politikaların genel adı olarak anılır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin, uluslararası kurumsallaşması ve Keynesçi iktisat politikaları, 1970’li yıllara gelindiğinde önemli bir krizle sarsıntıya uğradı. Bunun üzerine bir dizi ekonomik ve politik öneriler çerçevesinde, yeni bir birikim modeli evresine geçildi. Bir sömürü sistemi olarak kapitalizmin özünde bir farklılık olmamasına karşın, yeni evreye neoliberalizm denmiştir. Neoliberalizmi, salt bir ekonomik program olarak görmek eksik bir kavrayış olacaktır. Neoliberalizm, “…bir müdahalesizlik örtüsü altında sermayenin egemenliğini toplumsal yaşamın her alanında yeniden oluşturmaya yönelik bir hegemonya projesini dayatmak için devlet gücünün sistematik olarak kullanımına dayanan bir birikim stratejisini, bir sosyo-ekonomik yeniden üretim düzenleme şeklini, bir sömürü ve toplumsal tahakküm tarzını birleştiren” (Saad-Filho, 2018: 114) uygulamaların tamamıdır. Neoliberalizm bir “projedir” (Harvey) ve hedefi, finans piyasaları tarafından temsil edilen sermayenin yeniden üretiminin çıkarlarıdır. Yapılan reformların acil amacı, yüksek ekonomik büyüme oranları sağlamak ve enflasyonu düşürmektir; bunun için de ilk yapılması gereken işçi sınıfının taleplerinin bastırılması olarak sonuç bulmuştur. Neoliberal geçiş (1) kapitalist toplumsal tahakkümü yeniden tesis etme, (2) üretimi yeniden yapılandırma, (3) uluslararası düzeyde ABD hegemonyasını yeniden oluşturma unsurlarını içerir (Saad-Filho, 2018: 118). Neoliberal uygulamalar iktidarın ve zenginliğin bir yerde toplanmasını kolaylaştırmış, emek sömürüsünü daha ince tekniklerle şiddetlendirmiştir.

Neoliberalizm toplumun bütün etkinliklerini mümkün olduğunca ekonomikleştirme ve muhasebeye dahil etmeye yönelik bir mantığa sahiptir. Bütün faaliyetler, verimlilik ve meta mantığına uyarlı şekilde ekonomikleştirilmektedir. İnsanın toplumsal eylemliliği ve yaşam biçimi, şirket mantığı modelli olarak tasarlanmakta, yaşam alanları ve yeniden üretim süreci bu mantığa bağlanmaktadır. Neoliberalizmin bir “işletme toplumu” ortaya çıkardığı söylenebilir. Her tür varlığın ve var oluşun bir “piyasasından” söz edilir bu toplumda. Siyasal iktidar bile ülke yönetimini, “şirket yönetimi”ne benzeterek tanımlamaktadır.1 Bu yüzden her birey bir “girişimci” olarak modellenir ve eğitim süreciyle klonlanmaya çalışılır. Liberalizmin homo economicus sayılan bireyinin, karar ve seçimlerinde bir iktisadi yatırımcı gibi davranması istenir. Bu anlayışta, her insan varlığının, ömrü boyunca okul eğitimiyle, yabancı dil ve bilgisayar kurslarıyla vb. kendisini sürekli olarak ekonomi piyasalarına göre şekillendirmesi ve yenilemesi beklenir. Eleştirel biçimde düşünen bir insan, söz konusu bile edilmez. Her insan bütünüyle ekonomi piyasasına uymalı ve onun gereklerine uygun olarak evrilmeyi becermelidir. Girişimci bireyin, eleştirel düşünmenin külfetleriyle zaman kaybetmesi gereksiz görülür. Neoliberalizmin teorisyenlerinden Hayek diyordu ki, “Artık şunu anlıyoruz ki insanın hedeflerine ulaşabilmesi için pek çok konuda kaçınılmaz olarak bilgisiz olması lazım.” (aktaran Spencer, 2018: 42). Söz konusu akıl, bütün eğitim sistemini ve ders programlarını bu doğrultuda planlayarak, sadece ekonomik olana endekslemekte elinden geleni ardına koymaz. Kaba disiplinci bir iktidar mantığına sıcak bakmayan neoliberalizm bireyi, çeşitli biçimlerde ince tekniklerle “bencilliğin buzlu sularına” (Marx) sürüklemektedir.

Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu adını verdiği derslerinde, neoliberalizmin özellikle de Avrupa’da Nazizmin yıkımları sonrasında liberallerin “özneyi sermayeyle tamamen bütünleştirme” gayretleri üzerinde durmuştur. Bu anlayışa göre, özne piyasanın gereklerine uygun şekilde kendini girişimci bir varlık olarak yetiştirmelidir. Birey, hayatını iç içe geçmiş girişimler bütünlüğünde sürdürmeli; artık iktidarın denetimci nefesini ensesinde hissetmemelidir. Bu saiklerle yetişen her birey, belli standartlara uygun tutum ve davranışlar kazanarak yaşamını sürdürecektir. Buradaki asli mesele, piyasanın gerekirliklerine uygun bir esneklikle yetilenmek ve beceriler kazanmaktır. Öne sürülen ilke, her ne kadar “bireyin özerkliği” olsa da bireyin herhangi bir özerkliği söz konusu olmadığı ortadadır. Birey kendini geliştirme adına, piyasaya uygun CV ile donatmak ve prezantabl olma kaygılarıyla debelenip duracak, kapitalistik hegemonya doğallaşacak ve içselleştirilerek meşrulaşmış olacaktır. Bu yönetimsellik biçiminde, her tür eğitim standardından, çevre düzenlemesine, fabrikadan ofise kadar bütün hayat homo economicus’u çağıracak (Althusser) şekilde tasarlanmakta, bütün hedef ekonomik üretkenliği artırmaya yöneltilecektir.

Lefebvre’in “organizasyon kapitalizmi” dediği neoliberalizm, sırf sermaye mantığını hayatın her alanına yaymakla yetinmeyip bireylerin ekonomi piyasasıyla ilişkisini güçlendirecek imkanlar yaratmasına Foucault’un deyimiyle biyopolika demek, uygun olacaktır. Biyopolitika politik alandan apayrı bir yönelim değildir elbette. Thomas Lemke biyopolitikayı, “politikanın en derinindeki çekirdekte yer alan düşünümsel boyutu” olarak tanımlar. Biyopolitik yönelim, teknolojinin gelişimi doğrultusunda dönüşecek; teknoloji de genel politikanın değişmesine neden olacaktır. Politik ve biyopolitik arasındaki söz konusu ayrım, bir karşıtlıktan ziyade, birbirini tamamlayan bir konumu ortaya koyar. Biyopolitika, hayatın yönetiminin etkilerine yönelmek yerine, işleme biçimine odaklanarak “nasıl?” sorusunun yanıtını arar (Lemke, 2013: 155). Biyopolitik bakışın önemi, “politik”in odağında olmasına karşın ihmal edilen biyolojik süreçlere ilişkin bilginin dönüşümünü dikkate almasıdır. Bu sayede, insan bedeni anatomik bir varlık olarak görülmekten ziyade, bilgi veren bir ağ olarak görülebilmektedir. Neoliberal dönemin mekan tasarımlarıyla biyopolitika tam da estetik düzeyde kesişmektedir. Estetiğin insan duyusallığında ve zihinselliğindeki şekillendiriciliği, insanın bir bütün olarak yaşamının ekonomikleştirilmesiyle iktidarın estetik tasarımı arasında ilgi kurmak mümkündür. Bu ilgiyle neoliberalizm, ekonomikleştirme gündemine uygun olarak postmodern estetiği, neoliberal özneleştirmenin hizmetine sokmaktadır. Daha önce vurguladığımız gibi mekan insanlarca üretilen ve insanları da üreten bir yapıya sahiptir. Mekanın üretime dahil bir ürün oluşunu Lefebvre şöyle anlatır:

Mekan, pasif, boş bir şey olarak ya da ‘ürün’ gibi karşılıklı mübadelede bulunmaktan, tükenmekten ve yok olmaktan başka anlamı olmayan bir şey olarak düşünülemez. Bir ürün olan mekan, etki ya da tepki yoluyla bizzat üretime müdahale eder: üretken-emeğin örgütlenmesi, ulaşım, hammadde ve enerji akışı, ürün paylaşım ağları… kendince üretken ve üretici olan mekan, üretim ilişkilerine ve (iyi kötü örgütlenmiş) üretici güçlere dahildir.” (Lefebvre, 2014: 24).

İnsanın yönelim durumunu, dar bir “bilinçlilik/bilinçsizlik” düzeyinde tanımlayan analizler kısır kalacaktır; bu nedenle biyopolitik kavramından yola çıkarak biyoiktidar kavramına yer vermenin, mekanın dizaynında iktidar süreçlerinin işleyişini anlamak ve analiz etmek açısından önemli bir boşluğu kapatması söz konusudur. Biyopolitika kavramı, estetik tasarımların muhataplarını nasıl etkilediğinin daha doğru bir şekilde değerlendirmeye elverişlidir. Çünkü biyopolitik çözümlemede, iktidar teknikleri ve söylemler, bilgisel etkinlikler ve özneleştirme tarzları arasındaki ilişkiler ağı derinlemesine soruşturulur. Böyle bir perspektif, yönetim stratejilerinin hayata dair bilgileri nasıl ürettiği ve harekete geçirdiği hususuna da eğilir. Ayrıca mevcut eşitsizlik yapılarını, hiyerarşileri ve yeniden üretim pratiklerini hesaba katmaktadır. Bilimsel, eğitsel, dini vb. kurumların yönlendirdiği düzenlemeler, muhataplarıyla ne şekilde buluşmakta olduğu masaya yatırılmış olur: “Biyopolitika çözümlemesi, yönetsel, disipliner ve bilişsel sınırlar tarafından genellikle birbirinden ayrılan alanları bir araya getirecektir. Böylece beden ile zihin, doğa ile kültür arasındaki kategorik ayrımlar çok daha kolay aşılabilir hale gelir. Disiplinci bir kontrolden ziyade, genelin düzenliliği öne çıkar; eğitici değil, istatistiki anlamda dengeleyici, düzenlileştiricidir.” (Koyuncu, 2016: 39).

Burada politik ve estetik alana sıkışarak kapitalizmin asli durumu olan sınıf çatışmasını gözden kaçırmamak gerekiyor. Elbette ki kapitalizmde temel mesele, kapitalist sınıfın emekçi sınıflar üzerindeki tahakkümüdür. Bu tahakkümün inşa edilmesi ve sürdürülmesi, gitgide incelmekte ve gizlenmekte. Sömürünün bertaraf edilmesine yönelik devrimci tutumların karşısında liberalizmin farklı biçimleri sahne almaya devam ediyor. Bu yüzden liberal yönetimselliğin ayak oyunlarının sürekli biçimde eleştirilmesi gerekiyor. Eleştiri alanlarından en önemlilerinden biri de kent eleştirileri sayılmalıdır. Ancak bu yönlü eleştirilerin rant odaklı eleştirilere sıkışması söz konusudur. Oysa liberalizm, sadece ekonomik bir kuram ya da politik bir ideoloji değil; insanların yönetilmesine dair özel bir sanat sayılmalıdır. Bu sanatın aklı, temelde çıkar odaklı olarak işleyen bir akıldır. Liberal toplumda bireyler eylemler, sözler, zenginlikler, kaynaklar, mülkiyet, haklar vs. üzerinde etki sağlayan şey çıkarlardır (Foucault, 2015: 41). Çıkar ilkesi, bireysel ve müşterek çıkarlara gönderme yaparak toplumsal faydayı, ekonomik kârı, piyasayı, kamusal düzenlemeleri doğallaştırarak meşrulaştırabilmektedir.

3. Kent Meydanlarının Düzenlenişinde Postmodern Estetiğin İzleri

Postmodernizm kavramı, “modernizme karşı tepki” anlamını verecek şekilde 1930’lu yıllardan itibaren kullanılmaya başlansa da 1980’li yıllardan itibaren asıl imasını bulmuştur. Belirgin etkisi de ağırlıklı olarak görsel sanatlarda, mimaride ve kent düzenlemelerinde hissedilmiştir. Duygularda yoğunluk, gündelik sıradan yaşamın estetiği, farklılıkların özel bir yer bulması, kurumsallaşmış mekansal düzenlemelere karşı çıkış, popüler kültür postmodernlerin önemsediği yönelimlerdir; elit ve popüler ayrımının ortadan kaldırılması amaçlanır. Bundan dolayı da biçimsel eklektizm, parodi, pastiş, ironi ve oyun öne çıkarak derinlik yerine yüzey önemsenir (Sarup, 1995: 158). Postmodern yönelimin temel ilkelerini, mimarlığın ve planlamanın odağı olan kent ve meydanlarda da izlemek mümkündür. Bu yönelimlerin çoğu, neoliberal özneleştirme anlayışıyla da örtüşmektedir. Mekanın organizasyonu, gündelik yaşamın eylemleri için yönlendirici bir işlev gördüğünden bir çeşit denetin oluşturulduğunu söylemek de mümkündür. Neoliberalizm nasıl ki rekabete dayalı piyasa düzenine tabi özneler üretirken disipline edici teknikler yerine biyopolitik mekanizmalar işletiyorsa postmodern mimari tasarımlar da bu mekanizmaların yardımcısı durumundadır. Vitrinlerin, meydanların, binaların estetik tasarımı, derinliksiz bir algı ve hızlı bir hareketi ortaya çıkaracak biçimde yapılmıştır. Neoliberalizmin mekanı daha uysal, daha üretken ve rekabetçi bir yönelime hiç fark edemeden kendini kaptırmaya müsait bir formdadır. Üstelik bu işleyiş, belirli zamanlarda ve mekanlarda, ekonomiyle hiç de ilgisi yokmuş gibi görünen özgül pratik ve teknikler aracılığıyla gerçekleşir. Çünkü özne ile çevresi arasında kurulan bu yeni ilişkiler güya özgürlük deneyimi vaat eder (Spencer, 2018: 52). Bu durum, Marx’ın, Grundrisse’de andığı, gerçek ve biçimsel boyunduruk ayrımından hareket edersek sermayenin biçimsel boyunduruğunun aşıldığı ve toplumun tamamının sermayenin gerçek boyunduruğu altına girdiği momente tekabül etmektedir.

Kamusal yüz yüze ilişkilerin merkezi olan kent meydanları başta olmak üzere, neoliberal mantığın izleyicisi postmodern estetizm; insanın gelişimine yönelik sanata rest çeken, duyusallığı hiçe sayan, derinlik algısının bulunmadığı bir yüzey olarak kendini göstermektedir. Geometrik hatlarla bezenmiş geniş beton alanlar, bağlantısız nesneler, bağlamından koparılmış yapay doğa unsurları insanı tamamen dışlamıştır. İşinden metro ya da vapurla evine dönen bir Üsküdarlı, iş yorgunluğunu atacağı bir dinlence mekanı, görüş alışverişinde bulunup deneyim paylaşımı yapacağı bir ortam bulamayacaktır Üsküdar Meydanı’nda. Ona düşen ya vitrinlere bakarak kentin gürültüsü eşliğinde evinin yolunu tutacak ya da bir AVM’ye sürüklenecektir. Keza diğer merkezi meydanlar için de geçerlidir bu durum (bak. Resim 5 ve Resim 6). Sergilemenin başat olduğu, tüketim ve satın alma odaklı festival ve eğlenceler eşliğinde renklendirilmiş ve ışıklandırılmış caddeler ve panolar, insanların kendinden başkasına göz kaydıramayacağı aynamsı yüzeylerin egemenliği söz konusudur meydanlarda.

