Yazar Taylan Kara’nın Sol Haber’de yayınlanan köşe yazılarının sanıyorum hemen hepsini okumuş olmalıyım ki, yazdığı kitapları merak ederek Poe’nun Kuzgunu ile yazarın kurgu dünyasına doğru devam ettim.
Eleştirdiği yazar ve kitapları, neredeyse hiçbir açık bırakmayacak şekilde inceleyerek vasat edebiyat, kalitesizliğe övgünün çıkarlar doğrultusunda günden güne artması, kitapları okuma zahmetine dahi girilmeden verilen edebiyat ödülleri gibi konulara karşı direnişini sürdüren, sözünü sakınmayan bir yazar Taylan Kara.
Kısa öyküleri ne kadar beklenmedik, agresif, delice karakterlerle çevriliyse, şiirleri de bir o kadar taşıması ağır duygularla yüklü olan Poe için beslediğim duygulardan olacak – daha bir merakla sarıldım romana. Başlarken aklımda eskimiş bir soru daha vardı: iyi bir eleştirmen, aynı zamanda iyi bir yazar mıdır?
Edgar Allen Poe’nun Kuzgun ve Anabel Lee şiirlerinin birer esintisi olarak biçim bulan romanda çoklu kişilik sendromu, Fight Club karakterlerini anımsatacak şekilde Ediz-Ragıp arasında işleniyor. Yine benzer bir konu Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın Tuhaf Hikâyesi adlı romanda geçiyor ve yıllar önce okumuş olsam da bugün hâlâ tüyler ürpertici bölümleriyle aklımda yer ediyor.  Bu iki örnekte olduğu gibi Poe’nun Kuzgunu’nda bir kimlik-süper ego çatışmasıyla karşı karşıyayız.
Ediz, tuhaf bir rastlantıyla tanıştığı arkadaşı Ragıp’ın ölüm haberini alır ve aklından çıkmayan soruları temizlemek için beş yıl önceki yolculuğunun izine çıkar. Geçtiği yerlerden adım adım ilerleyerek cevabın nereye gizlendiğini bulmaya çalışır. Yolda karşılaştığı devasa kuzgun heykeli, gecenin içinde en az Ediz’in sorularla gömülü geçmişi kadar karanlıktır. Gerilim, psikolojik geçişler ve dönüşümün konu edildiği eserleri okumayı çok sevdiğim hâlde, Poe’nun Kuzgunu’nda bu tatmin hissini yaşamadığımı söylemeliyim. Bunun birkaç sebebi var.

Silik mizaçlı ve geçmişiyle yaşamaya mahkûm olmuş Ediz ve “Ediz’in olmadıklarının bir toplamı” olarak tanıdığımız Ragıp, bir dış sesin nefesiyle hareket ediyor. Burada, kitaptaki anlatıcı biçimini başlı başına bir sorun olarak görüyorum. Romandaki anlatıcı bir Tanrı anlatıcı mıdır? Eğer öyleyse neden nesnellikten uzaklaşıp karakterlerin en derin hislerine ulaşarak öznel yargılarda bulunuyor? “Şimdiye kadar hiç kimseye anlatmadığı, çoğu kez asla bilmemeyi yeğlediği sırrını bu aptal adama anlatmayı düşünmüyordu.” (s.56) Adamın aptal olduğunu Ediz düşünüyor. O halde anlatıcı, Ediz’in iç sesi mi? Bilinç akışı tekniği mi uygulanıyor? “ (…) Yanan iki mumun ancak seyreltebildiği bu karanlıkta bu ses normalde olduğundan daha buyurgan bir etki bırakıyordu.” (s.20) Peki, o zaman Ediz “normali” nereden biliyor ve nasıl genel bir yargıya varıyor? Aynı şekilde şu cümlede, “Ediz bu sorudan olması gerekenden birkaç kat daha fazla rahatsız oldu.” (s.12) Olması gerekeni kim belirliyor? Ediz mi, Tanrı mı?

Bir diğer ihtimali düşünürsek, Jane Austen’ın ilk kullanıcılarından olduğu serbest dolaylı anlatım tekniğiyle birçok karakterin zihnine girip çıkabiliyor muyuz? Örneğin garsonun… “Garson şimdiye kadar kendisine sakin biriymiş izlenimi veren bu adamın garip isteğine, isteğin kendisinin garipliği bir yana daha çok istenme şeklinin garipliğine bir anlam veremedi.” (s.55) Bu düşünce garsonun zihninden geçiyor. Fakat serbest dolaylı anlatımda anlatıcı gözü, karakterlerin düşünceleriyle hissedilmeyecek bir biçimde, dolaylı yoldan bağlanmalıdır ki, burada anlatıcı rahatsız edici derecede belirgin… Anlatıcı bu tekniklerden ne hepsi, ne hiçbiri… Dolayısıyla karakterlere tam anlamıyla hâkim olamıyorum. Sanırım temel sorun, her şeyi açıkça anlatma kaygısıyla düşülen kararsızlık ve kelime kargaşasından kaynaklanıyor. Engels diyor ki; “ (…) Amaç açıkça gösterilmeden, durumun ve eylemin kendilerinden belli olmalıdır ve yazar betimlediği toplumsal çekişmelerin gelecek tarihsel çözümünü okura bir tepside sunmamalıdır.” Bu arada kelime kargaşası demişken, daha ilk satırlarda gözüme batmaya başlayan diğer bir husus da budur…

Kitapta bu kargaşanın üç çeşidi mevcut… İlki, bir kelimenin birçok kez yinelenmesi şeklinde yer alıyor. Şu paragrafa bakalım, “ (…)Kadın kahve getirirken Ediz’in gözü kadının ayağındaki açık terliğe takıldı, kadın masadaki şekeri parmağıyla işaret ederek adamın karşısına oturdu. Ediz kadının dünkü tavırlarından ve konuşmadaki kendi edilgenliğinden rahatsız olduğu için bu seferki konuşmayı kendisi açmayı düşündü. Rahat ve doğal görünmek için ortaya atacak bir konu aradı, kadın elindeki kupadan bir yudum aldığında Ediz konuyu bulmuştu. (…) Eliyle sehpayı işaret ederken kadına ilk kez ‘sen’ diye hitap ettiğini fark etti. Kadının çoktan geride bıraktığı yerlerden, onun ayak izlerine basarak dikkatlice geçiyordu. Bu hitabın kadındaki etkisini merak ediyordu ki kadında hiçbir rahatsızlık görmeyince rahatladı ve devam etti. (…) Kadın elindeki kupayı iki eliyle tutarak…” (s.27)
Burada “kadın” kelimesinin bitmek tükenmek bilmeyen tekrarlarının yanı sıra, (alıntıladığım sayfada toplam on üç kez geçiyor) kadının elindeki kupa gibi betimlemelerin de yinelendiğini görüyorum. Benzer şekilde, “Her konuşmaya başlamadan sigarasından bir nefes çekiyordu.”(s.22) betimi, hemen bir sonraki sayfada tekrar ediliyor, “Konuşmaya her başlamasından önce yaptığı gibi sigarasından derin bir nefes çekti.” Bu durum sıkılganlığın ötesinde, yorucu olabiliyor.
İkinci konu aynı anlama gelen cümlelerin tekrarlanması… “Yağmaktan usanmayan, inatçı yağmur…” (s.7) “…gaza basarak hızlandı.” (s.8) “Çevrede başka insanlar olmuş olsaydı eğer –ki hiç kimse yoktu…” veya “Sorulan sorulardan hoşlanmazdı Ediz, soruları en çok sorulmadığı zaman severdi.” (s.53) Bu cümlelerde ilk ya da son fark etmeksizin söylenenlerden biri bile durumu ifade etmeye yetmektedir. Tekrarlar, hikâyeden kopmaya yol açmaktadır.

Üçüncü ve okuduğum bir metinde karşılaştığım an tüylerimi diken diken eden bir diğer husus ise kelime oyunları… Elimde edebiyat alanında bir yetki olsa, otorite olsam, baskıcı bir tutum olduğunu kabul ederek tüm yazarlara kelime oyunu yapmalarını yasaklardım. Kelime oyunları yazarın zekâsını kanıtlamadığı gibi, anlatılan durumu pekiştireceği yerde bayağılaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Şu iki cümlede bu örneği görebiliriz; “Beyninde kusar gibi beliren bu düşünceler, aslında beyninden değil kalbinde sak(p)lı kalan o yaradan geliyordu.” (s.61) ve “…onda aradığım cinsel doyurganlığını koruyacaktı ve ‘kasık tokluğu’na onunla beraber kalabilirdim.” Kelimeyle bu şekilde oynamanın işlevsizliği bir yana, bir de okuyucu iyice anlasın diye parantez içi ve tırnak işareti kullanılması da ayrıca rahatsız edicidir. Benzer şekilde “Largactil” adlı ilacın Ediz’in zihninde uyandırdığı “kargakatil” (s.19) çağrışımı fazla zorlama durmakta. Oysa bu ilaç isminden yapılacak çağrışım okurun seçimine bırakılabilirdi diye düşünüyorum.

“Edebiyat hakkında yalnızca edebiyat yapılarak konuşulabilir” diyen Tzveton Todorav’a binaen devam edersek, anlatımda “edebiyat yapmanın” edebiyattan aldığım hazzı artırdığını söyleyebilirim. Edebiyat yapmaktan kasıt olarak; benzetme, alegori, pastiş, bağdaştırma, çağrışım ve daha pek çok şey sayılabilir. Burada önemli olan bir ölçüt belirlenmesidir. Şu iki teşbih cümlesini ölçülülük yönünden ele alırsak, “Bıçakla öldürülmüş bir cesede vurulan son birkaç bıçak darbesi gibiydi gülüşü…” (s.32) alaycı olduğu belirtilmek istenen bir gülüş için aşırıya kaçan bir benzetme söz konusu. Ediz’in yağmur altında yıllar önce kazdığı mezarı ararken canhıraş toprağı eşelediği bölümde ise cinayet işlemiş ve şok hâlindeki biri için fazla hafif kaçan bir benzetme yapılıyor, “Korkmuyordu, sadece kaygılıydı; elindeki gömleğin aynısından bir tane daha almak isteyen birinin mağazadaki pimpirikliğiydi kaygısının niteliği…” (s.97) Zannediyorum ölçülü olma durumunu tam olarak böyle açıklayabilirim.

Gerek imlâ gerekse kelimeler bakımından, Ockham’ın Usturası’ndan geçmesi gerektiğini düşündüğüm -ki bu felsefeye göre en basit açıklama doğruya en yatkın olandır- roman bana tam olarak beklediğimi vermese de, Taylan Kara’nın diğer kitaplarını okumaya devam edeceğim. Eleştirel yaklaşımını koruduğunu tahmin ettiğim Vasat Edebiyatı ve Vasatlığa Giriş Dersleri, sıradaki seçimim olacak… Salt dilin doğru kullanımı ve birçok alanda olduğu gibi edebiyat alanında da süren adaletsizliklere karşı gösterdiği mücadele neticesinde dahi, çoğu günümüz yazarlarından öncelikli olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum.

TEILEN
Önceki İçerikÇin’in Kültürel Biçimlenmeleri: Geçmişler ve Bugün
Sonraki İçerikFrankenstein nasıl Frankenstein oldu?
İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nde öğrenim gördü. Öykü, kitap incelemesi ve deneme türündeki yazıları Varlık Dergisi, Cumhuriyet Gazetesi Pazar Yazıları, Öykü Gazetesi, Tefrika, Papirüs gibi basılı mecraların yanı sıra ekdergi, acikgazete, oggito, altzine.net, arkitera, mesele121 gibi dijital platformlarda yer aldı. 2019 yılında h2o Kitap etiketiyle Yeryüzünün Derinliklerinde Olup Bitenler adlı öykü kitabı yayınlandı. Eylül 2022’den beri Lizbon’da yaşamaktadır.