Ana Sayfa Litera Paul Celan: Bademlerden Sayarak Seni Hata mı Ettik Acaba?

Paul Celan: Bademlerden Sayarak Seni Hata mı Ettik Acaba?

Paul Celan: Bademlerden Sayarak Seni Hata mı Ettik Acaba?

Geçende Paul Celan’ın “Bademlerden Say Beni”sini okudum ve üç-beş paragrafa sıkıştırmakta zorlandığım yukarıdaki fikirler üşüştü zihnime; söz almadan edemedim.

Edebi bir çeviriyi, bir dildeki metni başka bir dile aktarma olarak yorumladığımızda, onu eksik tarif etmiş sayılırız. Zira aktarım esnasında üslubun, sesin, anlamın, dilsel yahut edebi oyunların “hedef metin”e ne oranda yansıtıldığı mühimdir. Kuşkusuz bazen çeviri, “kaynak metin”den daha güzel, daha doğru, daha iyi olabilir; elbette bu güzel, doğru ve iyi kavramlarının içinin izafi şekilde doldurulduğunu peşinen kabul etmek gerekir. Şiir bağlamında söylersek, Melih Cevdet Anday’ın Edgar Allan Poe’dan çevirdiği “Annabel Lee” böylesi bir çeviridir mesela. Orhan Veli’nin Charles Cros’tan çevirdiği “Çirozname”, Behçet Necatigil’in Rainer Maria Rilke’den çevirdiği “Yalnızlık”, biraz zorlarsak Cemal Süreya’nın Guillaume Apollianaire’den çevirdiği “Mireabeu Köprüsü” (aynı şiir için Sezai Karakoç çevirisine de bakılabilir) böylesi çevirilerdir…
Halk ağzıyla söylendiğinde, bu tadından yenmez şiirleri böylesi muazzam kılan, biraz dilin imkânları ise, geri kalanı da çevirmenin maharetidir. İnkâr edilemez bir hakikattir ki, dil bilmek, kişiye çeviri yapma ehliyeti kazandırmaz; çeviriyi yukarıya taşıyan şey, çevirmenin hem dil, hem metin üzerindeki, abartarak söylüyorum, iktidarıdır. Eksiltme yahut çoğaltmanın, anlam kaymasının dahi hoşgörülebilirliğini çevirmenin ehliyeti ve tutumu belirler. Bilhassa da çevirmen, yazar gibi, şair gibi sıfatlar taşıyorsa…

Takke Giymiş Nietzsche!
Vaktiyle Hilmi Yavuz söylemişti (27 Nisan 2011, Zaman gazetesi): Bir çeviri şiirler kaynakçamız yok! Kendini dahi okumaya üşenen fikir insanlarının memleketinde, böylesi bir kaynakça ne işe yarar, üşenmeden açıklamış. Haklı da… Karşılaştırmalı şiir çevirisi açısından bulunmaz nimet sayılabilirdi bu kaynakça. Belki başka açılardan da…
Olsaydı, Orhan Veli’nin Mehmet Ali Sel mahlasıyla çevirdiği Mevlânâ rubaileri daha dikkatle okunabilirdi galiba. Charles Baudelaire’in “Les Fleurs du Mal” şiiri, nasıl kâh Elem Çiçekleri, kâh Kötülük Çiçekleri olarak karşımıza çıkıyor ve nasıl oluyor da, makbul çevirileri arasında Vasfi Mahir Kocatürk’ün, Orhan Veli’nin, Sait Maden’inkiler anılıyor hâlâ, bunu öğrenebilirdik belki. Sabahattin Eyüboğlu’nun Hayyam’ı ile A. Kadir’in Hayyam’ı arasındaki farkı yahut aynılığı idrak etmemiz kolaylaşır mıydı acaba? Nietzsche’yi Ahmet İnam çevirdiğinde (bkz. Şen Bilim) niçin başına takke geçirildiğini düşünüyor, dizelerdeki divan ritmini hissediyoruz da, Oruç Aruoba çevirdiğinde (bkz. Dionysos Dityrambosları) niçin eline eğitmen çubuğunu almış bir posbıyıklının sureti beliriyor gözümüzün önünde, Turhan Oflazoğlu çevirdiğinde de (bkz. Böyle Buyurdu Zerdüşt) niçin içten içe bildiğimiz, ama eşlik etmekte zorlandığınız bir türkünün sözlerini mırıldanır buluyoruz kendimizi, bilebilirdik sanki…
İtiraf edelim; çeviri lanet bir şey! Takdir edilmeniz neredeyse mümkün değil! Günümüzde şiir -artık- okunmuyor; hele hele çeviri şiir hiç okunmuyor. Dolaşımda (!) olanlar ise vaktiyle yapılanlar… Genel kabul görmüşler… Adeta atasözü mertebesine yükselmiş olanlar… Bunlar da ancak cep telefonlarının SMS’iyle kendilerini ifade edebilen, lakin düşünmekten yoruldukları için tesir gücü yüksek aforizmalara, güzel sözlere, unutulmaz dizelere ihtiyaç duyanların literatürünü genişletiyor, Facebook gülleri için “beğen”i toplayacakları malzeme sunuyor…

