Ana Sayfa Vizör Rüyalarda buluşalım

Rüyalarda buluşalım

Rüyalarda buluşalım

İki insanın aynı rüyayı görmesi mümkün mü? Yani, iki insanın önce rüyalarında tanışması?

On Body and Soul ya da Macarca orijinal ismiyle “Teströl és lélekröl”, alışılmadık bir aşk hikayesi, izledikten sonra akla kazınan bir film. Macar yönetmen Ildikó Enyedi’nin son filminden 18 yıl aranın ardından çektiği filmi, karla kaplı bir ormanda, ağaçlar ve dallar arasında, su birikintilerinde yiyecek bir şeyler arayan bir geyikle ceylanın pastoral bir rüya alemindeki birlikteliğiyle başlıyor. Sonra kendimizi kanlı bir mezbahada, rutin bir iş gününün içinde buluyoruz. Ardından da iki yalnız ruh, acı dolu utangaç kalite kontrol uzmanı Maria ile yönetici Endre’nin ilişkisi başlıyor. Tek ortak noktaları gördükleri rüyalar olan iki insan, birbirleriyle aynı rüyaları paylaştıklarını keşfediyorlar ve bu rüyaları birlikte, gerçek yapıyorlar.

Endre (Géza Morcsányi)

Tek kolu disfonsksiyonel, orta yaş erkeği… Koluna ne olduğunu film boyunca öğrenemiyoruz. Dairesinde yalnız yaşayan, yalnız yiyip yalnız içen, bu münzevi hayatı bilinçli tercih etmiş gibi görünen bir yönetici. Tek yakın arkadaşı, kantinde yemekleri beraber yedikleri Jenö… Kolsuz ama çüksüz değil. Bu yüzden ara sıra kaçamakları olduğunu görüyoruz. Belki de kolu yüzünden toplumdan dışlandığını düşünüp kendi yalnızlığını seçmiş. Kabullenmişlik hali içerisinde hep ihtimalleri ertelemiş.

Mária (Alexandra Borbély)

20’lerinin sonunda nazenin sarışın… Anladığımız kadarıyla hiç arkadaşı yok. Kim bilir Endre onun yaşındayken ne kadar sosyaldi? Fazlasıyla içine kapanık, sosyal becerileri sınırlı, tuzlukla, çatalla, bıçakla konuşan, Endre ile yaşadığı diyalogları harfi harfine hatırlayabilecek kadar “anormal” ama hoş bir kadın. Arkadaşlık kurmak isteyenleri geri çeviren, temasa tahammülü olmayan, takıntılı biri… Otizmli olduğunu düşündüren, psikolojik sorunları var. Psikoloğu, “İlk kez ne zaman regl oldun?” diye sorduğunda anında “5 Kasım 1988” cevabını verebiliyor. İnsanlarla ilişki kuramayan, mekanik, sosyal becerileri hiç gelişmemiş, donuk, aşkın ne olduğunu anlamak için parklarda sokaklarda birbirine sarılan, öpüşen sevgilileri dikizleyen, bazen de geceleri evinde hardcore porno izleyen garip bir biri. Parmak uçlarını bile saklıyor güneşten.

Mezbahada yaşanan bir hırsızlık vakası sonrası, olayı soruşturan polisin zorlamasıyla çalışanlara psikolojik test uygulanır. Seksapel psikolog, ilk olarak Endre’nin rüyalarını sorar. Endre, kendisini bir ormanda geyik olarak gördüğünü, yiyecek aradığını ve yalnız olmadığını anlatır. Psikolog, sık sık tekrar ettiği söylenen bu ilginç rüya ses kayıt cihazına alır. Sıra Maria’ya geldiğinde o da hemen hemen aynı şeyleri tekrar edince psikolog bu kez ikili terapi yapıp, sesleri dinletince aynı rüyayı gördüklerini anladıkları gibi beraber olmaları gerektiğini de anlıyorlar. İkisi de değişiyor.

Bir geyik kadar hızlı koşabildiğini düşün. Aşık olduğun kişi tren camından sana bakıyor ve raylar boyunca çıldırasıya koşuyorsun. Ve elbet, trenin hızına yetişmen mümkün değil. Maria da onu kaybettiğinde, değişme çabası ve bir müzik markette keşfettiği “en sevdiği şarkı”yla baş başa kalıyor. Ulaşılması da unutulması kadar zor olan nadir şeylerden biri aşk… Tam saçlarından yakalamışken, parmaklarının arasından kayıp gitmesine engel olamamak büyük bir yıkımı beraberinde getirebilir. Maria da ruhunun taa derinlerinde hissettiği büyük acıyı bedensel olarak da duymak istemiş olmalı ki, küvete girip gözünü bile kırpmadan bileğini dikey kesip, kan kaybederek yavaş yavaş ölmeyi bekliyor. Ancak tam o anda telefonu çalıyor ve daha önce “Bu ilişkiyi istemiyorum” diyen Endre, bu kez “Merhaba” diyor. Birkaç saat içinde ölecek olmaktan bir anda vazgeçip, bileğinden akan kanlara rağmen “Geliyorum” deyişindeki heyecan en az filmin müziği kadar güzeldi. Avrupa sinemasının kaliteli örneklerinden hoşlananlar kaçırmamalı kesinlikle.

Ildikó Enyedi’ye Berlinale’de Altın Ayı kazandıran filmin basın toplantısında, “Neden rüya metaforunda geyikler kullanıldı?” diye soruluyor. Ödüllü yönetmenin cevabı, “Çünkü inekler ve sığırlar özgür olmayan hayvanlar. Onları daha sonra kesip yemek için dar ve karanlık alanlara sıkıştırıyoruz. Geyikleri seçtim çünkü özgür bir hayatları var. En azından tüm ömürlerini yaşayabiliyorlar. Hapsedilmeden ve öldürülmeden, tam ömrünü yaşamak bir hayvan için şahane bir hediye olmalı” şeklinde oluyor.

Özgürlük duygusuna yaptığı bu vurgu, kendi bedenine hapsolmuş bir kadının aşkı keşfetme sürecinde güçlü bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Bir yerlere, bir şeylere hapsedilmeden tam ömrünü yaşadığını kim iddia edebilir ki? Kimi zaman bir plazanın içinde tüm kurallara uyarak geçen ve ardı arkası kesilmeyen iş günleri, kimi zaman bir okulda öğretmen rolünde, bir amfide mutsuz ve geleceksiz bir öğrenci olarak, sağlık sorunlarıyla boğuşan bir anne ya da umutsuz bir aşık olarak. Kimi zaman da bir kesimhanede kılı kırk yaran bir kalite kontrol memuru ile sosyalleştiği tek yer öğle yemekleri olan bir işletme müdürü olarak. Aşkları da sigaralar veya hazır gıdalar gibi tükettiğimiz ve sürekli “sıradaki” diyerek kan gölüne çevirdiğimiz bir toplumda saf sevginin, en güzel hediyenin değerini de hatırlatıyor, görmesini bilene…

**

Filmi etkileyici kılan bir diğer yanı da Laura Marling’in “What He Wrote” şarkısı. Bir filmde keşfedip, sen sevdiğim şarkılar arasına daha ilk dinleyişte girdi bile. İlk aklıma gelen diğerleri de şunlar:

Butch Cassidy and the Sundance Kid (1969) – Raindrops Keep Fallin’ On My Head

Le Havre (2011) – The Renegades: ‘Matelot’ (1965)

Once (2007) – Falling Slowly

3:10 to Yuma (1957) – Three Ten to Yuma (Frankie Laine)

Back to the Future (1985) – Eart Angel (Marvin Berry)

Rio Bravo (1959) – Get Along Home, Cindy (Ricky Nelson)

High Noon (1952) – Do Not Forsake Me Darling

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl