Ramon Sender, Körfez Yöresi elektronik müzik ekolünün yaratıcılarından biri. San Francisco Teyp Müziği Merkezi’nin de kurucularından. 1960’larda San Francisco yeni bir kültürün yuvası olmuş, her zaman yeniliklere açık bir olan şehir o günlerde yeni bir dönemin de başladığı mekâna dönüşmüştü. Sender şehirdeki bu iklimin de yaratıcılarından.

Geçtiğimiz yıl Kasım ayında kendisiyle uzun süredir yaşadığı ve müziğini yarattığı San Francisco’da uzun bir söyleşi yaptım. Söyleşi yapma talebimi ilettiğimde nezaketle kabul etti ve hafta sonu sabah saatleri için randevu verdi. Söyleşi Sender’ın şehrin Noa Valley yöresindeki evinde gerçekleşti. Sonuçta uzun bir söyleşi ortaya çıktı.

Sender avangard bir besteci olmanın yanısıra ressam ve romancı kimliğiyle de biliniyor. Fakat aşağıdaki söyleşi onun müzik evreniyle sınırlı. Onu roman ve resimleriyle ilgili sorularımla yormaktan kaçındım. Yeterince uzun süren söyleşiyi daha fazla uzatmak da istemedim.

Deneysel müziğin bu önemli yaratıcısıyla tanışmaktan büyük bir memnuniyet, onun sorularıma verdiği cevapları dinlerken büyük bir heyecan duyduğumu özellikle belirtmek isterim.

Halil Turhanlı -Eğer sizin için sakıncası yoksa İspanya’daki çocukluk günlerinizden başlamak istiyorum. Sakıncası yoksa diyorum, çünkü orada hayli travmatik ve trajik bir çocukluk yaşamışsınız Böyle bir çocukluk dönemine dair soru sormak zor. Ama kuşkusuz sizin açınızdan cevaplamak daha da zor. Hatırlamak ve konuşmak istemeyebilirsiniz. Anneniz konser piyanistiymiş. Babanız ise gazeteci ve romancı. İç savaşta çok kararlı ve ilkeli bir biçimde cumhuriyetçileri desteklemiş.

Ramon Sender– Evet, annem konser piyanistiydi. Portekiz sınırı yakınlarında bir kasabada, ,Zamora’da doğmuştu. Eski, tarihi bir kasabadır. Babam Pireneler’deki bir köyde dünyaya gelmiş. Genç yaşta evden kaçarak Madrid’e gitmiş. Orada gazeteciliğe başlamış. Dediğin gibi, aynı zamanda romancıydı. Annemle tanıştıklarında hem gazeteci, hem romancı olarak isim yapmış biriymiş. Cumhuriyetçiden çok bir anarşistti. Yaklaşık iki yıl komünistti, sonra düş kırıklığına uğrayınca anarşizmi seçti. Elbette iç savaşta cumhuriyetçileri destekliyordu. İspanyol İç Savaşı’nın tarihi konusunda yazılmış en iyi kitap İngiliz tarihçi Helen Graham tarafından kaleme alınmıştır. İspanyol İç Savaşı’nın Tarihi: Kısa Bir Giriş başlığını taşır Gerçekten kısadır , ama her şeyi açıklayan çok iyi bir tarih çalışmasıdır

Dünyanın dört bir yanından yazarlar, sanatçılar İspanya’nın yolunu tutarak cumhuriyetçileri desteklemişler. W.H Auden, Stephen Spender, George Orwell… Cephede ön saflarda çarpışmamış olsalar da cumhuriyetçilere destek vermişler.

Evet aynen dediğin gibi. Öyle bir seçim yaptıklarında çok da genç yaştaydılar.

İnsanlar bu tür soylu seçimleri zaten genç yaşlarında yapıyorlar Tekrar sizin çocukluğunuza dönebilir miyiz? İç savaşa ve çocukluk anılarınıza…

Çok küçüktüm. İspanya’ya ancak orayı terk ettikten otuz beş yıl sonra gittim. Hatırlayabildiğim sadece belirli kokular, belirli bazı sesler. Hepsi bir sisin içinden çıkıp bana ulaşıyorlardı. Görsel olarak hatırlayabildiğim bir şey yoktu. Gözlerimin önüne hiçbir şey, hiçbir imge gelmiyordu.

Fotograf: Halil Turhanlı

İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın anılarını okumuştum. İç Savaş sırasında o da küçük bir çocukmuş. Falanjistler ilerledikçe pek çok ailenin yaptığı gibi geri çekiliyor, sık aralıklarla başka kasabalara göç etmek zorunda kalıyor, bu arada aileler çocukların eğitimi kesintisiz sürdürmeleri için ellerinden geleni yapıyorlarmış. Bir gün yeni geldikleri bir kasabanın yaşları ne olursa olsun bütün çocukların toplandıkları tek sınıfına girmiş. Sınıfa girer girmez dikkatini kendinden en az bir-iki yaş küçük olduğu belli olan sarı saçlı bir kız çocuğu çekmiş. Ders boyunca o güzel kız çocuğuna göz ucuyla bakmış. Derken Falanjist hava kuvvetlerine ait uçaklarının sesleri duyulmuş. Öğretmen bütün çocuklara sıraların altına girmelerini söylemiş, çocuklar da öyle yapmışlar. Ama bombalar oldukça yakınlarına düşmüş, sınıfın bir duvarı da yıkılmış. Nelerden sonra sıraların altından kalktıklarında Saura’nın gözleri ilk iş olarak o sarı saçlı kız çocuğunu aramış, ama tek bir çocuk yıkılan duvarın altında kalmış. O da Saura’nın dikkatini çeken sarı saçlı kızmış. Öğretmen onun cansız bedenini çocukların da yardımıyla yıkılmış duvarın altından çıkarmış. Saura bu trajik anısını “ faşizm denildiğinde uzun yıllar benim aklıma güzel kız çocuklarını öldüren kötü insanlar geliyordu “ sözüyle noktalıyordu. Bu da iç savaştan bir başka trajik anı. İsterseniz sizinkine dönelim.

Carlos Saura ile İspanya’ya üçüncü gidişimde tanıştım. Onun annemin ve babamın iç savaşta yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı bir senaryo var. Bana “eğer annen hakkında yazmış olduğun özyaşamsal kitabın Zamora’da Ölüm’ü senaryoyu yazmadan önce okumuş olsaydım senaryoyu o kitaba göre yazardım” demişti. Senaryoya “ Işıkları Söndür “ başlığını koymuştu. Bu iç savaş sırasında Falanjistlerin hava saldırıları karşısında sık sözlenen bir sözdü. “ Işıkları söndür, ışıkları söndür”. Uçakların sesi duyulduğunda böyle söyleniyordu. Sanırım Saura’nın senaryosu filme dönüşmedi. Yazılı metin olarak kaldı.

İç savaşın aileniz üzerindeki ağır etkisi hakkında sizden biraz daha bilgi alabilir miyim?

Çok küçüktüm, çok az hatırlıyorum. Hatırladıklarım ancak bana sonradan anlatılanlarla birleştiğinde tamamlanabiliyor.1936 Temmuz’unda Falanjist isyan başladığında biz dağlarda küçük bir kasabada yaz tatilindeydik. Radyo vardı, radyoyu dinliyorduk. Generalin ve aşırı sağcı subayların ayaklanmasını radyodan duyduk. Babam “ Bu çok ciddi bir şey “ dedi. Birkaç gün sonra aşırı sağcı generali destekleyen kötü niyetli ve silahlı insanlar kaldığımız kasabaya geldiler. Esasında babam anonim olmaya dikkat ediyordu, çünkü kasaba genelde aşırı dindar, sağ görüşlü insanlardan oluşuyordu. Babam aranan diğer arkadaşlarıyla birlikte yaz tatili için geldiğimiz bu kasabadan ayrılmaya, dağları aşarak güneye gitmeye karar verdi. Giderken anneme “ Durum daha da ciddileşirse sizler de doğup büyüdüğün yere, Zamora’ya dönersiniz “ dedi. Babamın ayrılmasından sadece birkaç saat sonra asi generalin iki bin kişilik askeri kuvveti kasabaya geldi. Bütün sivilleri bir sanatoryumda topladılar. Ertesi gün daha kuzeyde boş bir eve yerleştirildik. Bu arada durum kötüleşiyor, çatışmalar yoğunlaşıyordu. Annem beni ve kızkardeşimi Zamora’ya geri götürmeye karar verdi. Yoğun hava bombardımanından dolayı trenler sadece gece işliyordu. Zamora’ya giderken yarı yolda bizi Medina del Campo denilen kasabada durdular. Annem düşman hattını ihlal ettiği için tutuklanmıştı. Ama biz Zamora’ya doğru yola devam ettik. Zamora’da akrabalarımız vardı. Fakat oraya vardığımızda annemin iki erkek kardeşinin hapiste olduğu haberini aldık. Ailenin işlettiği kafe kapanmıştı, daha doğrusu siviller tarafından toplanma yeri olarak kullanılıyordu. Kısacası, Zamora’ya dönmek iyi bir fikir değildi.

İspanya’dan ne zaman ayrıldınız?

Annem tutuklandıktan sonra İspanya’da bir köyde yaşayan teyzelerimden biri beni ve kız kardeşimi yanına aldı. Bu arada babam annenim tutuklanıp ardından öldürülmesinden sonra çok üzüntülü birkaç ay geçirdi. Kendini toparladığında Fransa’ya geçmenin en iyi yol olduğuna karar verdi Fransa’ya giderek Fransız Kızılhaç’ına başvurdu. Bu arada Guernica eski belediye başkanının kızı olan çok alımlı bir kadınla tanıştık. O da bizi komünist kumandan Enrique Lister ile tanıştırdı. Onunla Barcelona’ya gittik. Lister iç savaşta başarılar göstermiş bir kumandandı, ancak sonradan onu suçlayanlar da oldu, Onu ateş hattından firar etmekle, korkaklıkla suçladılar. Bir süre öncesine kadar kahraman olarak görülen Lister bir anda herkesin dışladığı bir insan olmuştu. Babam Fransa’dan Barcelona’ya yanımıza döndükten sonra esaslı bir çözüm arıyordu. Her şeyi göze alarak bizi Pireneler üzerinden Fransa’ya götürdü. Orada bir süre kaldık ., 1939 yılına Mart ayına kadar. Fransa’dayken babamın yeni eşi doğum yaptı. Babamın ikinci eşinden olan erkek kardeşim Fransa’da doğdu.

Birleşik Devletler’e geldiğinizde doğrudan San Francisco’ya yerleşmemişsiniz Önce bir süre Doğu Yakası’nda, New York’da yaşamışsınız…

Cumhuriyetçi hükümet tanıtım yapması için babamı 1937 yılında iki yazarla birlikte ABD’lerine göndermişti. ABD’ye ilk gelişi böyle olmuştu. Beni ve kız kardeşimi önce Fransa’ya götürdü, para ödünç aldı. Falanjistler’in savaşı kazanmasından sadece bir ay önce New York’a ayak bastık. Babam İspanyol İç Savaşı mültecilerine yardım eden bir örgüte başvurdu. İspanyol Mültecilere Yardım Bürosu adlı bu örgütte çalışan bir kadın bizim sağlıklı çocuklar olmadığımızı, kırda yaşamanın sağlıklı büyüyebilmemiz açısından daha uygun olacağını düşündü. Şehir dışında kırsalda yaşayan ve çocuğu olmayan bir arkadaşı varmış, Julia Davis. O bizi gelip gördü. İspanyolca bilmediği için ancak İspanyolca konuşan bir dadı buluncaya kadar, yani beş-altı haftalık bir süre için bizi yanına alabileceğini söyledi. Ama Amerika’daki çocukluk yıllarımızın neredeyse tamamı onun yanında geçti, bize baktı, bizi büyüttü. Bu arada babam Meksika’ya gitmişti, orada çalışmayı ve sürgünde yaşarken bir miktar para kazanmayı da umuyordu. Orada yerleşmeyi de düşünüyordu. Yerleşebilirse biz de oraya gidecek ve ona katılacaktık.

Amerika’daki müzik eğitiminiz konusunda da birkaç sorum var. Henry Cowell’in kompozisyon derslerini izlemişsiniz. Cowell müziğin parametrelerini değiştirmiş, müziğe yeni tanımlar getirmişti, son derece serüvenci bir besteciydi.

Henry Cowell Columbia Üniversitesi’ne bağlı bir kurumda çalışıyordu. Hapisten yeni çıkmıştı. Eşcinselliğinden dolayı hapsedilmişti Ağır darbe yemiş bir insandı Onun için çok üzülüyordum. Çok kibardı, benim müziğim hakkında çok iyi şeyler söylüyordu, ama gerçekte ben ondan pek bir şey öğrenmedim.

Çok özgün teknikler geliştirmişti.

Evet biliyorum, harika şeyler yaptı. Ama ben Henry Cowell’dan pek bir şey öğrenmedim. Ondan ders aldığımda sanırım 1957 yılıydı. O yılın yazında ben San Francisco’ya gittim. O zaman San Francisco Konservatuarı’nda Robert Erickson adlı çok iyi bir öğretmenin ders verdiğini duydum. Berkeley’deki bağımsız radyo KPFA’nın müzik direktörü Alan Rich ile iletişim kurdum. O da beni Loren Rush ile tanıştırdı. Loren’e San Francisco ve çevresindeki en iyi kompozisyon öğretmeninin kim olduğunu sordum. Hiç tereddüt etmeden Robert Erickson’ın adını verdi. İki yıl sonra, 1959’da San Francisco’ya müzik eğitimi görmek ve yerleşmek üzere döndüğümde konservatuarda Erickson’ın derslerine yazıldım. Böylece onunla birlikte üç yıl sürecek öğrenim dönemim başlamış oldu. Muazzam bir öğretmendi. Henry Cowell’dan, Elliott Carter’dan, Darius Milhaud’dan ve daha başkalarından dersler aldım, ama öğretmen olarak Bob içlerinde en iyisiydi. Ondan doğaçlama ve kulak eğitimi dersleri de aldım. Çok iyi bir öğretmen olmanın yanısıra çok da iyi bir arkadaştı. Konservatuardan derece alarak mezun oldum. Bunun verdiği cesaret ve heyecanla bu kez Mills Kolej’e devam ettim

Dört Sanskrit İlahi’yi konservatuardaki öğrencilik döneminizde bestelemişsiniz

Bob, Besteciler Atölyesi düzlenmişti. Bu atölye için ben de Dört Sanskrit İlahi’yi hazırlamaya karar verdim. Bu amaçla birçok eski kayıt cihazı ve ses yapan alet topladım. Eski Hindu kaynaklarını araştırdım. Metin olarak kullanabileceğim bir şeyler arıyordum. Rigveda’dan ilahiler buldum. Bu ilahiler için dört çello, dört soprano, büyük bir vurmalı çalgı takımı, vurmalı çalgı gibi kullanılacak piyano için müzik yazdım. Bob’un sınıfını kayıt stüdyosu gibi kullanıyor, elime geçen ve ses çıkaran her şeyi kaydediyordum. Kayıtlarda konservatuarın makaradan makaraya kayıt yapan tek kanallı Ampex’ini kullandım. Yalnızca tek bir kanala kayıt yapabiliyordu. Ancak ters çevirerek diğer tarafa da kayıt yapabiliyordunuz. Konservatuarın yöneticisi Robin Laufer de bana karşı çok anlayışlı ve çok hoşgörülüydü. Ampex’den istediğim sürece ve istediğim gibi faydalandım

Robert Erickson’ın öğrencileri arasında başka kimler vardı?

Benim eğitim gördüğüm yıllarda konservatuar küçüktü, az öğrenci vardı. Sınıflarda on, en fazla on iki öğrenci oluyordu. Terry Riley’i ve sonradan birlikte güzel çalışmalar yapacağımız Pauline Oliveros’u Bob’un derslerinde tanıdım. Onlar da Bob’un öğrencileriydiler. Bob doğaçlama konusuna çok heyecan duyuyordu Derslerinde de doğaçlama yaptırıyordu.

New York’da ayrıca Eliott Carter’dan da ders almışsınız. Onun müzik anlayışınıza katkısı ne oldu?

Elliott Carter’dan New York’daki ikinci öğrenim yılımın bahar aylarında özel armoni dersleri aldım. East Village’de oturuyordu. Maddi imkânları pek iyi değildi. Düzenli olarak Philadelphia’ya gidip geliyordu, orada konservatuarda ders veriyordu. Ben kendisinden ders almaya ilk yaylı çalgılar kuartetiyle belirli bir isim yapmıştı. Bu eserinde yeni kompozisyon tekniği uygulamış, karmaşık metrik dönüşümler gerçekleştirmişti. Carter beni de yeni müzikle tanıştırdı. Charles Ives’a saygı duyardı, ama onun yanısıra Avrupa’nın yenilikçi bestecilerine de yoğun iğlisi vardı.Beni modern müziği daha fazla dinlemeye ikna etti. Piyano öğretmenim George Copeland’dan çok etkilenmiştim, ama o Debussy’den ötesini kabul etmiyordu, Debussy ve İzlenimciler sonrası müziği sevmiyordu. Debussy’nin havarisi gibiydi. Amerika’da Debussy’nin müziğini tanıtmak için büyük çaba harcayan biri olarak biliniyordu. Gerçekten de bu ülkede. Debussy’nin müziğini en iyi yorumlayanlardan biriydi. En iyi piyano kompozisyonlarını Debussy’nin yazdığını söyler, bu düşüncesini her türlü tartışmanın üstünde tutardı. Fakat George Copeland beni hayli etkilemiş bir öğretmendi. Eliott Carter ise Alben Berg’in ve diğerlerinin yeni müziğiyle tanıştırdı. Sonuç olarak Carter’ın ufkumu genişlettiğini söyleyebilirim.

Bu arada bir de İtalya döneminiz var, bir süre için de orada müzik eğitimi almışsınız

Piyano öğretmenim George Copeland bir tür manevi baba gibiydi. Müzik eğitimim ve müzik konusunda geleceğimle yakından ilgileniyordu. Amerika’da her müzik eğitimi alan öğrencinin eğitimini Avrupa’da noktalaması gerektiğine inanıyordu. Amerikalı annem Julia Davis’i bu konuda ikna etti. İtalyan konservatuarları şöyle bir imkân da sunuyorlardı: giriş sınıfında başarılı olursanız size ücretsiz eğitim veriyorlardı. Düşündük, hesapladık ve İtalya’da eğitimin nispeten ucuz olduğuna karar verdik. Roma Santa Cecilia Konservatuarı’na gittiğimde on sekiz yaşındaydım. Orada da pek bir şey öğrenmedim. Fakat Roma’da yeni müziği dinleme imkânı buldum. RAI Senfoni Orkestrası’nı izledim. Bizim ders aldığımız binada, yabancı öğrencilerin yatakhanesinin bitişiğindeki yerde prova yapıyor, orada çalıyorlardı. Dediğim gibi, iyi müzik dinledim. Karajan, Brahms konserleri serisini yönetmişti. Bu konserleri dinleme fırsatı buldum.

Amerika’ya dönmeden önce bir de Paris yolculuğunuz var galiba.

Alexei Haieff’in o yıl için Amerikan Akademisi’ne misafir besteci olarak geldiğini duydum. Kendisi hakkında pek fazla bilgim yoktu. Onunla görüştüm, bana dostça davrandı ve yazdığım bazı kompozisyonları görmek istediğini, bunları sınıfa getirmemi söyledi. Schonberg’in kolay parçalarına benzeyen birkaç kompozisyon yazmıştım. Yazdıklarım on iki ses düzeninin etkisini taşıyordu. O tekniği kullanmaya çalışmıştım. Bunları Haieff’e götürdüğümde beni yüreklendirdi. Paris’e gitmemi, Nadia Boulanger ile çalışmamı ondan dersler almamı tavsiye etti. Avrupa sanat müzik dünyasında Boulanger’ye hayranlık besleyen geniş bir kesim vardı. Haieff de bu çevredendi. Boulanger’nin benim o dönemde etkisi altında kaldığım on iki ton tekniğiyle ve bu tekniğe başvurarak yazdığım kompozisyonlarla ilgileneceğini hiç sanmıyordum. Bunu Haieff’e de söyledim, o yine de yazdıklarımı Boulanger’ye göstermem konusunda ısrar etti. Paris’e yaptığım bir yolculukta Boulanger’yi ziyaret ettim. On iki ton tekniğiyle kompozisyonlar yazdığımı söyledim. Haklıymışım. On iki ton ses düzenini beğenmiyormuş, yanlış buluyormuş, bana bunu açıkladı. Ona teşekkür ederek ayrıldım

Paris defteri böylece kapanınca Amerika’ya mı döndünüz?

Evet, sonra Birleşik Devletler’e döndüm. Brandeis Üniversitesi’ne kaydoldum, bir arkadaşım orada çok iyi bir kompozisyon fakültesi bulunduğunu söylemiş, bu nedenle Brandeis’i tavsiye etmişti. Orada mezuniyet kurslarını izledim. Bir süre Boston’da da üniversiteye gittim. New York’da bir yıl kaldım, sonra San Francisco’ya, buraya eğitim görmek, bu şehirde yerleşmek üzere geldim.

1960’ların ikinci yarısında San Francisco’da Beat şairlerini tanımış, onların çevresine girmişsiniz.

San Francisco’ya geldiğimde şehri tanıyabilmek için Market Street’i baştanbaşa yürüdüm. City Lights Kitapevi’ne gittim. Lawrence Ferlinghetti, Michael McClure ile konuşuyordu. Kendimi tanıttım. Ferlighetti bana kol kanat gerdi, beni kolladı. Ona şehirde görüşebileceğim genç bestecilerin kimler olduğunu sorduğumda. Morton Subotnick ve Richard Wahlberg’in adlarını verdi. Bir çok toplantıya, şiir okumasına katıldım. Uluma’nın duruşmasını izledim. Ferlinghetti, Ginsberg’in Uluma şiirini yayımlamış olmaktan dolayı yargılanıyordu. Şiir müstehcen bulunmuştu. Üç gün süren bir duruşmaydı, ilk günü ben de izledim.

Ginsberg’in Uluma’yı, o uzun şiirini amphetamine etkisi altında bir gecede, hatta bir oturuşta yazdığı söylenir.

Evet, büyük bir ihtimalle

San Francisco’ya ilk geldiğinizde Ferlinghetti’yi tanımanız, onun da size yardımcı olması büyük şans. Başka kimleri tanıdınız?

Jackson Sokağı’nda ayyaşların kaldığı bir otelde iki oda kiraladım, bir de piyano kiraladım. Gece gündüz çalıyordum, kimse ses çıkarmıyordu, çünkü otelde kalanların hepsi devamlı sarhoştular. Amerika Bankası’nda bir iş bulmuştum. Presido’daki askeri üsten birkaç kişiyle birlikte gece mesaisi yapıyor, seyahat çeklerini işliyorduk. O günlerde genç besteci Richard Striker ile tanıştım. Çevresinde şairler ve sanatçılar vardı. Onlarla arkadaş oldum, ama arada belirli bir uzaklık her zaman varlığını korudu. San Francisco’da mutlaka görmek istediğim kişilerden biri Leon Kirchner idi. Onun Yaylı Çalgılar İçin İki No’lu Kuartet’i beni derinden etkilemişti. Kirchner, Schonberg’den, atonal müzikten etkilenmiş bir besteci olmakla birlikte İki No’lu Kuartet son derece özgün bir eserdir. Daha başka kompozisyonlarını da dinledim. Evet, onlar da iyidir. Ama İki No’lu Kuartet bambaşkadır. Kirchner’i görmek için Mills Kolej’e gittiğimde bavullarını topluyordu, önümüzdeki dönem Harvard’da ders verecekmiş.

Siz bunun üzerine ne yaptınız?

Müzik eğitimim için başka bir yere kaydolacaktım, ama önce kısa bir süreliğine şehirden uzaklaştım. Bir inziva dönemi yaşadım. Amerika Bankası’ndaki işimden ayrılmak, delikli kartları ayıklama, sınıflandırma, düzenleme işini bırakmak istiyordum. Bir miktar para biriktirmiştim. Marin County’de, Pasifik kıyısında Tamalpais Dağı’nda Zen inzivasına çekilmeye karar verdim. Alan Watts’ın kitaplarını epey okumuştum. Hiç çalışmadan geçireceğim inziva dönemi için para da biriktirmiştim. San Francisco’da görmek, tanımak istediğim insanlardan bir diğeri KPFA’nın müzik direktörü Alan Rich idi. Tamalpais Dağı’na gitmeden önce Alan Rich’i görmek için KPFA’ya uğradım, Alan bana Loren Rush adlı bir besteci arkadaşı olduğunu, onunla mutlaka tanışmam gerektiğini, iyi anlaşacağımızı söyledi. Rich, beni dağın kıyısında bulunan Samuel P. Taylor Parkı’na kadar arabasıyla götürecekti. Loren Rush Tamalpais Dağı’na giderken yolda Point Richmond’da yaşıyormuş, ona uğradık. Loren ile gerçekten iyi anlaştık, hemen arkadaş olduk. Ona San Francisco’daki en iyi kompozisyon öğretmeninin kim olduğunu sordum. “ Bildiğim kadarıyla Bob Erickson “ dedi. Bu adı zihnimde bir yere yazdım. Loren beni dağın eteğindeki parkta bıraktı. Yanımda Alan Watts’ın kitapları, bazı haiku çevrileri vardı, çay demleyebilmek için de küçük bir gaz sobası almıştım. Tırmandım, tırmandım… Sonradan oranın nehir havzasının sınırı olduğunu öğrendim. Metruk bir kabin buldum, yakınında küçük bir pınar vardı. Orada kamp kurdum.Kitap okuyor , meditasyon yapıyordum..Her günün sonunda tepelere sis iniyordu.Bir gün sisin içinden her tarafı , bütün doğayı aydınlatan bir ışık belirdi. Güneşin parlaklığını , getirdiği aydınlığı o zaman çok farklı algıladım.

Konservatuarda benzersiz bir öğretmen olarak Robert Erickson’un size kazandırdıklarınızdan söz ettiniz? Orada bir de stüdyo kurmuşsunuz. Teyp Merkezi’nin başlangıç noktası o stüdyo galiba…

Doğru, San Francisco Konservatuarı’ndaki son yılımda okulun çatı katında küçük bir elektronik müzik stüdyosu kurmuştum. San Francisco Teyp Müziği Merkezi’nin başlangıcı bir bakıma inşa ettiğim o stüdyodur. Ayrıca Sonics konser dizisini de besleyen bir kaynak oldu orası. Sonics konserlerinde icra ettiğimiz birçok yeni müzik orada doğdu, orada yaratıldı. Stüdyoyu kurmaya çatı katının zemininde delikler açarak başladım. Geceleri çalışıyordum, kapıcı bana ana binanın anahtarını vermişti. Önce beton döşemede delikler açtım. Bunun için keski kullandım. Bu deliklerden bazılarına prizler, bazılarına tahta tıkaçlar, yerleştirdim. Sonra sıra duvarlara geldi. Çatı katındaki bütün kapıları söküp çıkardım. Böylelikle bütün çatı katına kablolar döşedim, bunları küçük performans salonuna kadar ulaştırabildim. Arkadaşım Ellis bana teknik açıdan çok yardımcı oldu. Mikrofon ve amplifikatör kablolarını döşemede, daha birçok teknik konuda bana yardım etti. Onunla birlikte oditoryuma gerekli bütün kabloları döşedik. Ellis konservatuarda bir köşeye atılmış klavyenin tuşları altına da mikro şalterler yerleştirdi.

Bir elektronik müzik stüdyosu için gerekli aletleri nasıl temin ettiniz? Bunların temininde konservatuar size destek oldu mu?

Stüdyonun kurulması belirli aşamaya geldiğinde alet toplamaya başladım. Her çeşit aleti topluyordum. Kayıt mühendisi olan arkadaşım Richard Walberg bana bazı teyp kaydediciler sattı. Tek kanallı bir eski Ampex 403 manyetik teyp kaydedici elime geçti. Başlıkların sol tarafında bir sürücü vardı. Bunu bypass yaptığınızda gerilim kolunu çekiyor ve hızı değiştirebiliyordunuz. Böyle yaparak Ampex 403’ün hızını kolaylıkla değiştiriyordum. Konservatuarın antetli kağıtlarına kullanarak belli başlı şirketlere mektup yazdım, bağışta bulunmalarını talep ettim. Sadece Herwlett Packard olumlu cevap verdi. Bize iki tane sine dalgalı, bir tane de kare dalgalı osilatör gönderdiler. Ayrıca değişik yollardan pek çok elektronik alet buldum. Federal hükümetin “ bir kuruşa bir kilo “ programına kaydoldum. Federal hükümet kullanılmış elektronik aletleri çok ucuza elden çıkarıyordu. Bunlara genellikle okullar talip olduğundan kiloyla satılıyordu, kilosu bir kuruşa. Hurdaların arasında bir bağlama panosu bulduk.

Stüdyo tamamlandıktan sonra sıra konserler düzenlemeye mi geldi?

Bu stüdyoyu büyük ölçüde hallettikten sonra üç arkadaşımı davet ettim. Pauline (Oliveros ) , Terry (Riley)’ ve Phil Winsor’ı. Üçü de Bob’un öğrencileriydi. Onları Bob’un sınıfında tanımıştım. Pauline ile dersten sonra bir araya gelir doğaçlama yapardık. Bob doğaçlamayı önemser ve teşvik ederdi. Stüdyonun açılışını bir konser dizisiyle yapmak istiyordum. Sonics dizisi bu düşünceden doğdu. Aslında stüdyonun inşası henüz bitmemişti , “ büyük açılış “ için henüz hazır değildi. Ama Pauline sabırsızdı, etraftaki dağınıklığa rağmen çalışmak istiyordu. Terry çok uzun bir loop, getirdi, o güne değin gördüğüm en uzun loop. “Büyük açılış”a Mort da geldi, o da çalmak istediğini söyledi. Elbette çalabilirdi

Bu dizi kaç konserden oluşuyordu?

Ben toplam altı konser olarak tasarlamıştım. Ancak ilk gecenin ardından ciddi bir sorun ortaya çıktı. İlk konserden sonra elimde teyp kalmamıştı. Beş konserin daha duyurusunu yapmıştık, fakat bu konserler için kullanabileceğimiz teyp yoktu. Mort, Luciano Berio’nun ders vermek üzere Mills Koleje geldiğini, onda RAI stüdyolarından aldığı bir bavul dolusu teyp bulunduğunu söyledi Gidip Berio ile konuştuk, bize teyp vermeyi kabul etti. Şimdi elimizde beş konserlik ihtiyacımızdan çok daha fazlası vardı. Berio’nun verdiği teyplerle bütün konser sezonunu çıkardık.

Sonics konser dizisine modern dansı da katmışsınız. Bu işbirliğini hakkında neler söyleyeceksiniz?

Sonics konserlerinde doğaçlama yaparken birkaç dansçının bize katılmasının, bize eşlik etmesinin iyi olacağını düşündük. Önce iki dansçıyı davet ettik. Performanslarımıza katıldılar. Sonuç gerçekten harikaydı. Ben Anna Halprin’i tanıyordum, onu da davet ettim. Anna ve arkadaşları doğaçlamalarda bizimle birlikte çalıştılar, ortaklaşa performans gerçekleştirdik. Anna, happening’lere ilgi duyuyordu. Üç Ayaklı Tabure adlı bir gösterisi vardı. Mort da bu gösteriye katılmıştı. Fisherman’s Wharf yakınlarında bir yerde birkaç hafta sahnelediler. Çok iyi bir gösteriydi.

Peki konservatuarın çatı katındaki stüdyo ne zamana değin varlığını korudu? Teyp Merkezi’ne doğru değişim nasıl gerçekleşti?

O yılın sonunda konservatuarın yöneticisi Laufer ile konuşmaya gittim. Ona yıl içinde kayda değer işler yaptığımızı, fakat bütün gelirimizin konserlerimizi izlemeye gelenlerin ödedikleri giriş ücretlerinden ibaret olduğunu söyledim ve bu nedenle önümüzdeki yıl bize bir miktar para ayırmalarının mümkün olup olmadığını sordum. Laufer bunu reddetti. Israr etseydim belki az bir miktar ayırmayı kabul edebilirdi. Ama ben bunu yapmadım. Mort’a gidip durumu anlattım ve başımızın çaresine bakmak zorunda olduğumuzu söyledim. Bu sırada bir arkadaşımız Jones Sokağı’nda yıkılacak eski bir ev bulunduğunu, ancak geçici bir süreliğine kiralık olduğunu, orayı kiralayıp stüdyoyu taşıyabileceğimizi söyledi. Sigortasını ödemek koşuluyla kiraladık. Jones Sokağı’ndaki bu eski bina Teyp Müziği Merkezi’nin ilk yeri oldu. Panelli bir kütüphanesi, büyük bir oturma odası, sürgülü kapıları vardı. Stüdyoyu kütüphaneye kurduk. İzleyiciler büyük odaya alınıyor, konseri orada dinliyorlardı. Konser salonu olarak kullandığımız bu odaya bazen elli kişi sığdırabiliyorduk. Yerel şair, sanatçı ve müzisyenleri performans gerçekleştirmeleri için davet ediyor, programlarımızı buna göre düzenliyorduk. Binayı boşaltırken, yani taşınmak üzereyken bizim neden olduğumuz bir kaza sonucu binada yangın çıktı. Yani yıkılmasına gerek kalmadı. Belli başlı bütün aletlerimizi dışarı çıkarmıştık. Şans eseri onları kurtarmış olduk.

Sonraki adresiniz neresiydi?

Jones Sokağı’na taşınırken orasının bir süre sonra yıkılacağını biliyorduk, yani bizim için sadece geçici bir yerdi. O sıralar Ron Davis de Mime Troupe’un provaları için bir yer arıyordu. Bize Divisadero’da bir yer bulduğun söyledi. Başlangıçta Mime Troupe ile ortaklaşa kiralama ve kullanma düşüncesi ağır basıyordu. Fakat sonradan bu ortak kiracılığın yürümeyeceğini düşündük ve yeri biz kiraladık. Zaten Ron da kısa bir süre sonra Mime Troupe için Mission yöresinde bir yer buldu, böylelikle sorun çözüldü. Divisadero’daki yeni yerimiz için Anna Halprin’e bir stüdyo verdik, daha doğrusu bir alt-kira sözleşmesi yaptık. KPFA’nın müzik direktörü Will Ogden’e San Francisco’da düzenleyecekleri konserler için bir yere ihtiyaçları varsa arka taraftaki salonu ayda 100 dolar karşılığında kullanabileceklerini söyledik. Yeri gördüler ve kendileri için uygun olduğuna karar verdiler. Arka salonu onlarla paylaşacaktık. Bir hafta sonunda bir grup gönüllü çalışan getirdiler, duvarlara yankıları, sesleri emen bölmeler yerleştirdiler. Sahneyi genişlettiler, hareket eden bölümler eklediler. Ayrıca sahneye bir büyük piyano koydular. Fakat sonradan konser salonunun ortak kullanımında bir sıkıntı baş gösterdi. Daha doğrusu, sorun KPFA’nın kendi bünyesindeki bir anlaşmazlığın bir sonucu ve yansımasıydı. Sanırım kendi aralarında yönetimsel bazı sorunları vardı. Konser salonunun sorumluluğun üstlenen bir gönüllü seçtiler. O salonu kapalı tutuyordu, bizim de salonu kullanacağız zaman önce onu bulmamız gerekiyordu. Divisadero’daki binada daha önce Kaliforniya İşçi Okulu faaliyet göstermiş, Senatör McCarthy’in hedeflerinden biri haline gelmiş. Bu yönüyle de biliniyor ve hatırlanıyordu

Teyp Merkezi bugün dahi buradaki faaliyetleriyle anılıyor değil mi?

Teyp Merkezi’nden önemli bir kültür mekânı olarak söz edilir olmuştu. Şehre gelen belli başlı müzisyenler bizi de ziyaret ediyorlardı. Yani kültürel haritada yer edinmiştik. Vladimir Ussachevski ve Mario Davidovsky geldiler. Sanırım Tokyo’dan ya da Uzakdoğu’dan bir başka yere yaptıkları ziyaretten dönmüşlerdi, Teyp Merkezi’ne uğradılar. Stockhausen San Francisco’ya geldiğinde ona Teyp Merkezi’ni görmesini tavsiye etmişler. O da bizi ziyaret etti. KPFA ile ortaklaşa Cage-Tudor festivali düzenledik. Festivalin son konseri için John Cage de geldi. 1964 yılında biz de San Francisco dışında birçok yerde performans gerçekleştirdik, o yaz Maine’de bir müzik festivaline katıldık.

Peki, maddi sorunlarınızın üstesinden bir ölçüde de olsa üstesinden gelebildiniz mi?

Divisadero’deyken son yılımızda, Mort New York’a Rockefeller Vakfı’na bir mektup yazmış, destek talebinde bulunmuştu. Önce açıkça olumlu bir cevap vermediler. Hatırlıyorum, bağış yerine sorular içeren bir cevap yazmışlardı. Neden bir elektronik müzik stüdyosu geliştirmek istediğimizi soruyorlardı. “ Columbia ve Princeton’dakiler yetmiyor mu? Bir yenisi niye? “ demek istiyorlardı. Ama sonuçta Mort’un mektubu etkili oldu, çabalarımızı ciddiye almışlardı. Bir yetkili gönderdiler. Stüdyoyu gezdi. “Size on beş bin dolarlık bir çek yazabilirim. Eğer bundan daha fazlasını istiyorsanız vakfa bağlı bir kurum haline gelmeniz gerekiyor “ dedi. Teklif ettiği on beş bin dolar bizim açımızdan oldukça iyi bir meblağdı. Bu sayede 1964-65 döneminde, Divisadero’daki son yılımızda bir miktar paramız oldu. Bizim kurduğumuz bu merkez bugün de değişik bir adla varlığını koruyor ve faaliyetlerini sürdürüyor.

Teyp Merkezi’nin en önemli performansları Divisadero’da gerçekleşmiş. Siz de orada kariyerinizin önemli eserlerini yaratmışsınız. Çöl Ambulansı (Desert Ambulance ) orada mı doğdu?

Çöl Ambulansı Divisadero’daki stüdyoda yaptığım çalışmalardan biridir.

Çöl Ambulansı’nda tuhaf bir alet çalgı kullanmıştınız.

Onun adı Chamberlin…

Peki, nereden bulmuştunuz onu?

San Francisco Chronicle gazetesinde bir ilan okumuştum. Şehrin köklü ailelerinden birine mensup olan Dr. Frank Gerbode vermişti. Önceden kaydedilmiş sesler içeren klavyeli, tuhaf bir çalgının satılık olduğu duyuruluyordu. Aleti görmeye gittim. Gerçekten tuhaftı. Org klavyeli bu alette önceden kaydedilmiş değişik çalgı sesleri vardı. Aletteki kaydırıcı şalter sayesinde her biri farklı çalgı sesleri veren üç ayrı kanaldan birini seçebiliyordunuz. Bunun yanısıra önceden kaydedilmiş değişik ritimlerin bulunduğu bir bölüm vardı. Dr. Gerbode bu alet için iki yüz elli dolar istedi. Parayı temin edebileceğimi, bunun için zaman tanımasını söyledim. Ben “ bu arada gelip bazı kayıtlar yapabilir miyim ? “ dedim. Dr.Gerbode “ elbette” cevabını verdi. Taşınabilir Ampex ile gidip birkaç kaynak teyp kaydettim. Parayı bulmak için önce sanat hamisi Madeleine Haas’ın Pacific Heights’deki evine gittik. Ama bizi çok nazikçe geri çevirdi. Hatırlayabildiğim kadarıyla sonunda parayı dolaylı yoldan bir başka sanat hamisi, Liz Heller verdi. Dolaylı diyorum, çünkü Mort o sıralar Aktörler Atölyesi için bazı işler yapıyordu. Atölye’nin yöneticisi Alan Mandel ile görüştü. Mandel üç gösteri için teklifte bulundu. Onların üç gösteresi için yapacağı müziğin karşılığı olan parayı kendilerine bağışta bulunan Liz Heller’den temin edebileceğini söyledi. Kabul ettik ve sonunda parayı Liz Heller ödemiş oldu.

Peki siz Chamberlin denilen o tuhaf aletle neler yaptınız?

Benim Chamberlin ile asıl yapmak istediğim kendi teyplerimizi yüklemekti. Ama bunun öyle kolay olmadığını, bu aletin göründüğünden daha karmaşık olduğunu kısa bir süre sonra anladım. Aletteki teypler çeyrek inch değildi. Yarım inch de değildi. 3.8 inch’tiler. Üstelik görünürde kayıt başlığı yoktu. Aleti ilk gördüğümde kapıldığım heyecanla bütün bunlar aklıma gelmemişti. Belki playback başlığı kullanarak kayıt yapabileceğimi düşündüm. Cam disk kullanmak de bir ihtimaldi. Daha başka sorunlar da baş gösterdi. Milton Babitt ve New York çevresinden, yani Columbia-Princeton grubundan farklı olarak Teyp Merkezi bestecileri olarak bilinen bizler ekleme yapmaya, uçları birleştirmeye genelde karşıydık. Ben de ekleme yapmaya, kesmeye ve ses ayıklamaya zaman harcamak istemiyordum. Fakat Çöl Ambulansı’nın ilk performansından sonra istemeyerek de olsa yapmak zorunda kaldım. Chamberlin’e nota, perde koyduğum her defasında “pop “ sesi geliyordu. Bunun üzerine bir gece elime jilet bıçağını aldım ve sabaha kadar termos dolusu kahve içerek “pop “ seslerini çıkardım.

Çöl Ambulansı’nın ilk performansının fotoğraflarını gördüm. Görsellik de performansta önemli rol oynamış. Bütün ışıklar Pauline Oliveros’un üzerinde. Çok etkileyici. Bunun için görsel sanatçı Tony Martin ile işbirliği yapmışsınız.

1964 yılıydı. Chamberlin teypleriyle bir şeyler yapmak, Pauline için müzik yaratmak istiyordum. Bir kanalda izleyicilerin duyacağı sesler olacaktı. Bir diğer kanalı Pauline’e akordeonu ile ondan yapmasını isteyeceğim şeyleri dikte etmede kullanacaktım. Müziğe görsellik boyutunun katılması bir noktadan sonra benim için büyük önem taşımaya başladı. Daha önceki elektronik müzik konserlerimizde görsel öğelerin önemini kavramıştım. Bu kez Pauline tam bir karanlığın içinde olacak, film onun üzerine yansıtılacaktı. Filmin Pauline’in üzerine odaklanmasını, onun dışına taşmamasını istiyordum.Bu görüntünün dinleyiciyi çok etkileyeceğinden emindim ; çünkü dinleyici sahnedeki müzisyenin ellerini, ellerinin çalgıyla temasını görmekten heyecan duyar.Bu görselliği Tony gerçekleştirecekti. Ona ne istediğimi anlattım. Tony filmi Pauline’in üzerine yansıtabilmek için özel bir açıklık, özel bir delik oydu. Böylelikle en küçük bir dışa taşmayı bile önledi. Pauline bir laboratuar ceketi giymiş, akordeon çalıyordu. Benim direktiflerimi duyabilmek için kulaklık takmıştı. Çok eğlenceli bir performans oldu, izleyiciler keyif aldılar.

Eserin başlığının sizin çöl deneyiminizle bir ilişkisi var mı ?

Sokağa atılmış çok eski bir fotoğraf bulmuştum. 1920’lere ait bir misyoner ambulansının fotoğrafı. Bana etkileyici geldi. Afrika’da çekilmiş, fotoğrafta bir grup insan da vardı. Ben eserime fotoğraftaki nesnenin adını vermeyi uygun buldum. Başlığı bu fotoğraf esinledi. Kaynağı sözünü ettiğim o fotoğraftır. Çöl deneyimim oldu, ama o biraz daha farklı bir konu.

İngiltere’de yayımlanan çok iyi bir müzik dergisi var, Wire. O dergide Çöl Ambulansı ayın en iyi CD’leri arasında seçilmişti.

Öyle mi? Bundan haberim yoktu. Ama Rolling Stone dergisinin bir kitabım için ‘yılın en kötü Noel hediyesi “ diye yazdığını biliyorum.

Rolling Stone yazdıysa çok da önemli değil.

Ben de öyle düşünmüştüm.

Pauline Oliveros ile yakın bir arkadaşlığınız olmuş. Teyp Müziği Merkezi’nin kurucuları arasında o da vardı değil mi?

Hayır, Pauline teknik açıdan merkezin kuruculardan biri değildi. Daha sonra katıldı, ama çok ilgilendi.

Az önce Berkeley’deki bağımsız bir radyo istasyonu olan KPFA’dan söz açıldı. Teyp Müziği Merkezi olarak onlarla Cage-Tudor konseri düzenlediğinizi söylediniz. Charles Amirkhanian elektronik müzik çalışmalarına, bu tür çalışmalar yapan bestecilere yer veren programlar yapıyor. O programları halen sürdürüyor sanırım.

Evet, programlarında benim müziğime de yer vermişlerdi.

Müziğiniz bazı açılardan musique concrete’e benzer özelliklere taşıyor, Pierre Schaffer’în çalışmalarına yaklaşıyor. Bu konuda ne diyeceksiniz? Bu görüşe katılıyor musunuz?

Sanırım bizim elektronik müziğimiz her şeyi kapsıyor. Kuşkusuz, Schaeffer de Fransız Radyo –Televizyon Stüdyoları’nda elektronik müzikte öncü çalışmalar yaptı, bir ekol yarattı. Fakat bizim Teyp Merkezi olarak müziğe bakışımız farklıydı. Bununla birlikte Schaeffer’i dinlediğimde , “ evet bazı benzerlikler var “ demiştim. Benzerliklerin nelerden kaynaklandığını ve ayrıntılarını tam olarak bilemiyorum.

Mills Kolej’de derecesi almışsınız. Oradaki öğretmenlerinizden biri Darius Milhaud. Siz ilerleyen yıllarda avangard bir besteci olarak isim yaptınız. Milhaud biraz fazla konvansiyonel değil mi?

Milhaud’un kır evinde verdiği ders ve seminerleri izledim. Fakat kesinlikle bir şey öğrenmedim. Bence Milhaud kompozisyona nasıl yaklaşılacağını, ders konusu olarak nasıl işleneceğini ve nasıl analiz edileceğini bilmiyordu. Saygı duyduğum bir besteci hakkında bunu söylerken biraz sıkılıyorum, ama düşüncem bu. Tekerlekli sandalye üzerinde yaşamak zorundaydı; belki bunun verdiği ıstırap ders vermesini etkiliyordu. Şunu da belirtmeliyim, Milhaud sıradışı şeylere ilgi duyardı. Çevresinde caz dünyasından isimler vardı. Benim açımdan bir de şu var: Bob Erikson’dan sonra bir öğretmeni artık kolay kolay beğenmem mümkün değildi. Bob bir öğretmenden beklentilerimi hayli yükseltmişti.

Sizin Mills Kolej’deki öğrencilik yıllarınızda İtalyan besteci Lucio Berio da orada bir dönem ders vermiş. Onun derslerini izlemiş miydiniz?

Ben o günlerde çok yoksuldum, Berio’nun Mills Kolej’de olduğu dönemde okula gidemedim, onun derslerini izleyecek param yoktu. 1964-65 döneminde Berio’nun Mills’deki ikinci ders yılıydı. Ben maddi sorunlar nedeniyle eğitimime ara vermiştim. .Gazete dağıtıyordum. New York Times evlere dağıtım sistemi kurma kararı almıştı. Ben de bir arkadaşımın önerisiyle Berkeley’de kapıdan kapıya New York Times’ı dağıtarak para kazanmaya çalıştım. Mills’e döndüğümde artık Berio yoktu. Ben yeniden Darius Milhaud’nun derslerini izlemek zorunda kaldım.

Elektronik müzik yapan bazı besteciler insan sesini kullanıyorlar. Oysa özelikle Doğu Yakası’ndaki bestecilerde, örneğin Milton Babitt’de matematiksel hesaplama ve kesinlik öne çıkıyor.

Sözünü ettiğin akademik seriyalizm matematiksel hesaplara dayanıyor. Şans müziğinin tam aksi bir eğilim Columbia-Princeton ekolü sayısal yazım imkânlarının bugünkü kadar gelişmediği bir dönemde dahi matematikselliği çok önemsiyorlardı Benim benimsediğim bir tutum değil. Elektronik müzik ve sesleri dönüştürme teknikleri size değişik seslerden oluşan zengin bir ses evreni açabiliyor. Elektronik müziğin bu potansiyelinden, sunduğu bu zenginlikten olabildiğince yararlanmaktan yanayım. Ben ayrıca zengin bir kaynak olarak gördüğüm için insan sesini de kullandım.

Galiba New York’da bulunduğunuz bir dönemde Stockhausen’in müziğini dinleme imkânı bulmuşsunuz. Bu müzik sizi çok etkilemiş. Stockhausen’in hangi eseriydi?

1964 yılında New York’daydım, Columbia-Princeton’ın önce eski, daha sonra yeni stüdyolarında çalışmalar yaptım. Bu arada Modern Sanatlar Müzesi’nden bir telefon geldi. John Cage’in müziği hakkında konuşma yapacak birini istiyorlardı. Ben müzeye gidip “ şans müziği “ hakkında konuştum. Konuşmanın ardından John Branstein’ın evinde bir parti verildi, partide John’un yeğeni Joan Branstein ile tanıştım. Beni Besteciler Kooperatifi’ndeki konsere davet etti. İşte Stockhausen’in Gençlerin Şarkısı ‘ ( Gesand der Jünglinge ) adlı eserini o konserde dinledim. Müzik beni çarptı. “ Müzik işte bu “dedim. Tam duymak istediğim şeydi. O güne kadar duymadığım, ama aradığım bir müzikti. Daha doğrusu, elektrik müzik adına o güne değin yapılmış ve benim duyduğum en iyi eserdi. İlk izlenimim buydu.

Don Buchla, Müzik Kutusu’nu sizin ve Morton Subotnik’in siparişiniz üzerine yapmıştı galiba . Siz. Buchla Müzik Kutusu’nu kullandınız mı ?

Don Buchla elektronik müzik aletleri tasarımında çığır açmış bir yaratıcı. Synthesizerların gelişmesinde, elektronik müzik bestecilerinin yaratıcı potansiyellerini açığa çıkarmalarında onun katkısını gözardı etmek mümkün değil. Evet, Buchla Müzik Kutusu’nu bizim için yapmıştı. Teknolojik gelişmelerin müziğime elbette faydası oldu. Don’un tasarladığı alet stüdyoda ve performans esnasında yaratıcı bir biçimde çalışma, sesleri işleme imkânı veriyordu. Elektronik müzik yapan bir besteci açısından oldukça yararlı bir aletti. Fakat ben o aleti Mort kadar çok kullanmadım. Bu synthesizer Teyp Müziği Merkezi’ne ilk geldiğinde onu ilk kullanan müzisyen ve aynı zamanda teknisyen olan bir arkadaşımızdı. Çok bilinen bir Amerikan halk şarkısını, Yankee Doddle’ı çalmıştı. Bu şarkıyı biliyor musun? Esasında Amerikan Devrimi’nden kalma bir yürüyüş marşıdır. İngilizlerin yazdığı, fakat devrim esnasında Amerikalıların çok farklı bir bağlamda söyledikleri bir marş. Sözünü ettiğim müzisyen-teknisyen arkadaş synthesizerın düzenini kurdu. O marşı bir kez çalmaya başladıktan sonra kapatamıyordu; çünkü aletin kapatma şalteri yoktu. Bir defasında da Sabah Yıldızı adlı komündeydik. Don orada Buchla Kutusu’nu pil ile çalıştırdı. Meyve bahçesine de birbirinden uzak mesafelere hoparlörler yerleştirmişti. Komündeki hippiler şaşkınlık içinde kaldılar. Başka bir gezegenden sesler duyduklarını zannetmiş olmalılar.

Peki, San Francisco’nun o dönemdeki, yani 1960’lardaki politik ve müzikal atmosferi hakkında neler söyleyeceksiniz?

San Francisco her zaman apaçık bir şehir oldu. Hoşgörülü, konuksever, yeni insanlara ve yeni eğilimlere açık bir şehir. 1960’lar şehrin bu özelliklerinin çok belirgin hale geldiği bir dönemdir. New York’da gruplar, klikler vardı. Asıl endişe verici olanı ise bunlar arasındaki husumettir. Bu tarz bir ayrışma New York sanat ve kültür ortamının belirleyici özellikleri arasındadır. Bir defasında New York’da bir partiye girmiştim. Orada bulunanlar arasında kavga çıktı, partiyi veren evsahibesinin gözü morardı. Kavgayı iğrenç bulmuştum. San Francisco bunun tam tersiydi. İstediğin gruba katılabiliyordun. İster opera sevenlere, istersen başka bir gruba katılır, onların partisine gidebilirdin. Hangi okula gittiğin, hangisinden mezun olduğun, varlıklı ya da az gelirli, nasıl bir aileden geldiğin önemli değildi.

Grateful Dead, Quicksilver Messenger Service gibi Batı Kıyısı toplulukları da buradaki karşı-kültürün alameti farikalarıydılar. Bunların müziğinin dinleyicisi miydiniz?

Phil Lash, Mills Kolej mezunuydu, onu tanıyordum. San Francisco’da rock müziği denildiğinde hemen akla Grateful Dead gelir. En ünlüsü onlar ve adeta bu şehirle özdeşleşmiş bir topluluk. Ama şehrin ilk topluluğu Charlatans’dır. Vahşi Batının salonlarındaki, kumarhanelerindeki tipler gibi giyiniyorlardı. Bu şehirde rock müziğinin gelişmesinde ve farklı bir damar olarak benimsenmesinde rol oynamış bir topluluktur. Zaman zaman bizim salonda çalıyorlardı, çünkü vokalistleri orada prova yapan dans topluluğundaydı. Sonra Big Brother vardı, Janis Joplin katılmadan önce de şehrin önemsenen topluluklarından biriydi. Onları pek çok kez izledim. Sonuçta şehirde değişik topluluklar vardı, herkes kendi müziğini yapıyordu.

Siz aynı zamanda Körfez Yöresi karşı-kültürünün içinde yer almıştınız. San Francisco Kazıcıları (Diggers ) ile bağlantınız var mıydı?

1966 yılıydı, bir toplantı yaptık. Teyp Müziği Merkezi’nin geleceği konusunda karar almak için toplanmıştık. Mort, New York’a gitmek istediğini söyledi. Pauline, Mills Kolej’e gitti. Ben de komünal hayat yaşanan bir çiftliğe çekildim. Bir süre sonra Kazıcılar geldiler, çiftlik sahibi ile görüştüler ve bir teklifte bulundular.” Burada toprağı işleyelim, elma ve daha başka meyve ağaçları dikelim. Yetiştirdiğimiz meyvelerden bir kısmını şehre götürüp ihtiyacı olanlara karşılıksız verelim” dediler. Çiftlik sahibi bu teklifi kabul etti. Kazıcılar’ın şehirde insanlara ihtiyaçlarına göre bedava giyecek ve yiyecek dağıttıkları bir dükkânları vardı. Kazılar ile çiftlikte yaşayan bizler arasında böyle bir eylem birliği olmuştu.

Gestalt psikolojisiyle de ilgilenmişsiniz, Fritz Perls ile tanıştınız mı?

Tanıştım, ama ben de iyi izlenimler bırakan bir karşılaşma olmadı. Düşkırıklığıyla sonuçlanan bir karşılaşmaydı.

Neden dolayı düşkırıklığı?

1965 yılında konser formatından, stüdyoda çalışmaktan biraz sıkılmıştım. Farklı bir şeyler yapmak istiyordum. Aklımda “ Pazar Sabahı Kilisesi” vardı. Yani, kilise için müzik yazacaktım. Kuşkusuz, çok değişik bir kilise ayini ve müziği tasarlıyordum. Kesinlikle Hıristiyan kilisesinin ayin müziği değildi. Mitraizm ve benzeri antik çağ inançlarına özgü ritüeller ve bunlara uygun bir müzik vardı kafamda. Bu tasarımı Stewart Brand’a açtım. İlginç buldu. İlginç bulmakla kalmadı bir de öneri de bulundu.” Gidip Fritz Perls’i görelim, o da vaaz versin “ dedi. Fritz Perls Big Sur’da yaşıyordu. Stewart’ın askeri kamuflaja boyanmış Volkswagen minibüsü vardı. Bir hafta sonu atlayıp Big Sur’e gittik. Tasarımı Fritz Perls’e açıp vaaz vermesini teklif ettiğimde şaşırdı, yaşadığı şaşkınlığın ötesinde bize bağırdı. “Ne vaazı? Delirdiniz mi siz? “ diye çok yüksek perdeden bağırıyordu. İşte o zaman kaba ve nezaketsiz bir insanla karşılaştığımdan emin oldum. Big Sur’de iyi bir hafta sonu geçirmedik.

O dönemde zengin bir komünal hayat deneyiminiz var. Komünler modern şehir hayatından uzaklaşmaydı…

Komün deneyimimden önce inziva günlerim var. Satori ile aydınlanmayı umduğum bir dönem oldu. Alan Watts’ın yazdıklarını epey okumuştum. Amerikan Bankası’ndaki işimden ayrılmak ve Marin County’de Tamalpais Dağı’nda Zen inzivasına çekilmek istiyordum. Hiç çalışmadan geçireceğim inziva dönemi için para biriktirmiştim. Önce KPFA’ya uğradım, Alan Rich’i görmek için. Bana Loren Rush adlı bir besteci arkadaşı olduğunu, onunla mutlaka tanışmam gerektiğini, iyi anlaşacağımızı söyledi. Rich, beni dağın kıyısında bulunan Samuel P. Taylor Parkı’na kadar arabasıyla götürecekti. Loren Rush bu parkın yakınında Point Richmond’da yaşıyordu. Loren ile gerçekten iyi anlaştık, hemen arkadaş olduk. Ona San Francisco’daki en iyi kompozisyon öğretmeninin kim olduğunu sordum. “Bildiğim kadarıyla Bob Erickson “ dedi. Bu adı zihnimde bir yere yazdım. Alan beni dağın eteğindeki parkta bıraktı. Yanında Alan Watts’ın kitapları, bazı haiku çevrileri vardı, çay yapabilmek için küçük bir gaz sobası almıştım. Tırmandım, tırmandım… Metruk bir kabin buldum, küçük bir de memba vardı. Sonradan oranın havza olduğunu öğrendim. Orada kamp kurdum. Okuyor ve meditasyon yapıyordum. Her günün sonunda tepelere sis geliyordu. Müthiş bir deneyimdi. Kaliforniya’nın dağ tepelerinde, ormanlarda, dev sekoyalar arasında münzevi bir hayat yaşama fikrini çok cazip bulmaya başlamıştım.

Peki bu fikri hayata geçirdiniz mi?

Hayır, Tamalpais Dağı’nda zihinsel olarak epey yükseklere çıktıktan sonra San Francisco’ya döndüm. Fakat dağdaki bu deneyim bana biraz da tesadüfî bir biçimde komünlerin yolunu açtı.

Komünler modern şehir hayatına tepki olarak doğdu. Nazi Almanyası’nda toprağa bağlılık, kırsal hayat ve böyle bir hayatın saflığı savunulmuş ve yüceltilmişti. Beri yandan şehirler dekadansın yuvası addediliyordu. Fakat 1960’larda komünler tüketim toplumundan kaçış mekânları haline geldiler. Başarılı örneklerin yanısıra başarısız olanlar, ağır eleştiri konusu yapılanlar da var.

Evet, bir bakıma doğru. Naziler özellikle gençleri toprağa bağlı bir ve fiziksel olarak çok zinde bir hayata özendirmişlerdi. Ama Nazi Almanyası’nda her türlü komünal hayatın yüceltildiği söylenemez. Nazilerin tahammül edemediği bir yön de vardı komünal hayatta. Ben bunlardan birinin içinde bulundum. Bruderhof adlı bu komünün kökleri Hitler öncesi Almanya’ya dayanıyordu. Sana kısaca anlatayım. Ben Tamalpais Dağı’ndan şehre döndükten sonra bir arkadaşım bana Georgia’das bulunan ve Mahatma Gandi’nin ilkelerine göre kurulmuş bir komünün bulunduğunu söyledi. Bazı ayrıntılar da verdi. Söylediklerini çok ilginç bulmuştum. Gidip o insanları görmek istediğimi söylediğimde arkadaşım “ Zahmet etme, New York yakınlarında yerleşmiş olan Bruderhof adlı bir komüne katılmak üzere onlar buraya geliyorlar” dedi. Heyecanım ikiye katlandı. Bir hafta sonu oraya gittim. Pastoral bir ortamda yaşayan insanlardı..Biraz Quakerlar’a benziyorlardı. Belirli bir çalışma programı yapılıyor, komündeki herkes bu programa dahil oluyordu. Beni de programa dahil ettiler. Su kanalı açma ve hendek kazma işinde çalıştım. Bu arada komünle ilgili pek çok soru sordum. Öğrenmek istiyordum. Özel mülkiyetin bulunmadığını, özel mülkiyete inanmadıklarını, işçilere çalışma karşılığı ücret ödemediklerini söylediler. Söyledikleri bana ilginç gelmişti. Daha uzun bir süreliğine kalmak üzere döneceğimi söyleyerek ayrıldım. Dediğimi yaptım, Bruderhof’a döndüm.

Peki, çalışmanın karşılığı ne oluyordu? Yani, emeği hiç mi ödüllendirmiyorlardı?

Yaptıkları işleri, eşyaları satıyor, çalışma ücreti ödemedikleri için de para biriktiriyor, biriktirdikleri parayla da değişik yerlerde arazi satın alarak genişleyebiliyorlardı. Pensilvanya’da, Conneticut’da uzantıları vardı, ayrıca Paraguay’da da. Başta da söylediğim gibi kökleri Hitler öncesi Almanya’ya dayanıyor. Hitler iktidara geldiğinde onların Almanya’yı terk etmeye zorlamış, önce İngiltere’ye göç etmişler. Fakat İkinci Dünya Savaşı çıktığında dışişleri bakanlığı “ bu ülkede bulunan bütün Alman vatandaşları gibi sizleri de enterne etmek zorundayız” deyince onlar da çareyi İngiltere’den ayrılmada bulmuşlar. Onları toplu olarak kabul eden tek ülke Paraguay’mış. Birkaç ay içinde teknelerle kafileler halinde Paraguay’a gitmişler. Yolculukları kolay olmamış. Alman denizaltılarına rağmen uzun deniz yolculuğu yapmışlar. Orada üç ayrı köy kurmuşlar. Hastane inşa etmiş ve bunu çevredeki halka da hizmet verir hale getirmişlerdi.

Komün yaşamınızın müziğinize etkisi nasıl oldu? Elektronik müzik kompozisyon yazdınız mı o dönemlerde?

Kompozisyon değil, ama ritüel ve toplantılar için müzik yazdım ilahiler ve şarkılar düzenledim. Birarada yaşayan insanların birlikte söyleyebilecekleri nağmeler, şarkılar olmalıydı. Sabah Yıldızı adlı komünde bulunduğum sırada hem spritüel nağmeler, ilahiler düzenlemenin, hem de kamp ateşi çevresinde toplanmış insanların birlikte söyleyebilecekleri şarkılar yazmanın benim görevim olduğunu düşündüm. Mademki buradayım o halde buradaki insanları birarada tutacak müzik yapmalıyım dedim. Düzenlediğim ilahilerden birinin Kuzey Amerika Yerlileri Kilisesi’nin peyote ayinlerinde kullanıldığını duydum. Bunu öğrenmek beni çok mutlu etti.

Bakın şimdi aklıma Antonin Artaud’nun Tarahumara yerlilerinin peyote ayinlerine katılması geldi. Sizin düzenlediğiniz ilahiyi ayinlerinde söyleyen yerlilerle ilişkiniz oldu mu?

Peyote ayinlerine katılıp katılmadığımı soruyorsan, hayır. Ama peyote deneyimin olmuştu. Etkisini biliyorum. Steve Reich’in sayesinde. 1963 yılıydı, Steve evime geldi, bir kâğıda sarılmış kahverengi tomurcuklar getirdi. Bunların kurutulmuş peyote olduğunu söyledi. İkimizde peyote aldık ve bütün gece piyano çaldık. Tam keyfini çıkarırken Steve eve gideceğini söyledi, bana da uzanıp yatmamı ve gözlerimi kapatmamı önerdi. Peyote etkisi altında gözlerimi kapalı tutarsam şaşırtıcı bir evrene adım atacağımı vurguladı. Haklıymış. Bütün hayatımı yeni baştan yaşadım. Bulunduğum andan geriye doğru giderek bütün hayatımı yeni baştan yaşadım. Çocukluğuma kadar uzandım. Daha önce hatırlayamadım her şeyi gördüm. İki yaşındayken kaybettiğim annemin imgesi de belirdi.

Belki Zaman Alanları (Time Fields ) adlı eserinizle ilgili bir soru sormanın yeri geldi. Zaman Alanları 1960’lardan bir başka eseriniz. Orada kartlar kullanmışsınız. Kartlara rastgele damlatılan mürekkep ve oluşan mürekkep benekleri. Bunlar icracılara yön gösterici mi oldu? Bu eserinizin “şans müziği “ özellikleri taşıdığı söyleniyor.

Evet,1960’ların ilk yarısından. Zaman Alanları’nın bir tür şans müziği denemesi olduğu söylenir. Bir bakıma doğrudur. Belirsizlik ve ihtimaller üzerine kurulmuş bir çalışmadır. Pacifica Yöneticiler Ödülü’nü verdiler bu eserime. Belirli büyüklükteki bir yığın kartı zemine yaydım. Üzerilerine rast gele mürekkep damlattım. Kartlara damlayan mürekkep lekelerini, benekleri icracı müzisyenlere sundum. Kartların ya lekenin bulunduğu ön yüzünü gösteriyordum ya da arka yüzünü. . Kartları döngüsel bir biçimde düzenlemiş, dairesel bir sıraya koymuştum. Kartlardan herhangi birinden başlıyordum ve müzisyenler sırayla bütün kartları görebiliyorlardı. Başlangıçta bunu bir şaka olarak düşünmüştüm. Ancak daha sonra bu lekeler benim gözümde çağrışım yapan olaylara dönüştü. İcracı müzisyenlerin de öyle yaklaşmalarını istiyordum. Özetlediğim bu niteliklerinden dolayı şans müziğinin kimi öğelerini içeren bir eserdir.

Bu çalışmanın zaman algısı konusuyla ilişkisi var sanırım. Zaman varoluşsal bir kavram değil mi? Batı düşüncesi zaman konusuna yoğun ilgi duyuyor. Bu ilgi ölüm bilinciyle de bağlantılı. Batılı insan ölüm düşüncesi ve bilinciyle saplantı kertesinde ilgileniyor. Siz zamana nasıl yaklaştınız?

Zaman Alanları üzerinde çalışırken açıkçası zihnimde zaman algısına ve bilincine dair sözünü ettiğin denli yoğun düşünceler yoktu. Ama bunun dışında, genel olarak zaman konusuna benim yaklaşımım da bu özetlediğin yaygın düşünceden farklı değil. Ölümlü olduğumuzu biliyor ve yaşadıkça hayatı tüketiyor, bir sona doğru ilerliyoruz. Zamanın bu işleyişi karşısında kaygılanıyor, hatta çoğu kez korkuya kapılıyoruz. Bir sona doğru yol aldığını bilmek insanda kaygı ve saplantı doğuruyor. Başlangıç ve son arasında geçirdiğimiz zamanı bu duygularla yaşıyoruz. Yaşadığımız sürece hayatın önümüze koyduğu ve bize sunduğu pek çok şeye evet diyerek, yaşamı olumlayarak ve sonuçta yaygın duyguların dışına çıkarak da yaşamak pekâlâ mümkün. Bu konuda bir deneyimimden söz edeyim LSD etkisi altında yaşadığım bir deneyim.

LSD ve benzeri drug’ların zihni genişlettiğini söylemeleri boşuna değil. İlginç bir deneyim olmalı. Bu arada yeri gelmişken sizden Trips Festivalleri ile ilgili anılarınızı özetlemenizi isteyeyim

1965 yılı olmalı. Arkadaşım Stewart Brand bir gün bana telefon etti, Ken Kesey ve Merry Pranksters’ın şehirde olduklarını, asit testleri yaptıklarını, Trips Festivalleri adı altında bir şeyler düzenlemek istedikleri söyledi. Çalışmalara katılmak isteyip istemediğimi sordu. Teklifi kabul ettim ve festivali düzenleyecek bir grup insan arasında yer aldım.Bu kez festival için hangi toplulukları önerebileceğimi öğrenmek istediler. Her gece iki topluluk olacaktı, son gece ise önceden sahne almış topluluklar birlikte yeniden sahneye çıkacaklardı. Berkeley’de Ben ve Rain Jacopetti’yi tanınmış, onların kurdukları Open Theatre ‘ı izlemiştim. Trips Festivali için Open Theatre’ı önerdim. Onlar da Berkeley ’kökenli bir rock topluluğu olan The Loading Zone ve North Beach’de gösteriler sahneleyen beş kişilik bir stand-up komedi topluluğunu, Congress of Wonders ile birlikte geldiler. Merry Pranksters’a katıldığı günlerde Amerikan yerlilerinin kültürleriyle hayli ilgilenen, onların karşı kültürün asıl yaratıcıları olduğunu düşünen, rezervasyon bölgelerinde onların kültürlerini belgeleyen , fotoğraflar çeken Stewart Brand, America Needs Indians adı altında gerilla tiyatrosunu ve mültimedya gösterisini bir araya getirmişti.. Festivalde bu da vardı. Janis Joplin katılmadan önceki haliyle Big Brother and the Holding Company ve tabii Grateful Dead. İlk isimleri Warlocks’u bırakmış, bugün herkesin bildiği isimlerini, Tibet Ölüler Kitabı’ndan seçtikleri isimlerini almışlardı. Onları Ken Kesey getirmişti. Ken Kesey ve Merry Pranksters ile Körfez Yöresi’nde bir süredir birlikte asit testleri yapıyorlardı. San Francisco Teyp Müziği Merkezi olarak biz de katıldık. Ama Mort aramızda yoktu. Festivalden uzak durmuştu. Nedenini bilemiyorum. İlk gece Open Theatre ve beraberinde getirdikleri topluluklar vardı. İkinci gece Teyp Merkezi, Big Brother, Grateful Dead. “ Yan Trips” adı altında farklı mekânlarda başka performanslarda gerçekleştirildi. Pauline, Encore Theatre’da bir performans icra etti. Dansçı ve tasarımcı Elizabeth Harris ile işbirliği yaparak bir çalışma yaratmışlardı. Bruce Connor gibi bazı deneysel filmcilerde gelip çalışmalarını gösterdiler. LSD deneyimlerinde ortam ve çevrenizdeki insanlar önemli. Timothy Leary de haklı olarak bunu vurgulamıştır. Festivaller kalabalık, ama aynı zamanda keyifliydi. Herkes eğlendi. Ben organizasyon sorumluluğu üstlenmiş olduğum için çok yükseklere çıkmamaya, çok uçmamaya dikkat ettim.

Galiba Trips Festivali’nin ardından işler iyi gitmedi.

Trips festivalinden bir yıl sonra Ken Kesey hüküm giydi. Ama LSD’den dolayı değil, cannabis bulundurduğu için. Altı aylık bir hapis cezasına çarptırıldı. Hemen sonra bir kez daha tevkif edildi. Stewart’ın Telegraph Hill’deki evinin çatısında Carolyn Adams ile birlikte cannabis içerken tevkif edildi. LSD’yi bulan, daha doğrusu popülerleştiren, yaygınlaştıran kişi olarak bilinen Timothy Leary için de hayli huzursuz zamanlar oldu. Aranıyordu, Meksika’ya kaçarken sınırda yakalandı İlginç olan şu: LSD’nin mucidi olarak bilinen bu kişi de çok az miktarda cannabis bulundurmaktan dolayı tutuklanmıştı. Tutuklandı, sonra firar ederek yeraltına indi, polisin ve kamunun gözünden kayboldu. Ama firarda geçirdiği günlerde dahi uzun süre gazetelerin ön sayfalarına haber oldu.

Timothy Leary ile tanışmış mıydınız?

Bence şöhretli insanların diğer insanlarla ilişkilerinde çoğu kez bir sorun var. Bu tür ilişkilere hep kuşkuyla bakmışımdır. Şöhretli kişilerin çevrelerinde daima bir kalabalık oluşuyor. Bir tür kült lider muamelesi görüyorlar. Otoritesi tartışılmayan bir lider ve çevresinde ona hayranlık besleyen insanlar. Bu benim hoşlandığım bir şey değil. Timothy, özellikle Harvard’daki görevine son verilmesinden sonraki dönemde böyle bir statü elde etti. Bu belki onun iradesi dışında gelişti, ama sonuçta sözünü ettiğim kült lider ve onu kuşatan hayranları ilişkisi doğdu. Ben böyle bir ilişki biçiminden hiçbir zaman hoşlanmadım

1960’larla ilgili tuhaf ve ürkütücü bir şey de var. Herkesin barışta söz ettiği karşı-kültürün içinde bir noktadan sonra ortaya çıkan şiddetten söz ediyorum. Manson ve Aile bunun uç örneği.

Evet, 60’lar denildiğinde akla gelen isimlerden biri de Charles Manson. Yani, o dönemin bir parçası, inkar edilmez bir biçimde o döneme ait . Ondan öncesi de var. Altamont. Orada Rolling Stones konserinde güvenlik görevlileri olarak kullanılan Cehennem Melekleri bir genci bıçaklayarak öldürmüşlerdi. Altamont’u Manson izledi. Bu cinayetlerde drug’ların etkisi olduğunu da ileri sürüldü. Bu iddia gerçeklik payı taşıyor olabilir. Cannabis’i LSD, onu da kokain ve eroin izledi, daha tehlikelileri de piyasaya çıktı. İnsanı şiddete, başkalarına bedensel zarar veren davranışlara yönelten uyuşturucu ve uyarıcılar. Altmışların karanlık çehresi böyle belirdi. Manson ve Aile’nin işlediği cinayetler her şeyin tersine döndüğünü gösteren korkunç bir olaydır. Bu cinayetler büyük bir paniğe yol açtı. Manson’ın işlediği cinayetle ilgili haberi radyoda duydum. Şöyle bir olay başıma geldi: Benim Charles Manson’inkine benzeyen sakalım vardı. Arkadaşımla anayolda arabada gidiyorduk. Otoyol devriyesi bizi durdurdu. Beni Charles Manson’a benzetmiş. Şüphe dönemi başlamıştı. İnsanlardan, onların görünüşünden şüphe ediliyordu. Bu altmışlara yabancı bir tutumdu ve işlerin tersine döndüğünü gösteriyordu.

Evet, insanlara paranoyakça bir kuşkuyla bakmak 1950’lere, Soğuk Savaş’ın hız kazandığı yıllara özgü bir tutum. Peki, Trips Festivali’nden sonra siz ne yaptınız? Sizin hayatınızda da iyi ya da kötü bir değişiklik oldu mu?

Trips Festivallerinden sonra ben çöle gitme, bir süreliğine çöle çekilme kararı aldım. Hayatımı baştan itibaren düşünmek, geleceğimle ilgili kararlar almak için tek başıma kalmaya ihtiyacım vardı. Çöl bu bakımdan son derece elverişli bir yer. Yanıma çok sayıda asit tableti ve terrier cinsi köpeğimi aldım. Küçük Fiat arabamla yola koyuldum. Ancak çok geçmeden arabanın böyle bir yolculuk için hiç uygun olmadığı anlaşıldı. Çöle uzanan uzun bir yolu onunla katetmek mümkün değildi. Monterey yakınlarında ikinci el araba satan bir yerde mavi renkli bir Chevy karavan ile takas ettim. Fakat onun da motorunun çok yağ yaktığı kısa sürede anlaşıldı. Arkamda yağ izi bırakarak yol alıyordum. Sık sık duruyor, motora bakıyor, temizliyordum. Phoenix’e giderken yolda birbirine yakın birkaç mağara gördüm. Durdum ve içlerinden birine girdim. Yanımda Tibet Ölüler Kitabı vardı. LSD aldım. Mağarada ilk asit deneyimi buydu. Mağaranın içinde, Tibet Ölüler Kitabı’na daldım. Orada kaldığım günlerde ikinci kez asit attığımda hava kararmıştı, uzaktan birçok arabanın ön farlarını yakmış, bulunduğum yöne doğru geldiklerini gördüm. Sanki insanlar Los Angeles’den kaçıyorlardı, şehrin bir felakete uğradığını ve bu nedenle boşaltıldığını düşündüm. Meğer Deniz Piyadesi bir tatbikat yapıyormuş, tatbikat için bir bölgeye gidiyorlarmış. Askeri konvoy uzundu, fakat LSD’nin etkisi altında konvoy bana çok daha uzun görünüyordu. Sanki konvoyun sonu yoktu. Arabaların farları da gerçekte olduğundan çok daha parlaktı. Mağaradaki üçüncü asit yolculuğum daha önce yaşadığım bir başka deneyimin adeta uzantısıydı. Önümde iki farklı yol uzanmıştı. Biri hayır diğeri evet yolu. Birincisi hayatın sunduğu her şeyi geri çeviriyor, diğeri ise hayatı bütünüyle olumluyor, evet diyordu. Bu iki ayrı yol Tamalpais Dağı’nda da karşıma çıkmıştı. Sislerin içinden çıkıp gelen ve tepeye, ormandaki dev yapılı sekoya ağaçlarına, bütün parlaklığıyla yansıyan, benim de zihnimi aydınlatan o ışık bana hayatın hakkını verebilmek için onun sunduklarına evet demeyi öğütlemişti. O ışık mağaradaki üçüncü LSD deneyimimde bir kez daha zihnimi ve ruhumu aydınlatıyordu. Şimdi mağarada bir kez daha bir insanın birbiriyle zıtlık içinde olan iki yol arasında seçim yapması gerektiğini kavrıyordum. O dönemde yeni ve farklı toplumsal ilişkiler için komünlerde biraraya gelenlerin seçtiği yol evet yoluydu. Hayatı olumluyorlardı. Diğeri, yani hayır yolu Hıristiyanlığa özgü bir tutum. Yaptığı birçok şeyden pişmanlık duymak, bunların günah olduğunu düşünmek ve kendini günahkâr hissetmek. Bunun sonucunda yapmak istediğin birçok şeyi yapmaktan kaçınmak, hayatın getirip önüne koyduklarını yaşamaktan ve onların tadını almaktan kendini alıkoymak.

Bu deneyiminiz Nietzche’nin felsefesini hatırlatıyor. Onun hayatın olumlanmasına dair düşüncelerini ve Hıristiyan ahlakına ilişkin eleştirilerini siz LSD etkisi altında yaşamışsınız.

LSD deneyiminde bir sonsuzluk duygusu sizi kuşatıyor, sarmalıyor. Hele çöl gibi bir ortamda bu duyguyu çok daha fazla hissediyorsunuz. Sonsuzluk duygusunun etkisi altında hayatın size sunduklarını hoşnutlukla onaylıyorsunuz.

Bu kez de bana William James’i hatırlattınız. Dinsel Deneyimin Çeşitleri’nde sanırım. “ Sarhoşluk anlarımızda hayatı daha çok severiz “ der.