Ana Sayfa Röportaj Okan Yılmaz’la Söyleşi

Okan Yılmaz’la Söyleşi

Okan Yılmaz’la Söyleşi

Okan Yılmaz Kadıköy’de doğdu. 2017’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Şiirleri, yazıları ve söyleşileri Varlık, kitap-lık, yasakmeyve, Mühür, yeni e. gibi dergilerde yayımlandı. Şiirleri İngilizceye, Arapçaya, Almancaya, Rumenceye çevrildi. Uluslararası şiir festivallerinde performanslar sergiledi, yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli antolojilerde yer aldı. Stüdyo Angarya’da senaryo çalışmalarına devam ediyor. Yeni Türk Edebiyatı üzerine lisansüstü eğitimini Yıldız Teknik Üniversitesi’nde sürdürüyor. Okan Yılmaz’la ilk kitabı yeniay mahvı’nı konuştuk.

Şaşasız kitap adı: yeniay mahvı. Güncel detay derinliklerinin de dışında. Uzak okur’un belki de merakını en gıcıklayan şey kitap isimlendirmeleri. yeniay mahvı. Güzel ama ne?

yeniay mahvı’nın ne olduğunu “tuhfe”de anlatmaya çalıştım. Lisans hayatımın ilk dönemlerinde yaşadığım bir aşktan geriye kalan, beni hayatla karşılaştıran büyük bir imge aslında. İşte tam da o karşılaşma ânında bira fabrikasının ardında yüzüme vuran ay ışığı, varlığını inkâr eder bir şekilde beni karanlığa doğru itmişti. O dönemden bana kalan şiirleri bir dosya hâline getirdikten sonra hiçbir şeyin sonsuza dek süremeyeceğine inandım. Eskiden kaybettiğim savaşın kazananı olmak için yeniay mahvı dedim dosyanın adına ve ekledim: artık yeniay mahvı’ndan âzâdeyim.

Öz şiirinin tanımına varmış bir genç şair olduğunu varsayalım, varsayıyorum… Şiirinin okuruna şiirini tanımlar mısın?

Şiirimin ne olduğu üzerine sıklıkla düşünürüm. Ancak bu soruyu muhalif mevhumun tarafından, yani şiirimin ne olmadığını düşünerek cevaplamak okur için daha farklı bir çerçeve çizecektir. Benim şiirim haksızlıklarla ve acıyla dolu yaşantısını ben diliyle, birkaç redif ve tunç kafiyeyle süsleyen, kendine acıyan, kahreden bir şiir değil. Çünkü şiir sizin dertlerinizi paylaştığınız, ben dünyanın cümle sillesini yedim, diyebileceğiniz bir alan değil. Onunla ağlayamaz, onunla konuşamaz, onunla yazıklanamazsınız. Elbette yaşantınızdan yola çıkabilirsiniz, ancak onun esiri olmamalısınız. Bütün anıları, bütün duyguları kendinizden atıp, dünya hâlinden uzaklaşıp, her şeyle, herkesle vedalaşıp öyle yazmalısınız. “Ben şiir yazıyorum çünkü annem beni gördü,” diyen Lâle Müldür gibi veya “Benim için bir hikâyeye başlamakla silahı şakağıma dayamak aynı şeydir,” diyen Sevim Burak gibi. Benim şiirim vedayı gözüne dağ diye veren, kendinden vazgeçen ve başka bir oluşa sıçrayan bir şiirdir.

aşamadığımız o sınır

sende çam

bende dağ devirdi

anlat şimdi cinayetlerini”

Sınırlılıkta mı sınırsızlıkta mı ilahi gölgelerin bile silindiği kusursuz aşk ve şiir cinayetleri işlenir?

Kitabın arka kapağında yer alan o dizeler “alte liebe” isimli şiirimden. Alte Liebe, Almanya’da demir atmış bir gemi-restoran. Sevdiğim iki yazarın, Tomris Uyar’ın ve Tezer Özlü’nün bu mekânda geçen, aşkı merkeze alan öykülerini tekrar tekrar okuduğum bir dönemde şahit olduğum o cinayet bana bu şiiri yazdırdı. Oradaki sınırın coğrafî bir çizgiden çok toplumsal normların belirlediği bir eşik olduğunu söylemeliyim. Kendi tarihindeki cinayeti toplumsal bellekteki bir katliamla özdeşleştiren persona sınırı cinayetten sonra geçti ve kimin katil, kimin kurban olduğunu yalnız o biliyor.

Kendiliğinden, kurgusuz itiraz imgelerine rastladım yeniay mahvı’nı okurken. “egemen gölgeler”,“nefret cinayeti” ve “bıçak sırtı” gibi… Ki örnekler çoğaltılabilir. İtirazının şiirinin hatta adının, Okan Yılmaz’ın önüne geçtiğini hissetsen. Nasıl bir gard alırdın şiire ve hayata karşı?

Yazarken işçi, orta sınıf, Alevi bir ailenin çocuğu olmak yerine bazen kadın oluşu, bazen katil, bazen mülteci, bazen de hayvan oluşu, hatta dağ, taş, yangın oluşu düşünüyorum. Bu yüzden itirazım benden başlasa da beni aşıp bambaşka bir noktaya ulaşıyor, ulaşmalı da. Benim için şiir hayata karşı bir gard alma yöntemidir ve bu durumda itiraz onu sadece destekleyebilir, önüne geçemez. Geçtiği takdirde şairden çok tuttuğu takımın sloganını canhıraş bir şekilde atan bir holigana dönüşürsünüz. İtirazın dozunu ayarlamak edebiyatı kişiler/sınıflar/cepheler arasındaki savaştan kurtarmak için son derece önemli. Çünkü edebiyat, bir başına edebiyat, bizim bütün itirazlarımızdan daha aşkın bir kavrayış biçimi.

Batı’nın doğusunda mısın,Doğu’nun batısında mı?

Kişisel tarihimdeki büyük yıkımları kendi devrimlerime çevirdiğimden beri “özgür” olduğumu düşünürüm. Bu yüzden sorunuzun yanıtı “Hiçbir yerdeyim,” olmalı. Bunun da ötesinde, Doğu’yu ve Batı’yı birbirine zıt iki medeniyet olarak görmektense her ikisine de eşit mesafede durup her ikisini de eşit derecede alımlamayı tercih ederim. Sorularınızı cevaplarken telefonumda dönüp duran çalma listesi bu durumun en somut örneği aslında. Feyruz’un Li Beyrut’undan sonra Jorja Smith’in Lost and Found isimli şarkısını dinledim. Her ikisinde de beni etkileyen sözler ve melodiler var. Benim yaşama anlam verme biçimim de buna benzer bir şekilde ilerliyor: “Ben hangi taraftayım?” diye dövünmüyor, “düşman kardeşler” de dâhil olmak üzere hiçbir ikileme inanmıyor, Doğu’yu ve Batı’yı bir potada eritmeye çalışmıyor ve zamanı geldiğinde her ikisini de sevmeyi biliyor.

yasakmeyve’de editör yardımcısı olarak da çalışmıştın. Bir edinim sorusu: Editörün dergisi için seçtiği şiir, edebiyatımızdaki dönem ve akımların (kronolojik olarak) devamı mıdır? Yoksa söz konusu kronolojiden kopmayı da temsil eder mi? Nedir?

Aslında her ikisi de kabulüm çünkü edebiyat tarihini geleneği devam ettirenler ve geleneği inkâr edenler üzerinden okumak mümkün. İşinin ehli bir editöre düşen görev ise her iki tarafa da objektif ve nazikçe yaklaşmaktır. Elbette bir editörün poetikası olabilir, ancak poetikası ona yazmadığı/yazmayacağı şiirlere hakaret etme hakkını vermez. Kendinden olmayanı aşağılamak, tekseslilik ve türcülük yalnızca faşistlere yakışır ve faşist söylemle hareket eden her alanda kaybeder. Bu kural şiir için de geçerli. Twitter’da son zamanlarda bazı editörlerin ve okurların birtakım sözlerini okuyorum. X dergide yayımlanmış bir şiirin fotoğrafını çekip kelimenin tam anlamıyla dalga geçiyorlar. Alay konusu olan şairin cevaplarına baktığımda ise onun da söylem olarak aşağıda kalmadığını görüyorum. Bu noktada hatırlamamız gereken bazı olaylar var: Tanpınar “Türkiye beni yedin,” dedi, Leylâ Erbil ve Sevim Burak gibi iki avangard isim Sait Faik Hikâye Armağanı’nda dışlandı, Oğuz Atay anlaşılmadı. Ama yıllar geçti, hükmü zaman verdi ve biz onlara döndük. Bu yüzden bu kadar sert cümlelerle konuşanları üzülerek takip ediyorum. Ben bir editör olsaydım her iki tarafa da hakkını verirdim, seviyeyi korumak şartıyla.


Okan Yılmaz, Sema Güler, Levent Karataş (Hatay Restaurant, 2018)

Bir vapur dolusu insanız,” demişti küçük İskender. “Ama herkesin mürettabatı ayrı,” demiştim ben de. Senin vapurundaki insanlar ve mürettabatın kimler?

yasakmeyve’nin bir sayısı için çalışmıştık küçük İskender’le. Tanıdığım en kibar erkeklerden biriydi. Şiiri hepimize değmiştir. Sevgiyle anıyorum. Sorunuza gelirsem, benim vapurum kalabalık. Bir çerçeve çizmek adına Türkçenin çağdaş isimlerini sıralayabilirim. Yazarlardan Sevim Burak ve Leylâ Erbil her zaman ön safta duran isimler. Onlar dışında Tomris Uyar, Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Nezihe Meriç, Füruzan, Adalet Ağaoğlu, Tanpınar, Vüs’at O. Bener, Bilge Karasu, Feyyaz Kayacan, Onat Kutlar… Daha yakın dönem için Sema Kaygusuz, Jale Sancak, Mine Söğüt, Birgül Oğuz ve Pelin Buzluk’u da eklemeliyim, onların metinlerini büyük bir hayranlıkla okuyorum. Şairlerden ise Lâle Müldür, Gülten Akın, Nilgün Marmara, Birhan Keskin, Nâzım Hikmet, Edip Cansever, Ece Ayhan, Seyhan Erözçelik, Âsaf Hâlet ve Hilmi Yavuz…

Lâle Müldür, Okan Yılmaz (Cihangir, 2018)

Uzun dönem şiir askerliği yapmış, şiirimizin sadakatsiz rahibesi Lâle Müldür’le hasbıhâl ettiğini biliyorum. Şiirine ve şair görgüne ne kattı Kozmik Kraliçe?

İlkokul sıralarında tanıştım Lâle Müldür’le. Destina’yı dinledikten sonra “Bu sözler kimin?” diye bilgisayarın başına koştuğumu hatırlıyorum. Gerisi geldi tabii. Şiiri seven herkes gibi, ben de Lâle Müldür’ü sevmeye başlamıştım. Neredeydi hatırlamıyorum, üniversitenin ilk yılı, Beyoğlu’nda bir kafede Lâle Müldür’le söyleşi yapılacaktı. Büyük bir heyecanla gitmiştim. Utangaçlığımdan ötürü en arkaya oturmuştum, ama Lâle kafeye oradan giriş yapmıştı, ben o kapıyı fark etmemiştim. Göz göze geldik, “Sizinle eşsiz işler yapacağız mösyö,” dedi. O ânın gizemini ömrüm boyunca unutmayacağım sanırım. Bir hafta sonra yanına gittim ve dostluğumuz başladı. Okur’dan arkadaş’a terfi etmek ilginç bir deneyimdi benim için. Sevdiğiniz bir şairin sizi birden arayıp “Yeni bir şiir yazdım, bana gelsene,” demesi veya şiirlerinde yer yer baş harfinizi görmeniz tarif edilemez. Son kitabı tehlikeliydi, biliyordum’un yazılışına da şahit oldum. Sanat üzerine ettiğimiz sohbetlerden, Firuzağa yürüyüşlerinden bahsetmiyorum bile. Lâle ile arkadaş olmak hiç bilmediğiniz bir kuytuyu keşfetmek gibi. O’nu tanıdığım için çok şanslıyım.

Söyleyecek çok mu sözün var,yazmayı tasarladığın duygulu an bütünleri şiirlerin mi? YOLUNU SEN SEÇ!

Duygulu bir anda doğan ve söylenmesi gereken bir söz düşünün. Bu söz, kendisini doğuran duygunun sütünü reddetmeli, onu öldürmeli ve herkesin sözü olmalı. Hem de bir an önce. Benim için şiir budur.

Son olarak, şimdilerde neler yapıyorsun?

Tez dönemindeyim, Birhan Keskin çalışıyorum. Bunun dışında, çağdaş öykü üzerine birkaç söyleşi planlıyorum. Daha da önemlisi, ikinci dosyam bitti. Heyecanlıyım.

Kapak Fotoğrafı: Nazlı Yıldırım

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl