“ Gerçeği söylemek zor, çünkü yalnızca bir gerçek olsa da, yaşıyor ve bu nedenle canlı ve değişen bir yüze sahip. ”

Franz Kafka

 

Bir sözcüğün ne anlamda kullanıldığı, kavramın neyi içerdiği, kavramı içeren analizlerin neye dayandığı, salt kavramın kendisi üzerinden açımlanamayacağı için post-truth kavramından “post” sözcüğünü çıkarıp, “hakikatten” ne anladığımızı ve dolayısıyla ‘hakikat sonrası’ terimi için neyi anlatmayı amaçladığımızı anlatabiliriz. Şüphesiz hakikat sözcüğü için birçok tanım yapılabilir. Fakat bütün bu tanımlar, Heidegger’den alıntıladığım aşağıdaki tanımda, hakikate ait temelleri içerecektir ya da içermelidir, fikrindeyim. Filozof der ki “Hakikatin varlığına ilişkin bilgimizin ne kadar az ve yetersiz olduğu bu kelimenin kullanımına ilişkin özensizliğimiz gösterir. Hakikat ile genellikle şunu veya bunu, yani hakiki bir şeyi kast ederiz. Bir cümleyle ifade edilen bir bilgi de olabilir. Hakiki dediğimiz bir cümle değildir, daha çok bir şeydir, sahte altının aksine gerçek altın gibi. Gerçeklikten ne anlaşılır? Bu böyle olarak hakikatte var-olandır. Gerçeğe uyan hakikidir, gerçek ise hakikatte olandır. Dairemiz yeniden tamamlandı. “Hakikat” ne demek? Hakikat, hakiki olanın varlığıdır. (Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, De Ki Basım Yayım Ltd. Şti., 2007, Ankara, Çeviren: Fatih Tepebaşılı s.43,44) Bu tanımın tümünden yararlanmaya bile gerek görmeden sadece ‘gerçeğe uyan hakikidir’ yargısını, ele alsak kafidir. Gerçeğe uygunluk ise bilginin nesnesiyle uygunluğunu gerektirecektir. Fakat çağımız illüzyon çağı ve gerçeğin bin bir sunumu var. Bu anlamda bilgi ve nesnesi sarih değilse; parçalanmış, çarpıtılmış ve birbirine yabancılaştırılmışsa durum epey karışacaktır. Post-truth kavramı bağlamında tartışacağımız önemli konulardan biri de sanırım gerçeğin sunum biçimleri ve bu bağlamda sanatın bu sunuştaki işlevidir.

“Gerçeklik-doğruluk sonrası” olarak çevirebileceğimiz, post-truth terimini, çağdaş bağlamında kullanan ilk kişi Sırp asıllı Amerikan oyun yazarı Steve Tesich’ti. Baba Bush ile başlayan siyaset etme biçimi için kullanmıştı. Bu terim 2004’te Ralph Keyes, “The Truth Post” (Gerçek Sonrası Çağ) kitabının başlığında yeniden ortaya çıktı. Terim, gerçeğin, artık anlam değerini, ağırlığını ve işlevini kaybettiği; insanların gerçekleri duyma ve ona dair ilgileri konusunda duyarsızlaştıkları ve gerçeğin değer yargılarına dair anlamsal kodlanışta, gerçek dışı olan karşısında mevzi kaybettiği ve geri çekildiği gibi anlam ilgileriyle kullanılır oldu. Gerçeğin anlamsal değerini, gerek ahlaki-etik gerek hukuksal ve gerek toplumsal, politik ilişkiler ağında yitirişi; yeni bir dünya, yeni bir düzen ve yeni bir insanlık düzeyi demek olmalı. Çünkü insanlık tarihi boyunca dinler, ahlaki sistemler, felsefi düşünceler ve bizzat tarihin kendisi, spekülatif düzlemde olsun sürekli ve bıkmadan “gerçeğin-doğrunun” peşinde olduğu bir çizgide gelişti. En azından algı böyleydi ve algı, çoğu zaman gerçeğin yerini tuttuğundan, “gerçek” bu anlamda dokunulmazlığı olan önemli bir mevkideydi. Kimse kolay kolay açıktan ona karşı savaş açmaz veya ona duyarsız davranamazdı. Gerçi bugün de kavramsal olarak ‘gerçeğe’ karşı çıkan yok ama gerçeklik arayışının manasızlaştığı ve gerçekliğe dair kiplerin ortadan kaybolduğu bir durum var demek, daha doğru, sanırım. Fakat belki de bütün bu retorik bir yanılsamaya dayanıyordu ve sürekli gerçeği aradığını söyleyen filozoflar da yalan söylüyordu. Belki de tarih, yalanların evrimiydi. Filozofların Tanrı’nın mezarına ektiği çiçekler, yetimlerini besleyecek meyve üretmez, derler. Tevekkeli değil, hakikat arayışı adına edilen onca söz bir şeye yaramamış ve gerçeklik zemini söylemsel düzeyde dahi büsbütün yitirilmenin eşiğinde. Ve geldiğimiz noktada, Nietzsche’nin savladığı gibi Tanrı öldüyse ve Baudrillard’ın iddia ettiği gibi gerçek, geri dönüşü olmayacak denli kirlenmişse, Fukuyama’nın tespitindeki gibi olmasa da belki de tarihin sonu gerçekten gelmiştir. Bu son, daha çok insanın kendi anlamsal arayışı ve ahlaki gelişimi konusunda kendi sınırlarının ve kendini deneyimlemenin sonuna geldiği ve farklı biçimde bir gerileme fiili içine girdiği anlamında doğrudur.

Gerçeklik-sonrasının davranış biçimleri, anlamsal kodları ne türde ortaya çıkmaktadır, sorusu, türlü cevaplardan oluşsa da durmadan değişen dinamik bir durumdan söz edildiği unutulmamalıdır. Gerçeklerin birden bire ortadan kaybolduğu, önemsizleştiği veya insanların aniden gerçeklere kayıtsız kaldığı türündeki bir yaklaşım doğru olmayacağı için, bütün bunlara yol açan sebepler, gelişim aşamaları ve izleri üzerinde durmak gerekir. Tam olarak tarif etmek müşkül olsa da yine de en bariz görünüm biçimlerinden söz edilebilir tabi ki: Post-kapitalizmin yeni ekonomik düzeninde ve teknolojinin marifetiyle birey ve toplum geniş sosyal mekânlardan çekilir; ev, oda denilen dar hücrelerin içine hapsolur ve gerçek olaylarla karşılaşmaları görünür ve şahit olmaktan çıkar, birey böylece gerçeğe sadece dil-söylem üzerinden ulaşır ve gerçeği o boyutta kavrar. Bu da gerçekliğin, dilde çözülmesine, ne türde olursa olsun fikrin kendisinin “gerçek” e dönüşmesine neden olur. Bu durumun kendisi büyük bir pazara dönüşür ve güçlü ikna ve algı mekanizmaları, araçları devreye girer. Bu merkezler tarafından ustalıkla söylem ve nesnesi arasındaki hiyerarşi tersine çevrilir. Gerçeğin ihmal edilişi, gittikçe kanıksanır ve hakikat pragmatik dilin keyfiyetine kalır. Hakikate ait bütün direnç alanları, sofistlerin açtığı “ İnsan her şeyin ölçüsüdür.” görecelik kapısından dışarı, ‘boşluk ve keyfiliğin’ alanına dökülür. Birey ve toplum, “gerçek ve gerçek dışı” olana dair ölçülerin artık geçerli olmadığı, kendinden menkul bir algısal boyutta her şeyi birbirine karıştırabilir, sersemler ve yön duygusu kaybolur. Artık bütün iletilerde mesaj kendine odaklandığı için, kişinin güvenilir referanslara ihtiyacı kalmaz ve kendini bu bağlılıktan kurtarır. Kişi ve toplum gerçekliğin güvencesinden kurtulduğunda, hakikate dair söylemin gücü de kaybolur, onun yerine gücün söylemi hakikat olarak ikame edilir. Medya ve sosyal ağ tekelleri bu hakikat sonrası dönemin baş aktörlerinin şövalyeleridir, onlar adına keşfe, fethe ve savaşa katılır; kitlelerin zihin ve duygu alanlarında cenk eder, onları yenilgiden yenilgiye sürüklerler. Yenilenlerin en büyük kaybı gerçeklik kaybıdır. Kalabalıklar, o denli takatsiz düşmüşlerdir ki artık gerçek ile yalan arasındaki basit ayrımları dahi umursamayan, gerçeğin yerine en akla aykırı saçmalıkları tanıyan yalan denekleri olmuş çıkmışlardır. Bunu umursayanlar ise George Orwel’in romanlarında betimlediği dünyanın kurbanlarının akıbetine benzer bir akıbete uğramaktan kurtulamazlar. Ancak iş bu fiziki boyutlu eziyeti de aşacak sinsilikte ilerlediği için, Arendt’in işaret ettiği gibi ideolojiler, dinler ve kapitalist çıkar gruplarının söylemi hakikatin yerine geçer ve daha kötü şeyler olur. Ayrıca gerçeğin karşı karşıya olduğu tehlike sadece yalın anlamda gerçek dışı ya da yalan olan değildir. Asıl tehlike gerçeğe kayıtsızlıktır. Çünkü gerçek algısal boyutta dahi fikir ve tavır düzenleyici bir işleve sahiptir. Gerçek yıkıcıların asıl başarısı bu olsa gerek: Sinsi ve iyi kurgulanmış bir sinizm.

Modernizm olgusunun ve dijital çağ kapitalizminin siyasal, ekonomik, kültürel ve sosyal düzenlenişi yeniden kodladığı; bireyin özel yaşamını ve sosyal grupların görünürlüklerini, kamusal alan paylaşımlarını ciddi boyutta sınırlandırdığı, dar veya sanal mekânlara dönüştürdüğü yeni yaşam biçimlerinde gerçeklik sonrası kavramı farklı içeriklerde ele alınmalıdır. Zira durmadan değişen, dinamik veriler ve gerçeklikler ortaya çıkmaktadır. Bahsettiğimiz değişimler; özel ve kamusal yaşamı doğaya yabancılaşmış, sentetik kurgu alanlarına icbar ederek kendisi ve doğasına uygun anlamlar ürettiği tanınmış doğal nesneler dünyasından uzaklaştırmıştır. Birey ve topluluklar kendisi için gerekli olan günlük, doğal karşılaşmalardan mahrum edilmiş; başkaları tarafından görülmeye, tanınmaya, ölçülüp değerlendirilmeye açık deneyimlerden uzaklaşmışlardır. Birlikte görüp duymaktan oluşan gerçekliklerden de mahrum kalınmıştır böylece. Birey ve gruplar, ortak nesnelerle bağ kurmaktan, birbirleriyle, başkalarıyla kalıcı ilişkiler kurma ihtimalinden de soyutlanmışlardır. Arendt’in deyişiyle bu yoksunluk “başkalarının yoksunluğudur” ve bu çeşit azalma ve temassızlık da yok olmak gibidir. Oysa varoluşumuzun kanıtı, biraz da gördüğümüzü gören, duyduğumuzu duyan, dünyanın gerçekliğini ve kendimizi güvence altına almamızı sağlayan başkalarının varlığıyla ilgilidir. Sinsi bir gizliliğe mahkûm edilmiş, kimsenin kimseyi göremediği, bakmamıza izin verilen körlüklerin failleri olarak birbirimiz için sanal kişiler olmuşuzdur artık. Ancak bu yeni bir çağ ve bu çağın bütün bunları içselleştirmiş yeni bir insan tipolojisi var.

Bu çağın makbul insanı, homo politicus’un yerine ortaya çıkan homo economicus’tur. Tümüyle ben merkezli ve ereksiz, ufuksuz bir yaşam algısı içinde durmadan çalışmaya ve tüketmeye programlanmış gibidir. Ahlaki, kültürel ve sosyal doku geçmişin dayanışmacı, paylaşımcı niteliğinden kopup egosantrik bir tekil merkezciliğe sapar. Sonuç itibariyle geçmişin ahlâki öznesi, ihtiyaç fazlasını ihtiyacı olanlarla pay ederken, yeni düzenin programladığı homo economicus bu fazlalıkları, belki de hiç kavuşamayacağı muhayyel bir hayat uğruna muhtemel ticari girişimler için biriktirmekle meşgul olur. Homo economicus; salt kendi faydalarını gözeten, bakış merceğine yerleştiren ve yalnızca kendi çıkarlarına bakan biri olarak bencillikle inşa ettiği kafesine tek başına kapanır. Seçenekler arasında, kendisi için beklenen en yüksek faydaya sahip şıkkı işaretleyerek tevazu ve kanaate kapılarını kapar. Kendisine dönük yaşaması onu özgün ve özerk bir bireye dönüştürmez, aksine bu yeni insan, tekil bireyliğinde değil, tümel uyumluluğunda hızla çoğalır. “Kâr-arzulayan makine-nihilizm” terimleriyle belirginleşen bir dekadansın başkarakteri, olup çıkmıştır. Çevresindeki her şeye, sosyal bağlarına ve hatta gönül ilişkilerine ekonomik değer gözlüğüyle bakmaktan kendini kurtaramayan homo economicusun kendisi de bu bakışın bir nesnesi olarak ekonomik bir değer olmaktan kurtulamaz. Zira Foucault’ya göre özneler, neoliberalist dünyada kendilerini bir yatırım olarak görme eğilimine kapılmışlardır. Bu eğilim en yakın çevresinden uzak ilişkilerine dek doğasına uygun bir dil ve anlam ağıyla desteklenir. Birey, ileriye dönük bir ekonomik yatırım olarak pragmatik bilginin sığlığına icbar edilir ve tüm hareket ve duyguları bu arzuya dönük olarak sıkı bir denetime tabi kılınır. Bu durum, bireyin, duygusal ve düşünsel derinlik ve kabiliyetten uzak, yüzeysel yaşam algısını besler. Gerçeklik ve hakikat de bu sığlıkta uygun yerleşim ve yön imkânı bulamaz, belli ve sağlam anlam ilişkileri, kodlar oluşmadan hızla dağılışa, parçalanmaya uğrar. İnsanın bir kapital değer olarak yapılandırılması, onun artık başarı ve başarısızlıklarıyla bütünüyle kendisinden sorumlu olduğu, bizzat kendisinin bir sermaye olarak işlevini yitirmesi sonucunda tamamiyle ‘piyasadan’ çekilmek zorunda kalacağı anlamına gelir. Ekonomik bir değer olarak kendini arz edemeyen ve talebe dönüşemeyen her birey, başarısızlık yaftasıyla baş edemez ve bunalıma sürüklenir. Çünkü mevcut sorunlarla baş edecek ne geniş bir ufka ne de manevi birikime sahiptir artık. Aşkınlıktan yoksun bu yeni insan tipinin yükselmesiyle gerçek manada anlamsal değerler ve gerçeğe bağlılık oluşturulamaz.

Gerçeklik sonrası’nın popülizmi bireyi kendi olmaya, kendini inşa etmeye davet eder. Fakat bu daha çok ‘kendine olmak’ şeklinde ilerleyen bir süreçtir. Her şey, kendine olana göreyse hiçbir ortak değer yoktur. Ne din ne ideoloji ne ahlaki tutumlar, teamüller, gelenekler ne de üzerinde uzlaşılmış ortak çıkarlar vardır. Paylaşacak bir şey kalmamıştır artık. Çünkü bütün bunları ‘kendine olma’ ya yontan, ona göre seçip alan ve sadece kendine ait olana tabi kılan bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. Gerçeklik fikrinin, bu gerçeklikten ortak bir dünya kurmanın olanağının kalmadığı minimize olmuş tekil dünyalar vardır. Herkesin kendini bir şekilde içinde var kıldığı ortak bir hikâye kalmadığı için kendini en hastalıklı sabitliğine çivileyen ve değer inşa edemeyen, otonom teknik Gregor Samsa’lar yalnız, yabancı ve korku içinde yaşamlarının son bulmasını bekliyor durumda olurlar. Sadece duygusal ego’larını çalıştıran gerçeklik sonrası insanı için can yakan, ruh sıkan ‘gerçekler’in görülmesi de bir sorundur. Bunlara dair sorumluluk taşımak niyetinde olmadığı için bu tür gerçekliğin dayanılmaz boyutundan çıkar ve sadece duygusal gerçekliğin boyutlarında hareket eder. Çünkü duygunun kendisi gerçek veya yalanın alanına girmez ve bu durumda gerçeklik istediği gibi biçim ve içerik değiştirir. Asıl hakikat-var olanın hakikati, duygusal ve seçili hakikatin içinde eritilir ve yok edilir. Bu anlamda duygularını ve sözlerini geçerli ve yaygın bir hakikate uygun hale getirmek de pek sorun teşkil etmez ve üstelik bir hayli işe de yarar. Hakikate dair tutumunu hakikati doğrulama veya doğrulamama sorumluluğundan azade edince hakikat, gerçeğe kayıtsızlık tarafından bertaraf edilir.

Homo Sapiens ve Homo Deus’un yazarı, Hairiri gerçekliğin ihlal edilişinin yaygın olarak 21. Yüzyıla ait bir fiil olduğunu düşünüyor ve bunun da teknolojik gelişmelerle ilişkisini kuruyor. Teknolojinin, gelişmiş kitle iletişim araçlarının gerçeklikleri, siyaseti, olguları bireysel olarak önyargılar ve yerleşik kanaatlere göre uyarlama-değiştirme imkânı verdiğini; her bireyin kendi öznelliğini gerçeğe dair hikâyelerin içine zerk ettiğini düşünüyor. Kendi ve benzerlerinin önyargıları ve kanaatlerini pekiştirmek amaçlı bu fiillerin demokratik sistemi içeriden delmek için de kullanıldığını iddia ediyor. Filozof Lee McIntyre de insanların aslında gerçekleri reddetmediğini ama bunun yerine gerçeklere, kişisel önyargılar ve öznel perspektifler karşısında boyun eğdirildiğini iddia ediyor. Kimi filozoflara göre de gerçeklik karşısında yalan her zaman vardı ve bu her zaman politikacıların bir silahı oldu ama bugün değişen şey, insanların buna cevabıdır. Bazı düşünürlere göre de gerçeğe ve doğruya dair bu tepkisizlik, yüzyıllardır görmediğimiz bir oranda epistemolojik bir gizlilik ve belirsizlik tehlikesi yaratmıştır. Bu belirsizliğe dair tartışmalarda çoğulcu gerçeklik kavramı da gündeme gelir. Kimi düşünürlere göre de tek gerçeklik yoktur. Gerçeklik fonksiyoneldir ve farklı boyutlarda ortaya çıkabilir. Nesnel gerçekliğin boşluklarını dolduran ahlaki, pragmatik, pratik gerçekler de gerçekliğin birer parçasıdır. Fakat bütün bu tartışmalar da olguya dayalı nesnel gerçeğin aşınmasına, kaybına zemin olmaktadırlar. Arendt, bu noktada bulanıklaştırmaya dikkat çekiyor ve gerçeğe dayalı doğruluk ile kişisel görüş arasındaki ayrıma işaret ediyor.

Gerçeklik sonrası çağ ile ilgili tartışmalardan biri de bu çağın hız çağı olması. Hız’ın geçmiş, şimdi ve gelecek üzerinde yarattığı anlamsal tahribat ve zamanın bütünselliğine dair dokunun bozulmasıdır. Geçmiş, kadim referansların alanı olarak tecrübe ve bilgi aktarımı sağlayarak şimdinin daha iyi ve doğru okunmasına, işlenmesine yardımcı olurdu. Gelecek ise her ikisinin sağladığı bir prejeksiyonla aydınlatılırdı. Zaman daha çok, yekpare algılanır ve işlenirdi. Oysa hız çağı buna izin vermeyecek denli kaygan bir zeminde ilerliyor. Geçmiş sabit referans bildirim alanı olmaktan çıkmış, şimdi ise geçici fiillerin yüzeysel alanı olarak ağırlığını kaybetmiş ve dolayısıyla gelecek bir tasarım fiili olarak akamete uğramıştır. Bütün bunların sibernetik bilgi teknolojisinin yarattığı olanaklar ve yeni gerçeklik sonrası kapitalizminin işleyişiyle ilgili olduğu vakıadır. Bilgi ve teknoloji çağında kadim referanslar artık bir anlam zemini değildir, bilgi içeren sonsuz veri saniyeler içinde akmaktadır ve gerçek de o akışın hızına uymaya çalışmaktadır. Ayrıca herkesin farklı türde sayısız bilgiye erişebildiği bir olanaklar âleminde kimse ‘gerçeği belirleme’ tekelinin birilerine, bir yere ait varlığını kabul etmemektedir ve onlara dair inanç krizleri içinde olmak için de birçok nedeni vardır. Zira sahte hakikat satıcıları için de bu pazarda iş vardır. Çok sayıda yalan haber, dezenformasyon ve hayali haberler mevcuttur bu pazarda. Bu durumda sanal düzlemde akan gerçeklerle ilgili olgulara doğrudan ulaşma şansımız yoksa ‘gerçek’ denilen, neden bizim bildiğimiz ve inandığımız şey olmasın?.. Gerçek anlamda hakiki haber ve bilginin peşinde olanların bu keşmekeşin içinden sıyrılıp kendilerine dair güven telkin etmeleri oldukça zordur

Hakikat sonrası çağın yapılanmasında, gerçeğin, belki de bir tek hakiki gerçeğin olmadığı anlamında, zemin yitirişinde postmodern düşünürlerin ve düşünce sistemlerinin de etkisi olmuştur, mutlaka. Jean-François Lyotard, Michel Foucault, Jacques Derrida, Jean Baudrillard, Gilles Deleuze ve Félix Guattari gibi filozofların, tek bir nesnel gerçekliğin olmadığı, öznel ve göreceli gerçeklerin olduğu, tek bir gerçek bilimsel teori ve tek bir meta-anlatı olmadığı yönündeki fikirleri, gerçeklere dair tutumu tahrip etmiştir. Post-yapısalcılık, yapı bozma, sosyal yapıcılık gibi kuramların; mimari, edebiyat, dil, sanat, sosyoloji gibi birçok alanda geliştirdiği söylemin gerçeğin algılanışında etkisi olmuştur. Örneğin Fransız filozof Jacques Derrida’nın yapısökümcü teorisinde işlediği gibi, hiçbir metnin tek bir anlamı veya yorumunun olmadığı, aynı metnin, hiçbiri diğerinden öncelikli olmayan, çeşitli şekillerde yorumlanabileceği türündeki yaklaşımlarının ‘tek bir nesnel anlam’ klişesini bozduğu gibi. Bu bakış açısının bütün alanlara uygulandığını düşündüğümüzde nesnel gerçeğin ne tür bir saldırı altında var olmaya çalıştığını hayal edebiliriz. Aslında postmodern düşünürler açısından mesele, tek bir nesnel gerçeklik anlatısının, gerçekliği bütünüyle anlatmaya yetmediği meselesiydi. Ancak bu yeni yaklaşım böyle anlaşılmadı ve aslında gerçek denilenin olmayabileceği veya sayısız gerçek arasından herhangi biri olarak çok da önemsenmeyebileceği mealindeki bir algı biçimi içine yerleşti.

Bütün bu gelişmeler veya göstergeler ışığında kötücül bir kehanette bulunarak diyebiliriz ki gerçeğin, gözümüzün önünde eriyişi, gerçeğe dair değer yargısı olanlar için azap verici, fakat “gerçeklik” algısı hiç oluşamamış ya da güdük kalmış nesiller için bunun azap verici dahi olamayacağı, daha korkutucu bir çağın başlangıcındayız. Bu anlamda 21. yüzyıl, teknolojinin, medyanın bilinçli ve kasıtlı bir yanıltma aracı olarak iş görmesiyle sadece çağ seçkinlerinin hayat bulduğu; yoksulların, kaybedenlerin, büyük kitlelerin karanlık bir çukura süpürüldüğü bir çağ olacak gibi görünmektedir. Zira büyük kapitalist tekellerin, despotik iktidar aygıtlarının, büyük medya holdinglerinin bulundukları yüksek mevkilerin kontrol odalarından, zavallı kitleleri, ileri teknoloji ürünü kameralarıyla, bir denek hayvanını izlemenin soğukkanlı tavrıyla izledikleri bu yeniçağda, hakikat arayıcısı, bir Mesih kadar yalnız ve korunaksızdır. Tıpkı bir Mesih gibi hakikati saklı olduğu yerlerde aramayacak, yeniden inşa etmek zorunda kalacaktır. Çünkü bildiğimiz anlamlarıyla hakikat, onu kuran dil ile birlikte büyük oranda yitmiş gibidir.