Horgörü Gerekçesi: Kültürlü Olmak!
Bu çoraklaşmanın sebebi, “şiir öldü” gibi deli saçması saptamadan çok daha yaralayıcı: entel/dantel seviyesine indirgenen ve aşağılama, horgörü gerekçesi sayılan genel kültür sahipliliği! Aydın yahut münevver değil işaret ettiğim kişiler; düpedüz ansiklopedik bilgiden iki basamak fazlasına sahiplerden dem vuruyorum… Bir ötekileştirme, bir dışlama… Ve sonrasında yok sayma…
Tüm bu menfi koşullara rağmen, egosuna yenik düşmeden bir şiiri dilimize kazandırana (!) teşekkür etmek dışında ne yapılabilir ki… Belki şu: o kişiye, aynı şiiri bir kez daha, bir kez daha çevirme fırsatı vermek! Her seferinde çevirisini merakla takip ettiğimizi, okumaktan heyecan duyduğumuzu belli etmek! Ve elbette: Eleştirmekten çekinmemek!
Ne var ki, artık eleştiriden anlaşılan koşulsuz destek! Sırt sıvazlama… Hataları görmezlikten gelme… “O da yarın benim hakkımda yazar, üzerine gitmeyeyim!” mantığıyla etliye sütlüye karışmama…
Roni Margulies’in Haydar Ergülen üzerinden getirdiği bir eleştiri vardı Hürriyet Gösteri dergisinde yıllar, yıllar önce… Günümüzde o yaklaşım bile pek bir naif kalıyor artık. “Tanıtman”lığa soyunan dahi alkışlanıyor.
Şiir çevirisi, hele çevirmeni şairse, çok ciddi bir hamaliye ve savaşarak [şairi yücelterek] geri çekilmedir! Gibicilerin, tatlımcıların, cicimcilerin yaptıkları ise bu yürekli girişimi öldürmektir! Ve bu cinayet bile haklı bir gerekçeye dayanmamaktadır…

Bademlerden Say Beni
Geçende Paul Celan’ın “Bademlerden Say Beni”sini okudum ve üç-beş paragrafa sıkıştırmakta zorlandığım yukarıdaki fikirler üşüştü zihnime; söz almadan edemedim.
Malum; Paul Celan şimdilerde Ukrayna sınırları içinde yer alan, o dönem Romanya topraklarına ait olan Çernovitz’de doğmuş (1920), Alman esir kamplarında yaşamış (on sekiz ay), anne kurşuna dizilerek Nazi kampında öldürülmüş, babası kampta tifüsten ölmüş, kendisi krematoryuma bekçi yapılmış, Almanca düşünüp Almanca yazmış, Georg-Büchner Ödülü dâhil pek çok ödül almış, 1970 yılının 1 Mayıs’ında kendini Seine nehrine atarak dünya yükünden kurtulmuş Yahudi bir şair. “Todesfüge”si, yani ölüm fügü, bir şaheser olarak kabul görür. Cocteau, Michaux, Rimbaud ve Valery’den yaptığı çeviriler yere göğe sığdırılamaz. 49 yıllık hayatına sığdırdıkları, “Hakkında üç cümlelik bilgin yoksa, konuşmamıza da gerek yok!” dedirtecek türdendir. Almanya’da bu, önce Goethe, sonra Schiller ve nihayetinde Celan için geçerlidir.
Sevindirici olan şu: Pek az şaire nasip olacak oranda çevrilmiştir Celan Türkçeye. Gertrude Durusoy-Ahmet Necdet ikilisinin çabasını anmak gerek burada. Farklı zamanlarda okurla buluşan “Zaman Kırmızısı Dudaklarla” (Broy), “Dil Kafesi” (Broy), “Haşhaş ve Bellek” (Broy), “Bademlerden Say Beni” (Adam, Artshop) ve Hiçkimse’nin Gülü (Artshop) onların çevirileridir. Bu kitaplara Oruç Aruoba’nın “Neredeyse Yaşayacaktın”ı (Dünya Aktüel), İlknur Özdemir’in “Kalp Zamanı / Mektuplar”ı (Turkuvaz) ve Ahmet Cemal’in “Bütün Şiirlerinden Seçmeler”i (Kavram) eklendiğinde, birkaç eksiğiyle ciddi ciddi Celan okuma fırsatı bulmuş Türk okuru diyebiliriz. Gerçi, çoğu benzer içeriktedir. Özellikle Durusoy/Necdet ikilisinin çevirileri…
Çeviri bir süreçtir; bugün doğru yahut eksiksiz yaptığını düşündüğü çeviriyi bir süre sonra kusurlu bulabilir çevirmen, kusurlu dahi olmasa… O gün aklına gelmeyen bir sözcük, bir sözcük öbeği, zaman içinde kafasında şekillenmiş, yerini bulmuş olabilir pekâlâ. Hesse, Rilke, Kafka çevirileriyle haklı bir üne kavuşmuş, son dönemde öyküleri ile de beğenilen Kâmuran Şipal anlatırdı, gizli bir defteri olduğunu… O defteri hiç yanından eksik etmez, duyduğu bir deyimi, tamlamayı, sözcüğü not eder, karşılıklarını bulurmuş. Bazen sözlüklerde dahi tam karşılığını bulmakta zorlandığı sözcüklere bu sayede ulaşırmış. Muazzam bir çaba… Hâlâ en makbul Almanca-Türkçe sözlüğün neredeyse yarım yüz yıl önce yazıldığını hatırlarsak, o defterin önemi anlaşılacaktır. İnönü’nün de hocalığını yapan Karl Steuerwald’ın sözlüğü, yalnız eskidiği (madde açıklamalarındaki Osmanlıca karşılıklar için ikinci bir sözlüğe ihtiyaç vardır mesela) için değil, artık bazı ihtiyaçları karşılayamadığı (yarım yüzyıl içinde dile eklenen yeni sözcüklerin hiçbiri yok) ve bir türlü düzeltilemeyen hatalarından ötürü yetersiz bir başvuru kitabıdır.

Ölümlü Beden Kılıfı Ne Ola ki?
Sözlüğe bakmadan çeviriye soyunanlara ne demeli, işte bunu bilemiyorum. Çeviride genellikle sözcüklerin birincil anlamlarının yeğlenmesinin temel sebebi budur. Ve ne yazık ki, bu da vahim hatalara, yanlış anlamalara yol açmaktadır. Nietzsche’nin Deccal’inde (Anti-Christ) geçen “sterbliche hülle”nin, yani “naaş” anlamına gelen bu tamlamanın “ölümlü beden kılıfı” olarak çevrildiğini gördüğümde başımdan kaynar sular dökülmüştü.
Paul Celan’ın şiiri, bizdeki halk şiirleri gibi aslında başlıksız bir şiirdir. İlk dizesini başlık olarak onu tüketenler (!) koymuştur. Şöyle başlar:

Zähle die Mandeln,
zähle, was bitter war und dich wachhielt,
zähl mich dazu:

Durusoy/Necdet ikilisi bu üç dizeyi şu şekilde çevirmişler:

say bademleri,
say acı olanı, uyanık tutanı say,
beni de onlara kat:

Emir kipinde açılıyor şiir. Bu korunmuş. Ancak ikinci dizede atlanan bir sözcük var ki, suyu bulandırıyor: dich. “say acı olanı, uyanık tutanı say” dediğimizde “herhangi bir kişi”yi uyanık tutandan bahsedilmektedir. Hâlbuki burada doğrudan kişiye hitap ediliyor: “say acı olanı, seni uyanık tutanı say”.
Bu tür eksiltme yahut eklemeler şiiri zenginleştirebildiği gibi yoksullaştırabilir de… Benim itirazım şu noktada: Buradaki “dich”, şair için mühim; zira o kişi “ölü”. Bademin acılığı ile hayatın acılığını eğretileyip annesine sesleniyor aslında şair; “herhangi bir kişi”ye değil.

Bademler Kavrulurken Çekilen Acı
“Badem”, Celan’ın nadiren başvurduğu/kullandığı bir sözcük. Annesi kendisine badem kavururmuş çocukken… Kavruk badem kokusunu Zyklon B, yani Yahudi soykırımı sırasında esirleri öldürmek için kullanılan siyanür bileşiğinin kokusuyla birlikte anımsıyor. “Acı”ya vurgunun yapılması bundan; acı olan (“bitter war”), o travmatik şey geride kalmıştır.
Şiir şöyle devam eder:

Ich suchte dein Aug, als du’s aufschlugst und niemand dich ansah,
ich spann jenen heimlichen Faden,
an dem der Tau, den du dachtest,
hinunterglitt zu den Krügen,
die ein Spruch, der zu niemandes Herz fand, behütet.

Durusoy/Necdet ikilisi bu beş dizeyi şu şekilde çevirmişler:

gözünü arardım hep, gözünü açtığında,
sana kimselerin bakmadığı bir anda,
örerdim ya o saklı, o gizli ipliği ben,
ki onun üzerinde tasarladığın çiy’in
testilere doğru kaydığı bir zamanda,
yüreğe varamamış öz bir sözle korunan.

İlk fark dize sayısında. Altı dizede aktarmayı uygun bulmuşlar. Kim itiraz edebilir ki… Poe’nun meşhur “Kuzgun”unun biçimden biçime girdiğini gördükten sonra hele…
Çeviride kullanılan “hep” özgün metinde yok. Pekiştirme ihtiyacı duymuşlar… Göz arayışını “hep” zarfıyla zamansal bağlamda abartmışlar.
Bir nüans: Beşlikteki ilk dizenin öznesi “ich”, yani ben; dolayısıyla burada “niemand” (hiç kimse) üzerine biniyor ilgi… Şimdi “şair”i artık anlatıcı-ben olarak okuyabiliriz. Şimdi okuyabiliriz; çünkü şiirin hayattan kopya çektiğini, yaşanmışlığı gerçek kişiler üzerinden kurguladığını ilk üç dize ile açık seçik belirttik.
O halde “ich” ile “niemand” arasındaki bağ şu olabilir mi: Kör değilim, her şey gözlerimin önünde yaşandı, tanık oldum hepsine!
İkinci nüans: “Krüge” sözcüğü, sözlüklerde “testi” yahut “küp” karşılığı kullanılır. Ama Grimm Kardeşlerin meşhur sözlüğüne baktığınızda, anlamlarından birinin “Urnen”, yani “yakılan ölülerin küllerinin toplandığı kap” olduğunu görürüz.

Bu çoraklaşmanın sebebi, “şiir öldü” gibi deli saçması saptamadan çok daha yaralayıcı: entel/dantel seviyesine indirgenen ve aşağılama, horgörü gerekçesi sayılan genel kültür sahipliliği!

Ölüler Diyarından Gelen Haber
Çeviride inisiyatif almak önemlidir. Bazen bağlamından kopmadan metne müdahale edilebilir de… Lakin benim son dizeye itirazım var. “yüreğe varamamış öz bir sözle korunan” kim? Şahıslar üzerinde duruyorum; zira şair bilhassa bunun üzerinde duruyor.
Ötesi: “yüreğe varamama”nın kaynağı ne? Bahsedilen şey; “kimsenin yüreğinde bulunmayan” bir “yargı”… Şiir üzerine yazılan tezlerde “Spruch”un karşılığı “özlü bir söz” değil, “Kunde aus dem Totenreich”, yani “ölüler diyarından [gelen] müvekkil [haber]”… Biraz Hades, biraz yeraltı; biraz ilahi benzeşme (biblisches Gleichnis); biraz kehanet (Orakel); ve çokça da İncil’de geçen Süleyman’ın meselleri… Celan’ın hermetik şiire meylini bilenler için şaşırtıcı olmasa gerek bunlar, öyle değil mi?
Kaldığımız yerden devam edelim:

Dort erst tratest du ganz in den Namen, der dein ist,
schrittest du sicheren Fußes zu dir,
schwangen die Hämmer frei im Glockenstuhl deines Schweigens,
stieß das Erlauschte zu dir,
legte das Tote den Arm auch um dich,
und ihr ginget selbdritt durch den Abend.

Durusoy/Necdet ikilisi bu altı dizeyi şu şekilde çevirmişler:

ancak böyle varırdın adına, senin olan,
o şaşmaz adımlarla kendine yürüyerek,
savrulurdu çekiçler sanki bir çan kulesi
boşluğundaymış gibi senin suskunluğunun.

ölmüş olan o şey senin koluna girer
ve işittiklerin de seninle birleşirdi,
üç olup giderdiniz geceyi katederek.

Çevirmenler hangi kitaptaki şiiri “kaynak metin” olarak kabul ettiler, bilmiyorum. Bu önemli… Niçin mi? Şiir farklı kaynaklarda farklı biçimlerde verilmiş çünkü. Üstelik şairin tasarrufu da değil bunlar. Söyleyişe göre düzenleyenler olmuş, bizzat şairin seslendirmesini baz alarak şekillendirenler… Bu yüzden burada biçim üzerinde durmak abesle iştigal sayılmalı.
Yalnız iki sözcük üzerinde durmak gerek: “Namen” ve “Glockenstuhl”.
İsim olarak karşılanan “Name”, burada bir “Identität”, yani bir “kimlik”, bir “özdeşlik”… Demek istediğim “ada varılmıyor” aslında, bir “kimliğe ulaşılıyor”, bir “kimlik ediniliyor”… Yine şiir üzerine yazılan tezlerden birinde (Hohmann) şöyle bir açıklama yapılıyor “kimlik” (Namen) için: “die dem Lebenden verwehrt war”, yani “hayattakiler [yaşayanlar] için yasak olan”.
Tabii çevirmenlerin “Namen”i tamlayan “ganz”ı atlaması da ilginç… Kimliğin “bütün”üne, “tekmil”ine yönelik bir sözcük bu oysa…
“Glockenstuhl”, birebir çevirdiğinizde “çan iskemlesi”, biraz zorlandığında da kiliseyi simgeleyen “makam” (Stuhl)… Hâlbuki kaynaklar bas bas bağırıyor, “Glockenstuhl” bir “Toten-Stille”dir, yani “ölü(m/lerin) sessizliği”… Suskunluğunun (Schweigen) donukluğu (Stille) imleniyor sanki. Ve İncil’e göndermedir: Luka 1/78. John Felstiner’in biyografisinde de (C. H. Beck Verlag) açıkça belirtilmektedir bu. Hatta Felstiner, işi biraz daha ileri götürüp yine İncil üzerinden 1:111 ve 1:114’üncü bölümleri işaret eder.

“Üç Olup” Gitmeyelim Olmaz mı?
Küçük bir ilave: sondan ikinci dizedeki “auch” sözcüğü atlanarak, bence yaratılmak istenen tesir zayıflatılmıştır: “senin (de)” olmalıydı! Böylelikle çeviride ikinci dizede kullanılan “und” (“ve”) bağlacı, üçüncü dizede, yerinde kullanılırdı. Şair, herhangi bir bağlaç kullanmak yerine virgülü tercih ederek, “ve”nin görevini son dizeye taşımak istemiştir; zira temel ayrım, kola girmek ve birleşmek değil, gecede yürümektir [gitmektir].
Son bir nokta: Son dizedeki “selbdritt”, muhtemelen “drei”dan (üç) hareketle çevrilmiş. Hafızaya güvenmenin ve sözlük kullanmayı, araştırma yapmayı küçümsemenin yol açtığı zarar işte burada açığa çıkıyor. “Selbdritt”, sanıldığı gibi “zu dritt”in (üç kişi olarak) karşılığı değildir; iki olasılık vardır: a.) “veraltet” (eskimiş, modası geçmiş, yaşlandırılmış) karşılığı kullanılmıştır; b.) Anna Selbdritt’e göndermedir (Leonarda da Vinci’nin de resimlediği “Kutsal Anna”, başka bir deyişle Meryem, oğul İsa ve Anna üçlemesidir). Demek istediğim, “üç olup” da gitmiyorlar bir yere. Hiç değilse “üçlü” olsalardı… Semantik olarak bir tutarlılık yakalanırdı böylelikle…
Şiir şu şekilde bitiyor:

Mache mich bitter.
Zähle mich zu den Mandeln.

Durusoy/Necdet ikilisi bu iki dizeyi şu şekilde çevirmişler:

beni de acı yap, acı yap beni.
bademlerden say beni.

Hiç Almanca bilmeyenin bile hemen fark edeceği şey şudur: Yineleme yok! Lakin çevirmenler, eğer şairin bizzat seslendiği şiiri “kaynak metin” olarak almamışlarsa, ki o seslendirmede Celan hakikaten “Mache mich bitter”ı tekrarlamaktadır, özgün şiirde tekrar yoktur oysa.
Çevirmenler, daha elzem yerde kullanmadıkları “auch”u (“de” bağlacını yani), şiirde yer almamasına rağmen niye tam da burada kullanma ihtiyacı hissetmişler, bilemedim.
Şu kaba incelemede bile görünen şey: yıllarca severek okuduğumuz şiirde hem üslup hem de anlam olarak ciddi kaymalar var! Demek ki biz, aslında biraz da farklı bir Celan’ı sevmişiz yıllarca…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl