Roman, klasik tanımlamasını modern felsefenin özne kategorisine borçludur: kısaca söylersek bir romandan bize öznenin oluşum sürecini serimlemesini bekleriz. Özne, olayın öncesinde hazır halde yoktur, bir malzeme olarak, bir örüntü olarak vardır. Olaylar bu malzemeyi işler ve o örüntüyü beden bulmuş bir faile dönüştürür. Bu anlamda, romanesk örnekleri Roma’ya kadar götürebilmekle birlikte esas itibariyle Hıristiyan bir dünya yorumunun sonucu sayılabilir. Burjuva sınıfının yükselişiyle ortaklık yaratabilmiş olmasını ise, birey/fail kategorisinin bu sınıfın dünya görüşüyle uyumlu olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Son kertede, Locke ile beraber özel mülkiyetin doğal bir hak olduğunu vaaz eden burjuvazi, kendi özgür siyasal faaliyetini bulduğu Fransa topraklarındaki öyküsünü, tüm çeşitliliğiyle yansıtmak üzere Hugo’yu, Balzac’ı ve sonrasında Stendhal ve Flaubert’i doğuracaktır.

Böyle bakıldığında, proleter romandan bahsetmek mümkün görünmüyor, son kertede proleterya birey/fail fikrinin altını oyacak olan sınıf. Marx’ın deyimiyle söylersek “sınıfları ortadan kaldıracak” sınıf. Bir de ufak, ancak önemli bir ek, bu jestle beraber “kendisini de ortadan kaldıracak” olan sınıf. Yani proleterya, en geniş anlamıyla sınıflı toplum yapısını bitirme potansiyeliyle malul. Dolayısıyla, kültürle olan ilişkisi her zaman dolayımlanmış bir düzlemde.

Buraya ufak bir virgül, edebiyat meselesine ise uzun soluklu bir yer ayırmak üzere. Romanın klasik misyonunun bu olarak belirlendiğini kabul etmekle birlikte, özne kategorisini reddederek roman yazma çalışmaları, dil olgusuna odaklanmak üzerinden kendisini gösterdi. Bu şizoid edebiyat türü, felsefe için verimli bir çalışma alanı açsa da, edebiyat formu olarak biçimciydi. Yalnız, buraya bir ayraç koymak gerek. Biçimcilikler arasına ayrım koymak adına.

Bütünlükten yoksun, deneyim yumaklarını serimleyen bulmacavari bir biçimcilikle, biçimsel olarak, kısacası aynı olayları anlatım biçimiyle farklı bir sınıfın faaliyet alanına sokan biçimselliği ayırmak gerek. İlki parodi ve pastişten beslenirken ve tekerrürü yapay ve üretken olmayan bir düzeyde ima ederken, ikincisi şaka ve kolajdan beslenir ve olayları yaratıcı ve ihtimalleri içerisinde düşünmemizi sağlar.

Bu kabaca modern deneysellik ile postmodern edebiyat kuramları arasına koyduğum bir ayrım gibi görülebilir. Ancak sorumuzu sormaya devam edelim, proleter edebiyatı mümkün mü?

New york’ta 1930larda proleterlerin hikayesini anlattığı iddiasındaki pek çok işçi sınıfı kökenli yazar, Gertrude Stein’ın da iteklemesiyle “proleter edebiyatı yapıyoruz” nidalarıyla sahneye fırlatılmıştı. Birkaç istisna dışında hemen bütün Marksist yayınlar bu girişime burun kıvırmış, yazılanların en temel imla ve gramer kurallarına bile uymadığını söyleyerek akımı “lümpen edebiyatı” olarak damgalamıştı. Yazarların tek savunusu ise kendilerin “işçi” olduğu ve işçi sınıfını en iyi kendilerinin tanıyacağıydı. Kısacası proleter bir sınıfsal kategoriden öte, bir çeşit “kimlik” olarak ele alınıyordu bu yazarlar nezdinde.

Aslında ABD karasularındaki bu çaba, Sovyetler Birliğinin benzer bulandırmalarından farksızdı. Tek fark, eğitimli işçi sınıfının zafer öykülerini imla ve gramer hataları yapmadan, temiz bir Rusçayla aktarmasıydı. Hakikat açısından, olay örüntüsü açısından bakıldığındaysa yine bir o kadar başarısız sayılabilirdiler. Kısacası, roman denen burjuva formunu taklit eden bir işçi sınıfı, “bizim de bir edebiyatımız var” propagandasının ajanı olmaktan öteye gidememişti.

Bu açıdan bakıldığında Kerouac’taki yapmacık sokak özentisi, Şolohov’daki zorlama işçi sertliği ve ağzı bozukluğuyla örtüşür. Bunun sebebi sokakların ve işçi sınıfının bu sözcükleri sarfetmiyor olması değildir. Bu sözcükleri “bu biçimde” sarfetmiyor olmasıdır. Kısacası algılanan dünyada, dikizlenen gerçeklik noktasında bir sorun yoktur, ama kitapta bu gözlemler durduğu gibi durmamaktadır. Bahtin’in aforoz edilmesi boşuna değildir.

Bu anlamda proleter bir edebiyat, rüy-u zeminden güneşe yol alan bir aydınlanma eğrisi çizer. Enternasyonalizmin billurlaşma anı budur. Şekilsel jestleri önceden soyutlanmış bir “yeni insan”a giydirmek de, duygusal muğlaklıkları edebi olmayan biçimciliklerle oynaşmaya bırakmak da aynı şey. Son kertede, karakter çizen edebiyatla stereotiplerle iş gören yazını ayırmak gerekir.