Ana Sayfa Kritik Ölüm, Hastalık ve Metaforlar Üzerine

Ölüm, Hastalık ve Metaforlar Üzerine

Ölüm, Hastalık ve Metaforlar Üzerine

Hikâyeleri tamamlamanın sonsuz yolu vardır. Elbette yaşamak, doğumla ölüm arasında sıkışan vakti öldürmek olarak görülmediği gibi, gayesi hikâye yazmak olan yazar için de bu gaye “tamamlamak” biçiminde adlandırılamaz. İster doğum ve ölüm yaşamın, ister yaşam doğum ve ölümün bir eklentisi-getirisi biçiminde ele alınsın hemen hemen tüm hikâyeler yalnız bir doğumla başlar ve yalnız bir ölümle biter. Ölüm canlılığın ezeli ve ebedi düşmanıdır ve kalemin taşıyıcısı fark etmeksizin o kalemin büyük bir kibirle- sanki daha önce hiçbir son yazılmamış gibi- yazabileceği her senaryoda düşmanın her zaman kazandığı görülür.

Önünden Kaçılan Sokak Köpeği Olarak Ölüm ve Değneklerin Ağırlığı

Ölümle cenge tutuşan yalnızca homo sapiens değildir fakat şüphesiz narsis çekirdeğin en çok yıkıma uğrattığıdır. Aristoteles’in insanı sonradan var olanlar içinde kast sisteminin tepsine yerleştirmesine sebep ise insanın hayatta kalabilirliğinden öte bir meziyet sayılmaz. Eğer hayatta kalmak noktasında en avantajlı vasıf düşünmek değil de koku almak olsaydı Aristo kast sistemini tanrılar-melekler-şeytanlar-köpekler-hayvanlar (ki insan da buraya dahildir) -bitkiler-mineraller şeklinde düzenlerdi. Bu perspektiften bakıldığında iktidarını ölüm karşısında geliştirdiği geniş spektrumlu direncine borçlu olan ademoğlu kaçınılmaz son karşısında en sarsıcı manzaralarla kibre yenik düşer. Düşman bütün hamleleriyle karşısında savaşana dek onu temel sorunu olarak nitelendirmez. Sonuçta, havalimanında bomba, gece yarısı alkollü bir şoför ve daha milyonlarca alçak, sinsi ve korkak savaş stratejisinin yürütücüsü, cesareti yüceltmeye alışmış homo sapiensler için pek de ciddiye alınamamaktadır. Fakat o malum an geldiğinde cengaver türlerin en yücesi, karşısında günbegün azalan bir kanser vakasıyla baş başa kaldığında; İşte bu, ölümün çirkin tuzaklar kurmadan da kazanabileceği gerçekliğiyle, hep kavranılmış olup hafızaların arka ceplerine yerleştirilen gerçeklikle karşılaşılan sahnedir. Oysa 21. Yüzyılda henüz ilköğretimin sağladığı bilgi dağarcığıyla bile bu hakikatin insanlık tarafından Dünya’nın yuvarlak olduğu hakikatinden çok daha evvel, kolay ve acısız yollarla kavranıldığı görülmektedir. Buradan hareketle sorunun algı düzeyi olmadığı rahatça ayırt edilebilir. Başka bir bakış açısıyla ”hatırlamamayı tercih etmek boyutu psikoloji’nin sunacaklarıyla incelenirse; bu küçük, kaale almayış oyununun da canlılığa tutunuşta bu işin bilindik ismi kanserden dahi pek geri kalmadığı görülür. Zira herhangi bir psikopatoloji bulgusuna rastlanılmadığı tamamen standart koşullarda dahi beyin tarafından özellikle hatırlanılması istenilmeyen bilgi defaatle öne sürülür, önünden kaçılan sokak köpeği görmezden gelinemez. Dolayısıyla hatırlanılmaması yeğlenen bu küçük, genellikle göz ardı edilen arka cep gerçekliğinin de aynı sistemin çıktısı olarak öne sürülmesi gerekir. Fakat olaylar böyle seyretmez ve hastalığın canlılığını azar azar çaldığı bir nefesle burun buruna gelene dek beşer; zaman zaman mutlu, coşkulu, sevgi dolu zaman zamansa mutsuz, saplantılı, boş hayatını sürdürürken en azından bu gerçekliği çantasında taşıdığının farkında değildir.Yaşama güdüsü psikolojik ve fizyolojik bütün mekanizmaları kendi lehine olan formlarıyla işletir. Tıpkı kanser hücresinin oksijenli solunum yapan her hangi bir somatik hücreden evrilip normoksik (1) koşullarda oksijenli solunum yapıp, hipoksi (2) halinde sanki bira mayası yahut herhangi bir anaerobik (3) prokaryotmuşçasına oksijensiz solunumla canlılığını muhafaza etmesi ve tüm bunlar yeterince mucizevi değilmiş gibi hipoksik koşulları anjiyogenez (4) için avantaj haline getirmesi gibi. Söz konusu yaşam olunca ister canlılar departmanının en üst tabakası insan olsun ister ”en rezili” kanser hücresi, canlılığı sürdürmenin yolları her tür kompleks sistemin alaşağı edilişiyle fethedilmektedir.

Ölüme Giden Yolda Metaforik Varoluş yahut Dünya Hanından Geçerken Bırakılan İz: Hastalıklar

İnsanlık hastalıkları metaforik düşünme biçimlerine dirençli yollarla ele almanın mümkün olabileceği bir çağın gölgesinde dinleniyor,fakat yukarıda açıklandığı gibi insanın yaradılışından gelen zayıflıkları ve de “hastalık” kavramının var oluşundan gelen canlılığa yönelik planları daha ince detaylarla ele alınırsa bunu yapamama gerekçeleri ve bu gerekçelerin geçersizliğine dair daha net izlenimler elde edilebilinir.

Kuşkusuz imgesel olarak metaforlarla bağdaşlaştırılacak hastalık burnu sümüklü nezle değildir. Kimse eline sözlük alıp gözüne takılan ilk hastalığa “edebi bir incelik” veya tam tersi “bayağılaştırıcı bir kirleniş” seviyesinde süslü ifadeleri layık görmez. Hastalıkların emek emek örülen metaforları hak etmesi gerekir. Bu hak ediş hastalığın ana vatanına ve keşfetmeyi ümit ettiği diyarlara aittir ve elbette biricikleştiriciliğine.

Hastalığın metaforları kollarında birer apolet edasıyla taşıyabilmesi zaman zaman yurduyla bağdaştırılır. Hangi bozukluk, hangi zafiyet için ilkin umutlar hiç dadanmamışçasına gerçek, nitekim varlığını kaldırımlarının her köşesini kaplayan, göz ardı edilebilecek kadar şeffaf fakat yine göz ardı edilemeyecek kadar daimi aynı umutlara borçlu sokaklardan; öfkesinin sürüklediği her tür tükenişe rağmen nöbetleşe sürdürülen kavgalardan; anlamsızlığı sonradan yakalanan bahanelerle sonuçsuz yollara koyan tutkulardan daha ilginç dolayısıyla da ideal anavatanlar bulunabilir? Veya aşk… Eğer ideal anavatan olmak noktasında aranılan somut, sarsılmaz ilginçlikse olası anavatanlar arasında aşk verem eden suskunluğu ve hemen hemen tüm duygulanımların maskesini takabilen belirsizliğiyle yine amaçsız mağrurluklara vesile tutulmasıyla bekli de ideale en yakın olanıdır.

Metaforik bakış açılarını giymek noktasında en az hastalığın doğup büyüdüğü topraklar değin mühim başka bir kıstas varsa o da keşfetmeyi ümit ettiği diyarlar’dır. Bu nokta anavatandan kalın duvarlarla ayrılır. Zira ideal anavatanlar vardır fakat eğer kaşif hastalıksa ideal olan, ilgilenilmeye değer olan tek bir diyardır. Onun hayalinde, dilinde tek bir diyar vardır, evinin duvarlarıında çatlakları gizleyen resimler tek bir diyara aittir. Onun hayalleri de, cümleleri de, duvarları da yalnız ölüm ile süslenir.Belki de bu korkunç merakı gidermeye uğraşırken yola kimi sürüklediğinin farkında dahi değildir.

Üçüncü nokta, bireyselleştiriciliğe gelirsek; biricik olma, kalabalıklardan sıyrılma arzusu ilkin Freud’un Psikanaliz Kuramı’nda irdelenmiş ve Şizopatial Kişilik Bozukluğu’nun bulgular sepetine atılmışır. Elbette kişilik bozukluklarına işaret eden arzular ufak dozajlarda hemen hemen her damarda yol alır: vahşet arzusu (sosyopat kişilik), takdir edilme arzusu (narsis kişilik), mükemmele ulaşma arzusu (obsesif-kompulsif kişilik) vb. Şüphesiz arzuların gezinti için ilk tercihi insan damarlarıdır, özellikle de psikoseksüel gelişim evrelerinin basamaklarını travmalar eşliğinde tırmanan veya belki de en çok gözden kaçırılanı haddinden fazla vasıflı ya da yetkili insan damarları.

Aklın ve ruhun taşıyabileceklerinin limiti hesaplanırken, hesap makinesini doğru denklemi kurmaktan alı koyan, vasıflar ve bozuklukları aynı birimden saymamasıdır. Bozukluklar sanıldığı gibi vasıflardan daha ağır çekmezler. Kraliçenin boynunu ağrıtan taç, Quasimodo’nun omurlarını sıkıştıran kütleden daha hafif değildir.

Biricik olma arzusunun damarlarda gezinişi her zaman işgal boyutuna ulaşmaz, bu arzunun da diğer arzular gibi yüksek konsantrasyonu, baskılanmış travmalara veya orantısız vasıflara çıkar ve doyurulma ihtiyacı hissettirir. Bu noktada arzu, bireyselleştirici herhangi bir oyuncakla doyurulabilir: bir tür meziyet, tuhaf estetik çabaları veya hastalık. Hastalıkların var oluşundan gelen bu rengi de kimisinde parlak, kimisinde soluk gözlenir.

Tüberkülozdan AIDS’e, Akıl Hastalıklarından Kansere Romantik Tecrit Sahası

Hastalıkların metaforları hak etme kriterleri (anavatan, keşfedilmesi arzulanan yer, bireyselleştiriciliği) üzerine yazılacaklar elbet bundan çok daha fazlasıdır fakat şu noktada yapılabilecekler arasında en makul olanı bu metaforları çoktan hak etmiş ve belki çoktan yitirmiş ve/veya yitirecek olan geçmiş asırlara ait yahut güncel spesifik hastalıkları mercek altına almak olacaktır. Zira bu metaforlar ister taşınmış ve devredilmiş ister taşınmakta olsun bir bakıma su gibi, karbon gibi, enerji gibi döngü içindedir. Bütünüyle olmasa bile başka kavramlara, başka hastalıklara devredilirler.

Altın çağında (19. Yüzyıl) tüberküloz mikrobu belki de tarihe metaforlarıyla en kalıcı damgayı vuran patojendir (5). Metaforlara layık görülme kriterlerini sağlamakta son derece başarılı olan tüberküloz, öncelikle anavatan konusunda son derece şanslıydı. Mahlası tükeniş olan tüberküloz, kimilerine göre rutubetli tavan aralarının, son damlasına kadar tükenen gaz lambalarının, eksik beslenmelerin hastalığıydı; kimilerine göreyse -daha ileriki dönemlerde- , Antik Çağda hastalıklar üzerine geliştirilen Dört Sıvı Kuramı (6) uyarınca sanatçı hastalığı olan melankoli (7)’nin son pırıltılarıydı. Sadece bu durum dahi tüberküloza ihtiyaç duyduğu anavatanı ve biricikleştirici vasfı sağlıyordu. Bunun yanı sıra çok başarılı keşiflere de imza atmaktaydı -zaten bu meziyetini kaybettiği gün ne anavatanı ne de biricikleştiriciliği onu kurtarabildi-. Şu keşfedilmesi ümit edilen tek diyara (ölüm) kitleleri sürüklemek ona pek zahmet yaratmıyordu. Burada tüberküloza tanınmış, aşılası bir ayrıcalığa dikkat çekilmesi gerekiyor. Bu ayrıcalık; bireyselleştiriciliğini zedelemeyen, ona eşitleyicilik katmayan ilginç bir bulaşıcılıktır. Burada dikkat çekilen verem salgınının tifo, kolera, veba, cüzzam ve daha birçoğunun salgın olmalarından kaynaklı maruz kaldıkları aşağılanmadan payını almayışıdır. Belki de bu yüzdendir veremdeki tecrit kavramının da diğerlerinden farklı seyrettiği görülür. Bu sefer tipik karantina mantığında olduğu gibi genelin sağlığının sürdürülmesinden ziyade hastanın refahı hedeflenir. Bu yüzden diğer bulaşıcılar gibi mağdurunu genele eşitlemez. Sanki bu tecrit, kirli sargı bezleri, sürekli kaybedilen vücut sıvıları, yakılan eşyalardan çok uzaktır; tüberkülozlunun tecridi huzur, benlikle baş başa kalma kısacası türlü bohemlikler içerir. Sanatoryumlar da bu çizgiden fazlasıyla uzaklaşmaz. Öncelikle hastanın beslenmesi, giydirilmesi, moral kazanması sağlanılır. Tecrit noktasında tüberkülozun metaforlarının varisi olarak adledilebilecek zafiyetler psikopatolojik bozukluklardır; zira kanserdeki tecrit karantina mantığında işlemese bile kanserin ağır şartlarından dolayı bir köşesinden romantizm belirecek kadar gevşek değildir. Dolayısıyla bu bohem tecrit anlayışıyla en uygun frekansta eşleşen tecrit anlayışı ancak delilikte gözlenir.

Tüberkülozun özene bezene giydiği ve sakındığı diğer metaforlarının de tek bir varisi –her ne kadar akla ilk kanser gelse de- yoktur. Eğer hastalığın seyri ve şu meşhur keşfi (ölüm) tamamlama süreci göz önünde bulundurulursa kanserle epey ayrı düştüğü görülür.

Tükeniş kelimesinin filolojik geçmişinden ileri gelen ve tüberküloza atfedilen zamansal bir ton da vardır. Hem Fransızca’da hem İngilizce’de tükeniş “dört nala yol alır”. Fakat bu tüberkülozun borusunun öttüğü bir asırda kanserle henüz göz göze gelmemiş insanoğlunun yanılsamalarındandır. Evet, tüberkülozun kitleleri efor sarf etmeden ölüme sürüklediği doğrudur; yanılsama bunun zamanındadır. Tükeniş dört nala yol almaz, tükenişten korkan hayat dört nala yol alır. Tükenişin dört nala yol almasına yönelik yanılsama tükenişin eninde sonunda yok oluşa doğru sürüklemesindendir. Kansere atfedilmeyen bu dört nala kavramı, hayatın tadını çıkarmak için fazla yorgun mağdurlarından ve kanserin, mağdurlarını yaşam ve ölümü ayıran çizginin öteki tarafına inatla sürüklemekten çok o çizgiyi sek sek oynamak için kullanmasından ileri gelir. Bu yüzden günümüzün kanser vakası için “kanser tedavisi görme” ifşa edilmesi yasalarla engellenmiş bilgiler arasındadır. Korkunç kuşkulara rağmen atlatanlar vardır ve geri dönüldüğünde makamlar, mevkiler yerinde dursun istenir. Bu yüzdendir ki söz konusu zaman ise tüberkülozun metaforları bugün AIDS’e aittir. Bu iki vahşetin kurbanlarında da zaman, ölüm ve hayata dair benzer semptomlar gözlenir. Hayat önemlidir, kısadır dolayısıyla her çiçek koklanmalı ve her meyve toplanmalıdır.

Kanserin Anavatanı: Modern Dünyada Stres

Geçmiş satırlar, tüberkülozun bahsedilme sırası gelmek bilmeyen hastalığa (kanser) devretmediği metaforlar üzerinde makul miktarda durduğundan 21.Yüzyılın şöhretli isminden bahsetmek yerinde olur. Bilindiği üzere tüberküloz; sebepleri bilinen, tedavisi etkili kısacası anlaşılabilir ve çözümlenebilir hale geldiği gün tahttan indirilmiştir. Günümüz kanserini ise o tahta çıkaran elbette varoluşundan sahip olduğu romantizm değildir. İnsan sosyal bir hayvandır, eş seçimini dahi tüy rengine göre gerçekleştirenlerin aleminden gelir.Yaradılışından gelen estetik kaygıları nedeniyle kanser gibi bir çirkinleştiriciyi kolay kolay romantizmle bağdaşlaştıramaz. Taht yolunda onun elinden tutan, beyaz önlüklü savaşçıları sürüklediği kapristir. Anlaşılamaz olmasının yanında her beyaz önlüklü bilir ki onu sinsi saymak onun karşısındaki acizliğin belirtisidir. Bazen karşı tarafın hamlelerinin anlaşılamıyor olması onun saklanışından değil sadece kişinin algı yetersizliğindendir. Yine kanseri de kendi aklı ve bilim dünyasının henüz aşamadığı akılsızlığı yüceltir.

Kanserin anavatan noktasından bakıldığında tüberkülozun hemşerisi olduğu kabul edilir. Fakat komşu ya da kardeş vatanlar aynı değildir. Tüberkülozun anavatanı denildiğinde akla ilk gelen tutku ve hüzün dillerin kelime dağarcığının yetersizliğinden kanserin de anavatanı sayılır. Halbuki kanserin anavatanı gibi görülen tutku baskılanma-baskılanmama noktasında tüberkülozunkinden ayrı düşerken, diğer anavatanı sayılan hüzün stresle karıştırılır. Dinamizmin doruklarında gezinen son asırların getirisi kanser bu bakımdan son derece yalnızdır. Elbette önceki çağlara ait gelişim grafikleri de artışa yöneliktir fakat son birkaç yüzyıldır grafik ivmeli artışa işaret etmektedir. Gelişim ve dinamizm noktasındaki bu ivmeli artış, son asırlara stres gibi yepyeni dominant duygulanım türleri katmıştır. Bu sebeplerdendir ki kanser metaforik olarak kendisinden evvelkilerin yurdundan gelmez. O kazanılamayan sınavları, başarısız iş başvurularını, gittikçe uzuyormuş gibi gelen sabit mesai saatlerini anavatan bellemiştir. Ona yalnızlık katan ve türdeşlerinden ayıran budur.

Yazılan satırlar insanlığa dokunan her konuda yazılabilecekler gibi yetersizdir. Elbette metaforları yalancı çıkaran pek çok vaka gelmiş, ve elbette insanlığın metaforlardan bütünüyle vazgeçmesi için yeterli olamamışlardır. Ve olmayacaklardır. Ve elbette bu satırlarda yer yer rastlanan estetik, kapris, zaman, aşk, tutku gibi ölüm, hastalıklar ve metaforları da daimidir.

Notlar

1. Kanda ve intraselüler sıvıdaki standart oksijen konsantrasyonunu ifade eder.

2. Kanda ve intraselüler sıvıdaki düşük oksijen konsatrasyonu ifade eder.

3. Oksijensiz solunum yapabilen organizmalar için kullanılır.

4. Kanser hücrelerinin dokulaşma ile beraberinde daha kompleks yapılara evrilişi için zaruri olan damarlanma işlemidir.

5. Patojen: hastalığa yol açan organizma.

6. Sağlığın kan ve safra gibi iki gerçek ve kara safra ve irinli iltihap gibi iki gerçekdışı sıvının dengesine bağlandığı septizm (şüphecilik) kaynaklı tıbbi kuram.

7. Melan-kara ve –koli safra olmak üzere kara safranın dengesizliğiyle ilişkilendirilen gerçekdışı hastalık.

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl