Onay Akbaş’ın ‘Kıyısız Dalgalar adlı retrospektif sergisi İş Sanat Kibele Galerisi’nde geçtiğimiz günlerde açıldı. 1980’li yıllardan günümüze sanatına tanıklık ettiğimiz Akbaş’ın sergi küratörü Denizhan Özer. Sanatçı, primitif sanattan grafittiye uzanan farklı referanslarıyla, çizgi ve renk ustalığı ile şekillenen kendine özgü çağdaş üslubu çerçevesinde hayatın ironik yanlarını resmediyor. 5 Mayıs tarihine kadar izlenebilecek olan sergiye, sanatçı hakkında hazırlanmış kısa bir film de eşlik ediyor.

Retrospektif bir sergiye hazırlanmak oldukça uzun bir zaman demek. Öncelikle hazırlık aşamalarından bahsedebilir misiniz?

Retrospektif sergi düzenlemek için yaşım aslında göreceli de olsa genç sayılır. Ancak bazen sanat yapmak için geçirdiğiniz süreyle, ortaya koyduğunuz ‘’ eser’’ arasında orantısal bir bağ yoktur. Van Gogh, Sclile ,Basquiat ,Raphael ,Modiglıani vs. 8-10 yıl sanat üretmişler ancak dünya sanatını derinden etkileyen işler üretebilmişlerdir. Bence belli bir süre sanat üreten bir sanatçının bir tür ‘’dur(b)ak’’ ları olmalı. Yani bagajları olduğu yere bırakıp ‘’ nereden geliyor, neredeyim ve nereye gidiyorum’’un bir muhasebesini yapıp bir sanatsal bilanço çıkartıp, önce kendine sonradan sanat dünyasına bir hesap verebilmelidir. Bu sergi benim için bir ‘’ara bilanço’’ diye biliriz. Bu sergide 35 yıllık profesyonel sanat hayatımda hiç yan-yana sergilenmemiş işlerim ilk kez yan yana gelip sergilendiler. Yaşayan bir sanatçı için ‘’Büyülü’’ bir şey diyebilirim. ‘’Eser’’ sanatçının ürünü olduğu gerçeği gibi ‘’sanatçı’’ da eserin ve belleğinin ürünü olarak, yaşamın bir anında gerçeklik olarak sanatçının karşısına dikiliverir. Bu sergide, hayatımın değişik dönemlerinde değişik enstrümanlar için yazılan müzik parçalarının bütünleşip ‘’bir senfoni’’ haline dönüşüp çalınıyor olması gibi bir durum yaratıyor diyebilirim. Teklif geldikten sonra 2 yılım vardı hazırlanmak için. Önce sergilemeyi düşündüğüm eserlerin koleksiyonerlerinin tespit edilmesi ve bu eserlerin istenmesi gerekiyordu. İşe başladığımızda Küratör Denizhan Özer fark etti ki daha önce bazı koleksiyoner de bulunan işlerim el değiştirmiş. Onların nerede olacaklarıyla ilgili ‘’iz’’ sürmek gerekti. Bu pek kolay bir durum değildi. Dünyanın değişik koleksiyonlarında 1300 kadar resmim bulunmakta. Bunların 650 tanesi Fransa ve Avrupa da, 650 tanesi ise Türkiye’deydi. Fransa’dan resimleri koleksiyonerlerinden toplayabilmek pek mümkün gözükmüyordu. Çünkü gümrük, sigortalama, taşıma gibi sorunlar caydırıcı nedenlerdi. Ancak Türkiye’ de bulunan işlerimde birkaç kez el değiştirdiğinden bunlara ulaşmak ta çok kolay olmadı. Ancak uzun uğraşlar sonucu, önemli bulduğumuz 25 kadar işimi koleksiyonerlerden bulup bu sergiye alabildik. Doğal olarak projemin arkasında İş Bankası gibi güçlü bir destek olmasaydı, o işlerimi de sigortalamak ve taşımak konusunda büyük sorunlarla karşılaşabilirdik. Sonuçta bu sergiye, ilk yaptığım yağlıboya işimden, 1980’ lerin başından bugüne yaklaşık 90 adet resim ve bir o kadar da eskizimi toparlayıp izleyiciye sunabildik. Sonra serginin, Özer Özsarı ve Ali Ozan Akın tarafından uzun emek ve uğraşlar sonucu ortaya çıkarttıkları, benim 35 yıllık sanat hayatımda şahitlikleri olan çok değerli dostlarımın şahitliklerinin kayda alındığı çok özel bir dokümanter film hazırlandı ve çok da beğeni alıyor. Kitabı ise imece usulü ile Nedim Gürsel, Sunay Akın, Ahmet Telli, İbrahim Karaoğlu, Sezai Sarıoğlu kaleme aldılar. Bütün bu hazırlıklar bittiğinde gerçekten bende dahil, sanat yaşamımda kat ettiğim ‘’sanatsal macerama’’ dair kendimi de sorgulamaya iten güzel bir sergi oluşturduk. Umarım bir gün Fransa’da da benzer bir proje gerçekleştirme fırsatım olur.

Özellikle Paris’te geçirdiğiniz yıllara odaklanırsak orada sanatınızın gelişmesine en çok katkı sağlayan şeyler nelerdi?

Alt yapı, özgürlük, sağlıklı bir rekabet ortamı. Aldığım sanat eğitiminin etkisinin kırılmasına etki edecek kadar sanatsal ilgi ve en önemlisi de dünyadan kopup oraya, yaşama ve üretmeye gelmiş ‘’alemi cihan’’ sanat insanlarıyla değiş – tokuş ve gerektiği kadar da ‘’etkileşim’’ fırsatları. Yine tüm bunlara ek olarak, her türlü sanatsal önerinin ilgi uyandıracağı dikkatli ve olabildiğince her yönüyle zengin bir sanatsever kitlenin varlığı. Geleneğin tapınakları müzelerin yanında yaşayan, sanat platformları olan, galeri ve kültür merkezlerinin varlığı, pastadan daha fazla pay alabilmek adına birbirlerinin kuyusunu kazıp sığ dedikodular içinde kaybolmak yerine, birbirinin yaptıkları ve düşüncelerine ilgi gösteren ve daha fazla nasıl zenginleşirim diye ‘’ötekine’’ yeterince dikkatli bir sanatçılar toplumu olarak ilk bakışta sıralayabileceklerim.

Resimlerinizde kendi iç dünyanıza ait neler gözlemleyebiliriz?

Benim her zaman resim yapmam için mutlaka geçerli bir ‘’nedene’’ ihtiyacım var diyorum. Ben anlık sanatsal tepkilerle işlerimi inşa etmem. Yani yaşanan ‘’güncel’’ ile iç içe ancak ‘’güncel’’ peşine takılıp sanat macerama akmam. Bu demek değil ki günceli takip edip yorumlamam. Tam tersine ondan beslenirim ama iş üretmem anlık- güncel reaksiyonlara dönüşmez. Yaşadıklarımın, resmimin “günceline” dönüşmesi için zamanın süzgecine ihtiyaç vardır. “Bellek’’e yeterince güvenirim. Zamanı geldiğinde yüzeye çıkıp, sanatsal önerilere dönüşmek için ‘’ruhsal yatırımlar’’ olarak yaşar ve yorumlarım. Günceli sanat yapmak için seçtiğim yöntem ve biçimler ise, gelenekten çok kopuk değildirler. Ben sadece bir ressamım diyorum. Bu durum zaten, resim sanatının tarihini bildiğinizde yeterince zor ve meşakkatli bir maceranın kapılarından adım atma cesaretini beslemeye, büyütmeye başladığınızın ilk belirtisidir zaten. Sizden önce, onca denenmiş yöntem, biçim ve önerilerin arasında kendinize bir çatlak bulup oradan sızabilmek, akabilmek zaten başlı başına güçlü ve zor bir uğraştır. Seni çevreleyen bir ‘’dil’’ dir. Kendine ve seni çevreleyen ötekine ve tüm bunları, çevreleyen yaşama ulaşıp orada ‘’yapıtın‘’ da etkileşim ve nereye doğru olduğu kimseye ‘’ayan‘’ olmayan evrimleşmedeki pozitif rolünü oynamaktadır. Sanat bir nevi salon da çürük yumurtaları suratına fırlatmak için uygun anı bekleyen seyirciler karşısında, senaryosunu senin yazdığın bir oyunu baştan sonra başaktör olarak oynayabilme cesareti değil midir? Ama sanat “kendi’’ ile ilgili olma durumunun yanında ‘’öteki’’ ile de iletişim ve etkileşim sorunsalının çözüm önerilerini de araştırır. Evrilirken ‘’yeni’’ den mümkün olduğunca gözünü kaçırmama eylemidir de aynı zamanda. Sanat yaşamın yeniden üretilmiş bir kopyası değil, yaşamla başat ilerleyen, aralarında zaman-zaman geçişkenlikler ve köprüleri olan paralel bir gerçekliktir. Kendine has değişkenlikler gösteren, zaman-zaman postları-geriye dönük bakışları da olan bir paralel gerçeklik inşa iddiasının ta kendisidir. Seçtiğim konular genellikle insanın varoluşsal sorunsalı ile ilintili, politik ve felsefi dayanakları olan konulardır. Bu yönüyle de resmime, kendi öznel güncelimin hareket noktasından girmemeye özen gösteririm. Ekonomik, sosyolojik ve psikolojik varlık olarak insanın sorun ve varoluşunu irdeleyen, sorgulayan ve aynı zamanda, bir iletişim dili de olan sanatın, kendi yöntem ve imkanlarını sorgulayıp zorlayan sanatsal öneri olarak resim yapmaya soyunurum.

 

Yapıtlarınızda izlediğiniz temaları ya da hayata dair tanıklıklarınızı neye göre seçiyorsunuz?

Resim yapmak için bir “nedenim” olmalı diyorum hep. Bu “neden” in, insanlığın ortak ürettiği ve paylaştığı kavramlar üzerinden biçimlenmesine özen gösteririm. Av-Avcı olma sorunsalı, Oyun-Oyuncak-İktidar, Bitmem(iş)lik, Kuklalar, Kelebek Avcıları, Sahte Peygamberler, An ve Bellek vs.. gibi seçtiğim ve seri resimlerini yaptığım kavramlara göz attığımızda, tüm bu kavramların, insanlığın varoluşsal sorunlar yumağını sorgulayan, önceleyen ve sanatın diliyle irdeleyip, dönüştürüp, sanatsal öneriler haline getirme çabaları olduğunu zaten sezinleriz. Kişisel tanıklıklarımın sanat eseri önerisi haline dönüşebilmesi için ‘’O’’nun çökelti haline gelip, yeri ve zamanı geldiğinde sanatımın öznesine dönüşme sürecine girmesi gerekmektedir. Bu durum bazen yüzeye çıkıp kendini dayatabileceği, gibi çoğunlukla da bilinçaltının kaygan bataklığından kurtulamayıp oraya gömülebilir de. Yani güncelin büyüsüne kapılıp onun, son sürat üzerinize gelen tekerleklerinin altında ezilip ‘’Amnesia’’ sının ‘’Anonimliğinin’’ yakıtı olmamaya özen gösteren bir yaratım süreci izlemeyi hep denedim. Benim yaratım sürecimde bir düşüncenin, fikrin, sanat eseri olabilmesi Rönesans sanatçılarının üretme yöntemleri ile de örtüşür: ‘’Fikir-Eskiz-Eser’’
Sanat yapma eylemi bana göre ‘’anonimliğe’’ , ‘’Amnesia büyüsü’’ ne başkaldırının örgütlenmesidir.

Serginizin adı “Kıyısız Dalgalar” neden kıyılarınızın olmadığını düşünüyorsunuz?

Bunun birçok nedeni var. Sanat eserleri var oldukları yüzeylerin fiziksel limitleri ile sınırlandıramazlar. Nasıl ki bir düşünceyi tek bir beyine ve ruha hapsedemeyeceğimiz gibi. Sanat eserleri bazen yöntemleriyle ‘’ kıyısızdırlar’’. Sanat bilim gibi kesin sonuçlar üretmez. Bir yerlere çarpmak, varmak zorunda değildir. Ancak sanat eserlerinin hayatı biçimlendiren tüm aktörlerin eylemleri üzerinde hesaplanması çok güç ve büyük etkileri olur. Bu yönüyle de kendisinin etrafında biçimlenen ve devinen hayatı derinlemesine etkiler. Yürek atar ve toplar. Ama kıyısı olmayan bir alışveriştir bu. Sanat üretimi de biraz böyle bir eylemlilik halidir bence. Yani o’da, yaşayan bir organizma olan yürek gibi ‘’Atar ve Toplar’’. Yaşadığımız coğrafyayı çoğu kez siz belirleyebilirsiniz ancak, sanat eseri coğrafya seçmez. Bu yönüyle de yine ‘’kıyısızdır’’. Yaşamın doğum ve ölüm ‘’kıyıları’’ olmasına rağmen, sanat eserleri varoluşu ve etkileri itibarıyla aslında ‘’kıyısızdırlar’’.

Paris ve İstanbul da yaşayan bir sanatçı olarak, her iki şehrin çağdaş sanat yönünün son 30 yılını değerlendirir misiniz?

İstanbul’da doğdum, Paris’te büyüdüm diyebilirim. ‘Sembolik olarak Fatsa doğumlu olmama rağmen. Ben Paris’te bulunduğum sürece Dünyanın en büyük kütüphanesi, Arts Premiers Müzesi ve daha nice kültür mabetleri açıldı. İstanbul, hak ettiği halde bu yönüyle çok ‘’Fakir’’ kaldı diyebiliriz. Çağdaş sanatlarda önemli yer almaya başlayan ‘’Figuration libre-Özgür figür’’ hareketi doğdu ve sanat tarihinde ki yerini aldı. Yine son dönemlerde ‘’Arts singuliers-Tekiller’’ sanat oluşumu da kendine sanat tarihinde haklı bir yer edinmeyi başardı. Bu iki oluşumunda önemli sanatçılarıyla bir çok kez sergiler gerçekleştirdim. Buna paralel olarak Türkiye’de de önemli sanat galerileri ve fuarlarda 30 yıllık süreç içerisinde çalıştım. Ancak, son yıllarda, Türkiye’de çok da nedenlerini araştırmadığım ‘’yıkıcı’’ bir atmosfer oluşmaya başladı. Sanatçılar gruplaşmaya, koleksiyonerler ve galeriler belirleyici ‘’rol kapma‘’ yarışında çok yıkıcı söylem ve tavır birliğine gitmeye başladılar. Açık arttırma kurumlarının, istemeyerek te olsa, önceden çokta hesaplanamayan etkileri, Türkiye’de ki sanat atmosferinin ‘’boğucu ve yıkıcı’’ bir hale evrilmesinde yadsınamayacak roller üstlendiler. Türkiye de ki sanat atmosferinin içinden sevgiyi, ilgiyi, araştırmayı, empatiyi aldık yerine; rekabetin yıkıcı etkilerini ekledik. Kültür kazanında sanat elbette rekabet alanıdır. Ama bu durum, yaşanılan süreçte, Türkiye’de sanatın varoluşunda ki sağlıklı rekabetten çok, sanatçının “ego‘’ evrenindeki rekabetine dönüştü. Korkarım yaklaşan ekonomik, sosyolojik, politik krizler sanat evreninde çok yıkıcı ‘’sevgisizlik, ilgisizlik, sinik’’ hal ve durumlarını daha da tetiklemeden, sanatçılar her fırsatta bunu kendi aralarında ki platformlarda açık-açık dile getirmeli. Yoksa, Türkiye’de ki bu çarpık ve sorunlu sanat yaratım ve konumlandırma eylemliliğinin altında, çok az var olan kurumların yanında, öncelikle sanatçılar kalacaktır diye düşünüyorum. Sanat AK’LAR. Ancak, bünye sağlıksızsa kaçınılmaz olarak ÇÜRÜYECEKTİR.

Son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı?

Resim yapabilmek biraz da; gökyüzündeki bulutu ikna edip yeryüzündeki çiçeğin, böceğin, doğuran toprağın, susuz derelerin üzerine yağmurlar yağdırtabilmek.

Resim yapmak demek; Gülü, çiçeği ikna edip çırçıplak soyundurabilmektir.

Resim yapmak birazda; Kocaman bir donanmanın amiralliğini reddedip, hülyalı bir korsan yelkenlide kürek mahkumu olmayı kabul etmektir.

Resim yapmak biraz; pireye kızıp yorgansız yatabilmektir.

Resim yapabilmek birazda; insanları ibadete davet eden, çan kulesi olmayan kilisenin papazı, minaresiz camii’nin imamı, çatısı olmayan havra’nın hahamı olabilmek, kartal konmaz uçurumlarda Nirvana rüyaları görebilmektir.

Resim yapabilmek demek; İnsanlar arasındaki tüm duvarları yıkacak bir buldozer olabilmek, kafesten kuş, saraydan kız kaçırabilmektir.

Resim yapabilmek bazende, her daim gözü yaşlı aşık, ruhunun karanlık hücrelerinin gardiyanı olabilmek, dahası, inatçı fırçayı ikna edip varoluşun dudağına güzel bir öpücük kondurabilmektir.

Resim yapabilmek; sarıyı, moru komşuların ayçiçeği ve leylaktan isteyebilmek, maviyi geceden, kırmızıyı, narin yapraklarından ödünç alabilmektir gelinciklerin. Yem-yeşil yorganını çekip alıp ormanın, kahverengi ateş tuğlalarının har’ında yanabilmektir.

Resim yapmak çoğu kezde senaryosunu kendi yazdığın bir oyunu, suratına fırlatılmak üzere çürük yumurtaları ile seni bekleyen seyircilerle dolu bir salonda, baştan-sona baş aktör olarak oynayabilmektir.

Velhasıl resim yapabilmek demek;

Tüm savaşlardan kaçak bir mareşal, sarı’nın mor’un delisi, turuncunun çingenesi, kırmızının ta kendisi olabilmek, oh be bende varım diyebilmektir.