“Hayat düşünen için bir komedidir, hisseden için trajedi.”

Horace WALPOL

Anlatı ne zaman ortaya çıktı? Dil oluştuktan sonra. Yazıdan önce. Yazının icadından
önce de sözlü bir anlatı olduğu muhakkak. Ancak anlatının sürekli olarak kendini
geliştiren, değişime uğrayan bir sanat haline gelmesi ise yazılı hale gelmesinden
sonra oldu. Gerçi, Derrida’nın söz-merkezcilik yaklaşımı sözlü anlatımı yazılı
anlatıma üstün tutsa da, bir anlatı türü olarak roman, kaçınılmaz bir şekilde yazıya
bağımlıdır.

Bizi romana bağlayan ve hepimizi diğer sanatlardan daha fazla kuşatan yönü ise,
(romandaki dünya nüvesini yazarın hayal dünyasından alsa da) okuyucuyu pasifedilgen bir noktada tutmayıp, anlatıdaki dünyayı muhayyilesinde baştan tasavvur
etme, yeniden yaratma ve yorumlama fırsatı vermesi olmuştur. Kaplan, bu noktada
okuyucuyu oyunun dışında tutmuyor. Kitabında alt metin okumalarına, göndermelere
sıklıkla yer verdiği gibi, ilk bakışta eksiklik duygusu uyandıran bazı yerleri bilinçli
olarak eksik bırakıyor. Kitabın birçok yerinde okuyucunun sorumluluk almasını istiyor.
Bazı şeyleri okuyucunun hayal gücüne bırakıyor. Olay örgüsünün yeterince güçlü
olmadığı duygusuna Kafka gibi, Broch gibi, Joyce gibi, Hasan Ali Toptaş gibi büyük
yazarları okurken dahi, sıklıkla rastlayabiliyoruz. Çünkü çağdaş edebi eserler de (tıpkı
sinema gibi) alımlayıcıyı içine çekip, mesajı doğrudan okuyucunun gözüne sokmuyor,
boşlukları okurun tamamlamasını istiyor. Kaplan’ın da bu noktada doğru yolda
olduğunu düşünüyorum.

Yine de postmodern hayatın, geleneksel anlatı yöntemlerinin yerine, sinema ve
fotoğraf gibi yeni anlatı yöntemlerini ikame etmesi, modern zamanlardaki üretim ve
yaşam ilişkileri tarafından yıpratılan insanların kolayı tercih etmesine neden oluyor. “
İnsanlık Komedyasına” kadar roman, karakterlerini aristokrasiden, konusunu ise
grotesk öncesi dönemlere ait mit, efsane ve şövalye edebiyatından alıyordu. Fakat
Balzac toplumu oluşturan sıradan bireylerin, tutkularını, açgözlülüklerini, umutsuzluklarını ve yoksulluğu anlatarak sıradan insanı romana soktu. Balzac’ la birlikte niteliksiz, ünvansız, sıradan insan romanın konusu haline gelmiştir. O kadar ki Karl Marx bile Capital’ in birinci cildinde paranın işlevini, arkaik biriktirme tavrıyla karşılaştırırken Balzac’ a atıfta bulunarak şöyle der:
“Parayı dolaşımdam çekip almak onu sermaye olarak değerlendirmenin tam zıttı olurdu, malları biriktirip hazine oluşturmaksa delilikten başka bir şey değil. Örneğin cimriliğin
bütün tonlarını temelden araştırmış olan Balzac malları hazine şeklinde yığmaya
başlayan yaşlı tefeci Gobseck’i çocukluğuna dönmüş olarak göstermiştir.” (Kapital,
Cilt I. Kitap 1 “sermayenin üretim süreci” ). Balzac’ tan sonra gelen büyük romancılar
farklı anlatı yöntemleri deneseler de, modern dünyada nasıl ki resim sanatı
geleneksel işlevlerinin birçoğunu fotoğrafa devrederek kan kaybediyorsa, romanında
geleneksel görevlerinin çoğunu sinemaya devretmesine mani olamadılar. Artık
Theodor W.Adorno’ nun da söylediği gibi ‘
“oturup iyi bir kitap okumak” gibi
düşünceler çağdışı bir nitelik kazanmıştır. Bunun nedeni sadece okuyucunun
yoğunlaşma kaybında değil, aynı zamanda anlatılanın kendisinde ve biçiminde
yatmaktadır. Çünkü bir öykü anlatmak, anlatılacak özel bir şey olması demektir ve bu
tam da yönetilen dünyanın, standartlaşmanın ve ebedi aynılığın engellediği şeydir.
Her yerde rastlanan ucuz biyografi edebiyatı romanın çözülme sürecinin bir yan
ürününden başka bir şey değildir.’ ’Aslında her şey gibi romanda kendi yazın süreci
içerisinde değişime uğruyor. Kaplan’ın üslubu bu noktada kendini gösteriyor.
Okuyucuyu içine çekerek apartman sakinlerinden biriymişçesine yönlendiriyor.
İlk kez verildiği 1901 yılından ikibinli yılların başına kadarki bir asırlık süreçte, Nobel
edebiyat ödülleri her zaman geçmişten gelen geleneksel yazım yöntemlerini kullanan
Hemingway, Camus, Ivo Andric, G.G.Marquez, Saramago gibi romancılara verilirken,
milenyumdan sonra ise bu anlayışta bir kırılma meydana geldi. Sanırım yazarımız
Orhan Pamuk ödülünü bu kırılmaya borçlu. Çünkü hızlı gelişen teknoloji ve sinema
gibi sanatlar, edebiyatı sanatın gettosu olmaya zorluyor. Yazar bu konuya Daire 5 te
ünlü sahaf Raif Manav’la yapılan bir röportajda oldukça incelikli bir şekilde değiniyor.
Röportaj yer yer didaktik öğeler içerse de kitap ve okuyucu arasındaki ilişkiyi akıcı bir
şekilde gözler önüne seriyor. Edebiyatımızın, ülkemizin tek nobel ödüllü yazarı,
medar-ı iftiharımız Orhan Pamuk’un romanlarının bile istenen düzeyde satmaması
gibi bir problemi var. O zaman iyi okuyucuyu edebiyattan soğutmayacak ve yeni
okuyucular ekleyecek yazarlara ihtiyaç var. Ve Kaplan’ın bu noktada hakkını vermek
gerek, okuyucuya ilham verebilecek yeni bir isim olabilir.

Büyük yazarlar daha güzel, daha iyi bir dünyaya giden yolda, her şeyden önce bir
zamanlar kendilerinin de taptığı putları kırmak zorundadır. Kaplan, putları kırmak için
baltasıyla mabede giren İbrahim misali, geçmişin ötesinde bir kapı açıyor. Her ne
kadar tüm edebiyat otoriteleri taklit olmadan hüda-i nabit eserler vermenin imkânsız
olduğunu kabul etseler de, Kaplan ilk eserinde bu tespitin dışına çıkmayı başarıyor.
Kaplan’ın çok fazla etkilendiği şeyden bahsetmek mümkün olsa da, özgünlüğü
noktasında bir yazarın veya akımın çok ciddi manada etkisinde kaldığını
söyleyemiyoruz.

Kurduğu metinlerde o kadar şairden ve yazardan alıntıları, birçoklarının yaptığı gibi
(Cemal Süreya’dan tutun Necip Fazıl’a kadar-günümüz yaşayan yazarlarına hiç
girmeyeyim) şark kurnazlığı yapıp farklılaştırarak, üzerlerinde oynayarak metne
adapte etmiyor, cümleleri, mısraları aynen almakta bir beis görmüyor. Rilke, İsmet
Özel, Baudlaire, Sezai Karakoç gibi şairlerin mısralarını; Orhan Pamuk, Auster,
Coetze gibi yazarların metinlerini olduğu gibi işleyerek üslubunu zenginleştiriyor.
Bunu yaparken samimiyetten, doğallıktan ödün vermiyor ve belki de bu nedenle bu
cümleler hiç sırıtmıyor, okurken sizi rahatsız etmiyor.

Kitabın kapağında, üst kısımda yer alan Jean Ricardou’nun ”biz serüven yazmıyoruz,
yazmanın serüvenini yaşıyoruz” ifadesinden uyarlanan cümle, ilk bakışta dikkatinizi
çekiyor. Hepimizin bildiği gibi Jean Ricardou’nun teorisyenlerinden olduğu yeni roman
akımının temel düşüncesini muhtasar bir ifade ile ortaya koyan bu söz, kitabın yazım
tekniği hakkında bize önemli ipuçları veriyor. Buradan anlıyoruz ki kitap, alışılmışın
dışına çıkarak bizi sürprizlerle karşılıyor. Bilindik olay örgüleri ve kurgulama
yöntemlerini kullanmayarak farkını ortaya koyuyor.

Bunu, romana başlamadan önce üç kişiden yapılan kısa alıntılar içeren sayfayı
görünce daha ayan beyan anlıyoruz. Kitabı dikkatlice okuduktan sonra tekrar buraya
döndüğümüzde bu alıntıların rastlantısal, gelişigüzel yapılmadığını, hem romanın
tekniği hem de mesajına yönelik kuvvetli göndermeler içerdiğini görüyoruz. Bu arada
kitap, iyi bir okurun elinde birden fazla kez okunmayı hak ediyor. Nabokov’a göre iyi
bir okur “tekrar okuyandır” bunun izahını ise şöyle yapar:
”ilk okumada gözlerimizin
harfleri ve satırları tarama konusundaki fiziksel çabaları ile kitaptaki konu, mekân ve
zamanı anlama gayreti sanatla aramıza giren engeldir” Gerçekten yalın ama aynı
derecede hikmet dolu bir yaklaşım… Romana dönersek, bu alıntılar kitabın anlatım
tekniği, mekân, zaman ve arka plan hakkında bize önemli ipuçları veriyor.
Alıntılardan ilki Georges Perec’in Yaşam Kullanma Kılavuzu kitabından.
“Bu kitabın
kahramanlarından bazıları dostlarımdır, bazıları tarihten, bazıları da edebiyat
dünyasından alınmıştır. Yaşayan, gerçekten ya da düşsel olarak yaşamış bireylerle
tüm benzerlikler tesadüften başka bir şey değildir.” Perec kitabında nasıl ki
hikâyesinin geçtiği binadaki odaları gezerken, eşyalar üzerinden bir anlatım şekli
kullanmışsa, yazarımızda Papadopulos Apartmanı’ nda aynı tekniği kullanır. Bir farkla
ki, sadece eşyalar üzerinden değil, binada yaşayan karakterler üzerinden de hareket
ederek anlatımını zenginleştirir. Yazar (sayfa 57) deki örnekte olduğu gibi,
“kül
tablasında boynu bükük uzanan kibritlerin mahcubiyetlerini yaşar gibi olurdum
senden ayrıldığımda, her sigara yaktığımda. Heyecanla şevkle yanan kibrit çöpünün,
o aşkla sigaraya hayat veren öpücüğü, iyinin ötesinde; terk edilmiş sevgili
mahzunluğu içinde boynu bükük bir halde kül tablasına atılması, kötünün ötesinde
desem zihnimdeki kararsızlığı bir nebze de olsa ifade etmiş olacağım (Sayfa 57.) Bir
aşk ilişkisini anlatırken, sigara ve kibrit çöpünü metafor olarak kullanır. Ve bunu da
şiirsel bir dille anlatır. Yazarın şiirsel ifadelerine eser içerisinde sıkça rastlanır.
Örneğin
“ ‘ay’ın tiksindiği bir mezarlığım şimdi ” ifadesi Rilke’nin bir mısrasıdır.
“…Yaşayan, gerçekten ya da düşsel olarak yaşamış bireylerle tüm benzerlikler
tesadüften başka bir şey değildir.” cümlesiyse, romanda geçen karakterlere verilen
isimlere yapılan bir göndermedir. Raif Manav, Beyazıt Sahaflar çarşısının bir nevi
sembol ismi rahmetli Raif Yelkenci ile çarşının eski müdavimlerinden ve halen
hayatta olan İbrahim Manav’ın soy isminin birleştirilmesinden oluşturarak bir
sürekliliğe vurgu yapmak mı istemiştir? Yoksa Yahya Kemal Beyatlı’nın asıl ismi olan
Ahmet Agâh’ı olduğu gibi kullanan yazar, romanda geçen ünlü gazeteciye atfedilen
metinleri ve olay örgüsü düşünülünce bizim romanı okurken karakterin Ahmet Hakan
olduğu yönündeki çıkarsamamız ne kadar doğrudur? Diğer karakterlere verilen
isimler ne kadar gerçektir ve gerçekte yaşayan kişilere ne kadar tekabül eder? Bunun
da ne önemi olabilir? Açıkçası yazar burada karakterlere verdiği isimleri uğraşmak
isteyenlere bir bilmece gibi bırakmış, aynı apartman karar defterlerini her dairenin
altına değil de sadece asal sayılı dairelerin altına yerleştirdiği gibi…
Sonraki alıntı, ünlü yönetmen Mihail Haneke’ ye ait
“kelimeler tehlikelidir, onlara
güvenmem; dolaylı yollara sokarlar sizi, kaybolabilirsiniz aralarında… İki insan
arasındaki en doğrudan iletişim yolu bence seks ve müziktir; müzik daha doğrudan
bir dili konuşur, ten yalan söylemez.” sözüdür. Bana göre bu alıntılar, buraya bilgelik
kokan bir aforizma eklemiş olmak maksadıyla konulmamış. Kitapta Haneke filmlerine
göndermelerle, derin entelektüel bilginin insanı sürüklediği buhranlar, gerçekçi bir
dille ifade edilirken, yazar seksle ilgili konularda ve söylemlerin tamamında doğrudan
bir dil kullandığını, diğer metinlerde saklanan arka planlar ve göndermeleri seks
konusunda kullanmadığının da şifresini veriyor. Anladığım kadarıyla yazarımızın
da
“…, ten yalan söylemez” fikrine sonuna kadar bağlı olduğu anlaşılıyor. Sayfa 180.de
yer alan “kırmızı sevenler derneği” toplantısı bu duruma en bariz örnek olarak
gösterilebilir.

Bu noktada aklıma bir soru takıldı. Neden kırmızı? Neden Işık tayfı içerisindeki ana
renklerden mavi değil? Çünkü mavi de çok güçlü bir derinlik eğilimi vardır ve
koyulaştıkça içsel çekiciliği artar. Ki mavinin sağladığı derinliği Van Gogh çok iyi
kullanmıştır. Ancak Kaplan’ın kırmızıyı neden seçtiğini ilerleyen sayfalarda anlıyoruz.
Burada derneğin asli manada bir dernek olmadığını, derneği ve renkleri yazarın bir
metafor olarak kullandığını ve altında neyi sakladığını görüyoruz.
Son alıntı ise Cengiz Aytmatov’ un Gün Olur Asra Bedel kitabından.
“Gün gelir ve
anlar ki insan, yaşadığı her şey bir yalandır. Geriye vazgeçemediği bir aşk ve
kabullenemediği bir yalnızlık kalır.” Bu kısa alıntı, kitabın zaman boyutu hakkında
ipuçları verdiği gibi, aslında bize romanın serencamını da anlatıyor. Kitap, 13 Nisan
2013 cumartesi günü ikindi vakti başlayıp, ertesi gün ikindi vaktine kadar süren bir
zaman diliminde yaşananları anlatıyor. Tıpkı Joyce’ un Leonard Bloom’un tek bir
gününü anlattığı Ulysses’ ı gibi; tıpkı Broch’ un Vergilius’ un Ölümü gibi (gerçi
Vergilius’un Ölümü bir günden biraz daha kısa bir zaman dilimini kapsıyordu); tıpkı
(daha yakın bir örnek) Yedigey Cangeldin’ in bir gününün anlatıldığı, alıntının
yapıldığı Gün Olur Asra Bedel gibi. Ancak burada bir taraftan olayların cereyan ettiği
24 saatlik bir zaman dilimi anlatılırken, bir tarftan da “Apartman karar defteri”
bölümlerinde 31 Mart vakası ile başlayıp romanın geçtiği güne kadar ki yaşanan
tarihsel süreçleri özetleyen apartman ve sakinlerinin sergüzeştini anlatan, geçmişten
geleceğe hareketlenen bir zaman dilimi var. Hatta bazı bölümlerde “uzun yıllar
sonra..” gibi ifadelerle başlayan cümlelerden anladığımız kadarıyla halen (romandan
sonra da) devam etmekte olan bir zaman var. Bu üç farklı zamanı bir araya
getirdiğimizde anlıyoruz ki, aslında bir asır öncesinden bugüne hayatımızda hiçbir
şey değişmemiş. Hayat kısır bir döngü ve aynı döngü devam ediyor. Hatta bu kısır
döngüyü, kitabın atfedildiği AlodA ifadesinin büyük harfle başlayıp büyük harfle
bitmesinden de anlıyoruz. Gerçekten de romanın sonunda, ana karakterin bütün
yaşadıklarından
geriye vazgeçemediği bir aşk ve kabullenemediği bir yalnızlık kalır.
Apartman karar defteri ile ilgili merak ettiğim hususlardan biri, hikayenin Varlık
Vergisinden sonraki bölümleri. Ancak Varlık Vergisi’nden sonra gayrimüslim
vatandaşların apartmanı terke mecbur bırakıldıkları dönemden sonrası Apartman
karar defterinde yok. Aslında iki zaman üzerinden iki farklı apartman sakinleri
özelinde genele bazı göndermeler içeriyor bu durum. Upton Sinclair in bir
Amerikalının 50 yaşının üzerinde ancak yeni doğan bir Avrupalının kültürüne sahip
olabileceği yönündeki teorisi bir Asyalı olarak çoğumuzun tüylerini diken diken
etmeye yetiyor. Çünkü bana göre kültürün ve hikmetin en kalıcı ve kıymetli parçası
yazıdır. Apartman karar defteri üzerinden iki farklı dönemdeki apartman sakinlerinin
karşılaştırmasını yaptığımızda, yazının işlevsel olarak kültür ile ne denli ilintili
olduğunu gözlemleyebiliyoruz.

Daire 1 de roman gayet etkili bir açılış cümlesi ile başlar. “Hayatım boyunca
kendimden başka herkes oldum” . Gerçekten en etkileyici ilk on açılış cümlesi içinde
yer alabilecek kadar çarpıcı bir söz. Bana hem retorik hem de fonetik olarak başarılı
göründü. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ındaki
“Bir kitap okudum, hayatım
değişti” ifadesine yapılan bir gönderme olduğunu düşünmeden edemedim. İlk
bölümde kitabımızın kahramanı ve aynı zamanda anlatıcısının içinde bulunduğu ruh
haline ilk cümle bağlamında anlamaya çalışıyoruz. Anlatıcı olarak bahsediyoruz
çünkü başkahramanımız, eşi ve çocuğu kitabın hiç bir yerinde isimleri ile anılmıyorlar.
Kitaptaki her karakteri ismi ile müsemma diyebileceğimiz bir şekilde isimlendiren,
hatta bazılarının isimlerinin kökenine inecek kadar konu içerisinde işleyen yazarın,
başkahramana isim vermemesi, bir diğer ilginç nokta. Muhtemelen yazar burada
anlattığı hikâye ile okuyucunun kendi arasında kuracağı paralellikler üzerinden,
okuyucunun kendini anlatıcının yerine koymasını istiyor. Çünkü anlatıcı, kendinin
farklı olduğunu düşünen, sürünün bir parçası olmayı kabul etmeyen, bu uğurda
yalnızlığı ve mutsuzluğu göze alabilen biri, yani yazar kendini olduğu kadar beni,
hatta sevgili okur seni anlatıyor. Yazar, yabancılaşmanın ve hayal kırıklığının
arkasındaki umutsuzluğu şöyle anlatır.
“Hayatı çoğu zaman bir eksiklik duygusu ile
yaşıyordum ve hiç gelmeyecek, gelse bile farkında olmayacağım bir baharı
özlüyordum. Olmak istediğim bir imge, varmak istediğim bir yer yoktu. Hayat benim
için bir başka yerde ve bir başka zamandaydı. Bulunduğum, ulaştığım hiç bir yer beni
tatmin etmiyordu. Her neresi ise orası değildi. Altında ısınacağım güneş o değil,
serinleyeceğim ağaç gölgesi orada değildi. Bulunduğum yerin benim için tekin bir yurt
olmasını istiyordum, ama olmuyordu.” ( Papadopulos Aparmanı, sayfa 17)
Belki de en dikkat çekici bölümlerden biri olan Daire 11 de, Kim Ki Duk’un ünlü filmi
İlkbahar Yaz Sonbahar Kış filminden hareketle Marksist anlayış üzerinden ekonomipolitiğe eleştiriler getirir. Bölümün sonlarına doğru konuşmacı Tzu Khru (Tuzu Kuru)
tarafından, Hegel’in tarihsel determinizmi uzantısında, Marksist retorik üzerinden
hikâye edilen süreçte:
“… nasıl ki kapitalizmden sonra sosyalizm, ondan sonra da
komünizm gelecekse, peki komünizmden sonrası ne olacak sorusunun cevabına ışık
tutulur. Her şey başladığı noktaya geri döner ve süreç yeniden, yeniden başlar:
Düzlemsel değil, döngüseldir hayat der gibi…” Bu okumaları yapanlar arasında,
Marksist literatürü pratikteki başarısız girişimlere göre değerlendirerek gereksiz
bulanlar, doğru anlamlandıramayanlar ve hatta hala mı? diye soranlar da çıkacaktır.
Ancak kapitalizmi anlamak Marksizmi anlamaya bağlıdır. Marksist literatürün hala bu
denli önemini koruyor olması onun pratiğe uygulanabilirliğinden değil, kapitalizmi
açıklayabilme gücünden kaynaklanır. Metanın fetiş haline getirildiği çağımızda hayatı
yeniden anlamlandırabilmeyi bir de bu açıdan sorgular. Hatta Daire 16 da daha da
ileri giderek kapitalist üretim sürecinde eli silah tutanlarla eli kalem tutanları fetişist
duyguları açısından eşitler. Bir sonraki sayfada ise
“insanlar hangi dünyaya kulak
kesilmişse öbürüne sağır olurlar” (ki bu da İsmet Özel’in bir mısrasıdır) diyerek
“yabancılaşma ve ötekileştirme olgularını sorgular. Yazar nesnellikten uzak ve
dogmalarla hareket eden ve entelektüellik iddiasındaki kalemşörler ile ahaliye
çatmaktan da geri durmaz. Kapitalizme üstü kapalı göndermelerle eleştiriler
getirirken, Sadece Marksist literatürden değil, birçok kavramdan ve felsefeden
yaklaşımlarla birlikte lüks kavramının üzerinde özellikle durur. Birçok yerde gizli bazı
yerlerde ise açık bir şekilde Sombart’ın “lüks” tanımına göndermeler yapar. (İmamın
camide verdiği vaaz, lüks araba vs) Hikayeler içinde bir kaç yerde dikkat çeken bir
diğer ifade “iyinin ve kötünün ötesinde”. Bu ifadenin tahlilini ise okuyucuya
bırakıyorum.

Hikâyelerle içerisinde kahramanları başkalarından dilinden konuşturur. Apartman
sakinlerinden devlet memuru olan Mehmet karakterine Goethe’nin bir sözünün
söyletirken, Cengiz Han ile papaz arasında geçen hikayede Cahit Sıtkı Tarancı’ nın
bir dizesini Cengiz Han’ a ustalıkla söyletir. Romanda bahsedilen fotoğrafların metinle
ilişkilerini ise, birer anlatım biçimi olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum…
Finalde ise yazar
“Umulur ki herkes kendi evinde yaşamayı becerebilir” cümlesi ile
romanda yaşanan sergüzeşti çarpıcı bir şekilde özetliyor. Yani diyor okuyucuya
hayatımızı doldurup bize esin vermek yerine, bizi mutsuz eden o kadar çok şey var ki
hanemizde. Bütün bu çaba, bu mücadele, bu yalnızlık ve bizi biz biz olmaktan
alıkoyan amansız yaşam kendi dört duvarımızın içindeki mutsuzluktan kaynaklanıyor.
Hayatı anlamlı hale getiren şey ise kendi evimizde mutluluğu yakalayabilmemize
bağlı.

Kitap okuyucuya verdiği bilgilerle de sanattan felsefeye, yakın tarihten teolojiye,
sinemadan mitolojiye küçük bir entellektüel cep kitabı hüviyetinde. Yazar her ne
kadar bu bilgileri okuyucuya bilgi verme amacıyla kitabına almamışsa da, metinlerin
arasına ustaca serpiştirilmiş bilgilerle bilgi dağarcığımızı zorlamaktan kendini
alıkoyamıyor.

Elimizde zeki, hayasız, parlak bir kitap var. Gerçi ülkemizde siyasetten sanata, iş
dünyasından üniversitelere hatta spora dahi sirayet etmiş oligarşik bir düzen var. Ve
bu oligarşik yapının edebiyattaki uzantısı olan kanon içerisinden sıyrılıp yazınımızda
hakettiği yeri alabilecek mi? Bilemiyorum. Bunu da zaman gösterecek…