Yenilik arayışlarında gerçek ihtiyaçlardan ziyade, farktan farka koşan, kılıktan kılığa giren insan sürekli ve hızlı bir hareketle devinmektedir. Kevin Lynch, metropolün biçimlendirilmesinde en başta “seçme özgürlüğü”nün yani tüketimciliğin dikkate alındığını söyler. Bu anlayışta “birey mümkün olduğunca çok mala hizmete ve imkana kolayca erişebilmelidir.” (Lynch, 1996: 97). Mekanlar ve meydanlar yavaşlatmaya, durup bakmaya yöneltecek yere, tam bu tarza uygun bir yönlendirmeyle, bir geçiş güzergahı olarak tasarımlanmaktadır (bak. Resim 7, Resim 8). Sermaye birikiminin ihtiyaç duyduğu hız, sadece üretimin hızı değil, metaların dolaşımının da hızlanmasını getirmiştir; bu, insanların her iki süreçte (üretim ve dolaşım) de hızlanması anlamına gelecektir elbette. Artık kentin caddelerinde ve meydanlarında bireyin eylemi, kendi etkinliği olmaktan öte, modanın ve reklamların bir yansıması olarak gerçekleşmektedir. Reklam bir kabuk olarak algıyı kapatır, estetik bir deneyim sunmaz.

Postmodernizm geçmişi yeniden canlandırmayı savunurken kent görüntüsü etkileyici sanat ögeleri, reklam panoları, ışıkları anonim donatılar olarak eklemeyi savunur. Meydan bir durma, durulma, dinlenme ve tazelenme yeri olmayı gerektirirken, postmodern tasarımda bir akış ve sirkülasyon belirleyicidir. 1970’li yıllardan itibaren kentsel mekanlarda özellikle büyük boyutlarda AVM, temalı park, süper market, fast-food ve restoran zincirleri peydah olur (bak. Resim 9, Resim 10). Bu mekanlar, toplumu tüketimci kültüre özendiren reklam ve eğlence oyunları da yaratır. Mekanın söz konusu üretimi, buralarda tüketime yönelik olarak gerçekleşmektedir; bu yüzden de daima bir yenilik peşindedir. Özel anma günleri ve kutlama günleri (Anneler/Babalar Günü, Kadınlar Günü, Yılbaşı vb.) icat edilmekte, her icada uygun yeniden bir süsleme, tasarlama yapılmaktadır. Bu çaba, yepyeni seyirlikler ve ilginçlikler bulup gündeme getirmeyi gerektirir. Toplumun toplam hareketliliği artırılarak kapitalizmin krizinin aşılmasına yönelik bir mantık işleme konulur. Bu mantığın estetik alana yansıması postmodernizmdir. Modernistler mekanı toplumsal amaçlar uğruna biçimlendirilecek bir şey olarak görürken postmodernistler için mekan, belki zaman dışı ve “hiçbir çıkar gözetmeyen” bir güzelliğin kendi içinde bir amaç olarak ve herhangi bir toplumsal amaçla bağı olmayan estetik hedef ve ilkelere göre biçimlendirilecek bağımsız ve özerk bir şey olarak görülür (Harvey, 1997: 84). Postmodernizm bir tür çeşitlilik estetiğini ifade etmenin yollarını arar. Bu yüzden mimari ve tasarım, mekansal biçimi çeşitlendirmek açısından yepyeni olanaklarla donanmış olarak görünür.

Burada şunu belirtmekte yarar var: 20. yüzyıldaki mimarlık ve şehir planlamasındaki hattı, “modernist” ve “postmodernist” diye ayırmak, aslen kültürel-düşünsel görünüş üzerindendir. Gerçeklikteki ayrım ise apaçık şekilde “devrimden nasıl sakınılabileceğini” arayanlar ile “mimarlık ve devrim” için savaşanlar arasında geçmiştir (Goonewardena, 2014: 141). Modernist mimariyi totaliterlik ve “aklın güç isteminin diktatörlüğü” olarak eleştiren postmodern estetizmin yönelimleri, çoğu noktada neoliberal ekonominin yönelimleriyle örtüşmektedir. Örneğin Moussavi, kentin tek bir kültürle tanımlanamayacağını, sürekli yeni alt kültür ve kimliklerin ortaya çıktığını, mimari formların da kültürdeki bu değişkenliğe cevap vermesi gerektiğini ifade eder. Kapitalizm eskisi gibi “homojenleştirici bir güç” olmaktan ziyade “farklılığın ve yeniliğin” peşinde olduğundan mimarlık da farklılık ve yenilik arayışındadır. Bu arayışta demir atılan kavram “duygulanım”dır. Formların çoğulluğunun ve değişkenliğinin, duygulanım yaratması hedeflenir. Duygulanıma yönelik bu ilgi ise Deleuze’ün “hikaye anlatmaya özgü sıkıcı dolambaçlardan azade olan ve doğrudan aktarılan bir şey” (Spencer, 2018: 249) tanımından etkilenmiştir. Kent ve yapı mimarisinde çeşitlenen geometri aracılığıyla düzlük, kıvrım, açıklık, eksen, asimetri, çaprazlık, amaçlılık, peyzaj, vadi ve dağ bir arada var edilmeye çalışılacaktır (bak. Resim 8, Resim 10, Resim 13). Kent meydanlarından esinle alışveriş merkezlerine (çoğu kez “yaşam merkezi” de eklenir) eklenen meydancıklarda bu yönelimler bir arada izlenebilir. Murat edilen şey, tek bir anlama indirgenmenin önüne geçmektir. Duygulanımcı anlayışın “anlam” ile derdi vardır; çünkü akla ve eleştiriye çıkar. Aklın ve eleştirinin gideceği yer ise depresif semptomlar olacağını, dolayısıyla da mümkün olduğunca anlamdan kaçınmayı önerir. Postmodern mimarlardan Spuybreak’a göre, estetik, mümkün olduğunca plancı ve bilişsel olan her şeyden, bütünleştirmeye yönelik işlerden uzak durmalıdır. Çünkü bütünleştirme mantığı, siyasal olarak totaliterizme yol açacaktır: Şeyler ne ise öylece kalmalıdır. Yaşamın hızının akışına tabi, arzularından başka yönlendirici tanımayan, sürekli spontane itkilerin peşinde bir yaşam, tam da burjuva düzeninin estetikleştirilmesidir (Spencer, 2018: 269).

Postmodern anlayışı benimseyen mimarlardan C. Jenks’e göre, mevcut toplumda piyasa, birinci iletişim dilidir; mimar, piyasayla bütünleşmekten kaçamaz. Kamu ihtiyaçlarından çok, zenginlere ve özel tüketime hizmet etmek durumundadır (Harvey, 1997: 96). Postmodernizm, tarihin derinliğine kavranamayacağını, bunun yerine tarihi bugün yeniden yaratmayı salık verir. Jenks’e göre hepimiz zihnimizde, başka yerlerde yaşadığımız çoğunlukla turistik deneyimlerden, sinemadan, televizyondan, sergilerden, popüler dergilerden vb. edinilmiş bilgilerden oluşan bir hayali müze ile dolaşırız. Bunun için de eklektizm, kültürün doğal evrimi olacaktır (aktaran Harvey, 1997: 107). Postmodern mimarinin hakim temaları olarak kurgu, parçalanma, kolaj, eklektizm, maskeleme, gelip geçicilik ve kargaşa duygusu sayılabilir (bak. Resim 13, Resim 14). Bu çerçeve, mevcut egemenliği bir eleştiri getiriyormuş izlenimi yaratsa da mevcudun dönüşümüne dair hiçbir öneri ortaya koymaz. Özetle, postmodern mimari, karmaşa içinde bir ahlaki, politik ve ekonomik sitemde şirazesinden çıkmış bir dünyayı yansıtmayı amaçlarken bunu öyle bir tarzda yapar ki, “insana yönünü şaşırtır, kafasını karıştırır”, böylece biçim ve mekan konusunda alıştığımız algılama biçimlerini altüst eder (Harvey, 1997: 119). Postmodernin retoriğinin tehlikesi, mevcut egemenlik düzeneği ve gerçekliğiyle yüz yüze gelmekten kaçınmasıdır.

Amerikalı şehirbilimci William Whyte, New York’un küçük kamusal mekanları üzerine yaptığı çalışmada, kent meydanlarının ölü ve canlı noktalarını belirlemiştir. İnsanların kamusal mekanlarda eğleşmek için merdivenli bölgeleri, havuz kenarları, çimenlikleri, iş yapmakta olan insanları seyretme imkanı bulunan bölgeleri tercih ettiğini gözlemiştir (Whyte, 1980: 21). Kimi mekanlar da tamamıyla “ölü”dür; insanları çekmez, kent hayatını daha yaşanabilir kılmaya hiçbir katkısı yoktur. Geniş açıklıkları olan kent meydanlarını, araç ulaşımından yalıtık, yeşilliksiz, yüz yüze ilişki olanağı taşımayan bölgeleri insanlar sevmemektedir. İnsanların, farklı yaş kuşaklarının bir arada bulunabildiği, resim ve müzik performanslarının yapıldığı, kitap okumanın mümkün olabildiği, atraktif olanaklar taşıyan mekanlarda yoğunlaşması söz konusu olmaktadır. Tercih edilen meydanların olmazsa olmaz doğal imkanları güneş, rüzgar, ağaç ve sudur (Whyte, 1980: 40). Çekici bir kent meydanı çok karmaşık olmamalı ancak çok düzenli de olmamalı. Aşırı karmaşa ve düzen insanların ruhunda öldürücü bir etki yapmakta, katılık ya da yabancılık duygusu yaratmaktadır. Ayrıca göz temasının kurulabildiği, yaşamı görünür kılan, günlük hayatın olağan akışının sürdüğü yerler bir meydanı daha huzurlu yapmaktadır. Ölçek bakımından da ne çok küçük ne de çok büyük olmalı, mümkünse yerel yapıların bulunması gerekir. Dinlenmek, çay içmek, gazete okumak gibi kompakt mekanlar insanların çok daha istekle takılabildiği yerler olmaktadır. Ancak yeni inşa edilen birçok meydan salt gösterim amaçlı olarak kullanılabilmektedir (bak. Resim 11, Resim 12). Bu yönelimden haberdar olan alışveriş merkezleri, yapay bir şekilde bu tür nitelikleri taşıyan yerler olarak düzenlenmeye çalışılmaktadır. AVM’ler bütün ihtiyaçların karşılanabildiği adeta küçük bir semt niteliğine büründürülmeye çalışılmıştır; mekan düzenlemeleri turistik bir yerde geziniyormuş hissi vermek amacına yöneliktir.

Esnekleşen çalışma saatleri sayesinde tüketim alışkanlıkları çok daha uzun zaman dilimlerine yayılacaktır. Tüketim, boş zamanı değerlendirme ve eğlence ile birleşir; bu tür yerlerde geçirilen zaman uzatıldıkça uzatılır. Durup eğleşilen, dinlenilen, seyredilen, başkalarıyla karşılaşılan kentsel mekanlar ve meydanlar azalır, renksizleşir ya da başka işlevlere dönük etkinliklerle doldurulur. Bu anlayışta farklı toplumsal ilişkilerin gelişmesiyle kamusallığın azaldığına dair bir varsayım söz konusudur. Böyle olunca da kamusal alanların eskisi kadar kullanılmadığı, bu alanlara gereksinim duyulmadığı yönündeki savlamalar ortaya dökülmektedir. Çokluk ve farklılıklar dillenmesine karşın uygulamada yeknesak kentler ve birbirine benzer meydanlar ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de meydanlar, çeşitli gerekçelerle siyasal/kamusal kullanıma kapatılmakta (bak. Resim 4 ve 5), bunun yerine “sözde meydanlaşma” (“pseudo meydanlaşma”) biçimi olarak toplanma/buluşma mekanı olarak AVM’ler ve önleri merkez olmaya başlamıştır. Alışveriş merkezlerine yönelim dinlenme, gezi, estetik deneyim, başkalarıyla karşılaşma ilişkisi değil, ekonomik ilişkidir; orada herkes birer “müşteri”dir durumundadır sadece (bak. Resim 7 ve 10).

Toplumsal çözülme ve çürüme dönemlerinde yapıların ve meydanların genel estetiğinde, gerçek gereksinimlerden ziyade, öne çıkan bir gösteriş, süslemecilik ve abartı ağırlık kazanır. Şimdi Türkiye’de farklı bölgelerdeki kent meydanlarına baktığımızda yaklaşık bir estetik eğilimi taşıdıkları görülebilir. Kolektif etkinliklerin yaratılmasına mani olacak şekilde tasarlanan meydanlar, ortaklaşma olanağından yoksun, bağlamsız ve eklektik figürler bireyci ve özelleşmeci anlayışın yansıması olarak düşünülmelidir. Meydanları çevreleyen yapılarda aşırı büyüklük farkları, kendi döneminin özgünlüğünden ziyade farklı tarihsel dönemlerden eklektik harmanlamalar dikkati çekmekte. Aynı binada Roma, Selçuklu ve Osmanlı stilleri görmek mümkün olabilmektedir. Hatta kamu binalarının ihale şartnamesinde “Osmanlı veya Selçuklu mimarisini yansıtır şekilde” ifadeleri yer bulmuştur. Başkanlık Sarayı olarak yapılan Beştepe Külliyesi bu anlayışın tipik örneklerindendir (bak. Resim 2). Kendi çağının estetik dilini ve ritmini bulamamış olmak gerçekte bir özgüven yitiminin göstergesidir. Bu yetersizlik, abartılı süsleme ve romantik tarihi üslupların kolajı biçiminde kendine yol bulur. Toplumsal çelişkilerin, sömürünün arttığı bir dönemde yapay doğallıkta donatıların artışı, yerleşiklikten ziyade sergiye dönüştürülmüş çiçek tarhları yanında binaların tarih imgesi veya kopyasıyla süslenmesi öne çıkıyor (bak. Resim 5). Hatırlanacağı gibi Taksim Gezi Parkı’na yüz yıl önce yıkılmış Topçu Kışlası görünümlü AVM inşa edilmeye çalışılması söz konusuydu. Tarihi bir ihya görüntüsü altında daha planı yapılmadan kapışılmış mağazalar olduğu ortaya çıkmıştı tasarı, bir halk isyanıyla engellenmişti. Demek ki başka toplumsal alanlarda olduğu gibi, kentlerin dizaynında ve estetik formların ortaya konulmasında belirleyici olan sınıf mücadelesidir. Sınıflar arası mücadele göz ardı edildiği müddetçe egemenliğin, yönelim ve etkinliklerine sağlıklı bir şekilde anlam vermek zordur.

Sonuç

Çağlar boyunca mekanın düzenlenişinde, egemen iktidarın tercihlerini gözlemek mümkündür. İktidar, hegemonyasını somut bir yapıya kavuşturmak için zorunlu olarak mekana ihtiyaç duyar. Hegemonya, bütün bir toplum üzerinde uygulandığından mekan bu tasarımın dışında kalamaz. Güç, kendini mekanı tasarlayarak tahkim ettiğinden tebaa bildiklerini de mekan üzerinden hizaya getirmeye yönelir. Sümer şehir devletlerinin rastgele bir araya gelinen kaynak yanıbaşları, kutsallaştırılmış ağaç gölgeleri kamusal alanların en eski biçimleriydi. Yunan ve Roma toplumları, agora ve forumda yönetim işlerini ve iktidar nüfuzunu sergilemeyi gerçekleştirdi. Kent meydanları belli dönemlerde önem bakımından geri çekilmiş olsa da hiçbir zaman ortadan kaybolmadı. Köy tipi yerleşimlerde bile dibek taşları, çeşme başları kamusal bir işlevi yerine getirmiştir. Modern zamanlar ise bir çeşit kent uygarlığı olarak da nitelendirilebilir. Kent uygarlığının kamusal alanlarının en hası ise kent meydanları olmuştur. Kent meydanları, toplumun her kesiminin kritersiz girip çıkabildiği mekanlar olarak ortak yaşam kültürünün başlıca mirasçısı olmuştur. Devir devir değişse de bir toplumun hem hafızasının yaşatıcısı hem de zamanının yansıtıcısı kent meydanlarıdır.

Yeterince ilgiye mazhar oluşu nedeniyle kent meydanlarını, egemenliğin dilini çözmek açısından okuyabiliyoruz. Egemenlik kendi ideolojisi doğrultusunda tasarımlarla kent meydanlarını düzenlemeye çalışıyor. Kahramanlık ve kişi yüceltimiyle iflah olmaya çalışan iktidar, tarihsel/mitolojik figürlerin heykelleri ya da sembolleriyle donatıyor meydanları; dinsel misyonla hegemonya pekiştiren bir iktidar ibadethaneler, tapınaklar inşa ediyor meydanın en görünür yerine. Kapitalist iktidarın gövde gösterisini ise devasa gökdelenler üzerinden okumak mümkün. Bütün bu iktidar biçimleri, toplumsal özgürleşiminin önündeki engellerdir, ki bütün hesaplar da bu özgürleşmenin mümkünsüzleştirilmesi üzerinedir. İktidarların mekanı denetleme arzusu da bu özgürleşmenin önünü kesme mücadelesinin bir boyutudur. Mekanın insan tinselliğindeki önemini Feuerbach’a atfedilen şu söz açıkça ortaya koyar: “Sarayda başka türlü düşünülür, kulübede başka türlü.” Demek ki her tür özgürleşmenin yolu mekanın da özgürleşmesiyle ilişkilidir.

Neoliberal mantığın yaşamın bütün alanlarını ve insanın kendisini ekonomikleştirme çabası, yaşamın her alanını denetleyici mekanizmalar ortaya çıkarmaktadır. Kent meydanlarının estetiği de bu mantığın dışında kalmamıştır. Bu durum ancak eleştirel bir anlayışla ortaya çıkarılabilir çünkü postmodern düşüncenin iddiası, hayatın ekonomikleştirilmesinden hiç söz etmezken katılıklardan kurtulma ve özgürleşme yönündedir. Yaşamın barındırdığı kültürel çeşitliliğin, çoğul estetik elemanlarla sağlanmaya çalışılması bu iddiaların farklı söylemsel biçimleridir. Öte yandan postmoderizmin, kendisinden önceki modern tarzla detaylı bir hesaplaşmaya girme çabası da söz konusudur. Bunu da modern düşüncenin bütünlükçü ve işlevci yönelimlerinin toplumsal özgürlüğün önünde bir engel hatta totaliterizme varan bir plancılık olduğu iddiasıyla yapar. İddia edildiği gibi postmodern düşüncenin özgürleşimci bir içerik taşımadığını, tam tersi liberal hegemonyanın bir biçimi olarak gündeme getirildiğini, kent meydanlarının estetik tasarımları üzerinden görmeye çalıştık. Bu konu üzerinde yeterince çalışılmış olduğu söylenemez; bunun en açık görüntüsü, makale yazım sürecinde gördüğümüz gibi, konuyla ilgili akademik ve entelektüel çalışmanın/tartışmanın bulunmayışıdır. Bu tartışmanın gereği, kamusal mekanların insan tinselliğindeki etkili yeridir. Kentin insanı kuşatıcı gücü, onun yaratıcı zekanısın gelişimini, başkalarıyla karşılaşması, uzak ufukların kavranmasını beraberinde getirir.

Neoliberalizm, rekabetçiliği ve girişimci özneleri yaratmayı hedefler; bilgiyi ve eleştiriyi dışlayan, sonuca ve hazza yönelik eylemleri yaşamının merkezine koyan bir öznedir bu. Bu öznenin zihinsel dünyasının karmakarışıklığı ile mimari motiflerin eklektik ve spontane estetiği örtüşmektedir. Bilimle mistisizm, gelecek ile geçmiş, teknoloji ile primitiflik aynı yerde, aynı kişide görünüşe çıkabilir. Bir keresinde caddede yürürken ellerindeki kutulardan biralarını yudumlayarak yürüyen iki gencin “ tuttukları takımın üç haftadır gol atamayışının muska yazılmasına” bağlayışlarına tanık olmuştum. Bu tipoloji, fazla abartılıymış gibi görünse de hayatın her bölgesinde fazlasıyla rastlanabilir. Birçok çağdaş sanat dalı, sanatın özgürleştirici gücünü gündemde tutarak kamusal alanda sanatı, bir form alanı olmaktan ziyade bir karşılaşma ve sosyalleşme pratiğine dönüştürmeye çabalamaktadır. Özgürleşmiş bir toplumun ve bireylerin içsel dünyalarının, duyguların ve imgelemin değer kazanması ve olumlanması gerekir. Duyguların ve imgelemin olumlanmadığı bir toplumsallık, gerçek anlamda özgürlük sayılamayacaktır. Kent ve ögeleri, insanın derin benliğiyle ve dış dünyayla barışık yaşamasını sağlayacak biçimde tasarlanmış, deneyim paylaşımına, tazelenmeye, dinlenceye, tembel seyre, tesadüfi karşılaşmaya, muhalif kamusallığa duyarlı bir estetik formla şekillenerek bir özgürlük üretim mekanı olabilmelidir.

KAYNAKÇA

Aristotales (1975). Politika, Çeviren: Mete Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi.

Ayverdi ve Topaloğlu (2007). Türkçe Sözlük, İstanbul: Kubbealtı Yayınları.

Bellah, Robert N. (2017). İnsan Evriminde Din: Eski Taş Çağından Eksen Çağına, Çev. Mete Tunçay, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Canetti, Elias., (2010). Kitle ve İktidar, (4. Basım), Çev. Gülşat Aygun, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Foucault, M. (2015). Biyopolitikanın Doğuşu, Çeviren: Alican Tayla, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Goonewardena, K. (2014). “Teori ve Pratikte Mekan ve Devrim Sekiz Tez”, Kar İçin Değil Halk İçin: Eleştirel Kent Teorisi ve Kent Hakkı içinde (131-154), Çev. Ali Yağız Şen, İstanbul: Sel Yayıncılık.

Harvey, David (1997). Postmodernliğin Durumu, Çeviren: Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınları.

Koyuncu, Emre (2016 ). “Foucault’nun Siyaset Felsefesinde Biyopolitikanın Doğuşu”, Biyopolitika 2 içinde, Editör: Onur Kartal, Ankara: Nota Bene Yayınları.

Lefebvre, Henri (2014). Mekânın Üretimi, Çev. Işık Ergüden, İstanbul: Sel Yayıncılık.

Lemke, Thomas (2013). Biyopolitika, Çeviren: Utku Özmakas, İstanbul: İletişim Yayınları,

Lynch, Kevin (1996). “Metropol Modelleri”, Cogito Yaz’96 içinde, Yapı Kredi Yayınları.

Mumford, Lewis (2013). Tarih Boyunca Kent, Kökenleri, Geçirdiği Değişimler ve Geleceği, (2.basım), Çev. Koca, G. ve Tosun, T., İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Pak, Robert A. (2016). “Kent Ortamındaki İnsan Davranışlarının Araştırılması Üzerine Öneriler”, Şehir içinde, Çeviren: Pıhar Karababa Kayalıgil, Ankara: Heretik Yayıncılık.

Pallasma, Juhani (2011). Tenin Gözleri, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: YEM Yayıncılık.

Saad-Filho, A. (2018). “Neoliberal Geçişte Para Politikası: Keynesçilik, Monetarizm ve Enflasyon Hedeflemesinin Siyasi İktisat Açısından Eleştirisi”, Siyasal İktisat ve Küresel Kapitalizm içinde (101-134), Derleyenler: Albritton, R., Jessop, B. ve Westra, R., İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Sarup, Madan (1995). Postyapısalcılık ve Postmodernizm, Çeviren: A.B. Güçlü, Ankara: Ark Yayınları.

Sennett, R. (2008). Ten ve Taş (3. Basım), Çeviren: Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları.

Spencer, Douglas (2018). Neoliberalizmin Mimarlığı: Çağdaş Mimarlığın Denetim ve İtaat Aracına Dönüşme Süreci, Çev. Akın Terzi, İstanbul: İletişim Yayınları.

Taşçı, Hasan (2014). Bir Hayat Tarzı Olarak Şehir, Mekan, Meydan, İstanbul: Kaknüs Yayınları.

Whyte, William H. (1980). The Social Life of Small Urban Spaces, New York: Project for Public Spaces.

1 Türkiye Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan bir konuşmasında, “Ben bu ülkenin anonim bir şirket gibi yönetilmesini istiyorum.” demişti. (CNN Türk, 15.03.2015).

Bu makale ilk defa Katkı dergisinde yayınlanmıştır.