Ana Sayfa Litera SAFVETÎ ZİYA : “KALBİMİ PARÇALADINIZ”

SAFVETÎ ZİYA : “KALBİMİ PARÇALADINIZ”

SAFVETÎ ZİYA : “KALBİMİ PARÇALADINIZ”

Edebiyat, şehir aydınları adı verilen küçük azınlığın malıdır çoğu zaman.” der Kemal Karpat, Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular’da2; uzun, keskin ve kırılgan bir kılıcı cilalayarak bileylerken… Sonra da çeliğin yanağını dayar boğazımıza: “Türk halkının yüzde seksenini meydana getiren köylünün sözü geçmez. Köyden yetişmiş bir-iki aydının da, adeta utanarak, çekinerek geldikleri çevreyi gizledikleri görülür.”

Yaralayıcı bir saptama gibi gelmiştir bu hep bana; pırıltılı mahiyetini, çığırtkan hakikatini idrak ve kabul etmeme rağmen… Öte yandan bugün de “şehir aydınları” için mi edebiyat, tartışmaya değer doğrusu. Sanki tartıya gelmeyen bir yan var burada…

Karpat’ın sözü, daha çok 1940 öncesi için belli ki. Hasan Âli Yücel ve Köy Enstitüleri’ne dikkat çekmesi bundan. Köylünün kendi çabalarıyla edebiyata girmesini bile isteye vurgulaması… Mahmut Makal’ın Bizim Köy hadisesine dikkat çekmesi… Derken, “köy problemlerini değişik açılardan derinlemesine ele alan” Talip Apaydın, Fakir Baykurt ve Mehmet Başaran’ı anması… “Bir kısmı köyden bir kısmı orta tabakadan gelme başka birinci sınıf yazarlar”ı işaret etmesi: Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Samim Kocagöz ve İlhan Tarus…

Karpat, fevkalade değerli buluyor, 1952’ye kadar yirmi bir enstitünün yirmi bin mezun verişini… Enstitülerin ders programlarını… Programda edebiyata tanınan ayrıcalığı… Arı Türkçeyi tercih edişlerini… Yaşananla anlatılan arasında doğrudan bir ilgi olmasını… Çünkü “gerçek bir Türk edebiyatı” olduğuna inanıyor, “toplumu demokratik gelişme yolunda ilerlemeye hazırlayan”…

Şehir aydınlarına hitap ettiğini düşündüğü “edebî edebiyat”a karşı… Aile facialarının, yıkılan aşkların, ayışığında yalnız başına dolaşmaların anlatıldığı, çoğunlukça beğenilen, ağlamaklı edebiyata da karşı ama… Yani Kerime Nadirlere, Esat Mahmut Karakurtlara, Muazzez Tahsin Berkantlara, Etem İzzet Benicelere… Ona göre, “memleketin gelişmesinde asıl etkisi görülen yazarlar” değil bunlar.

Siyaset – İdeoloji – Edebiyat

İşte tam da burada, yine iddialı, yine yaralayıcı bir saptamada bulunuyor Karpat: “Diyebilirim ki, Türk edebiyatı devlet siyasetinden yararlanarak gelişmiştir.”3

Kabul; İ.Ö. 3 bin yılında yazıldığı düşünülen taşın kalbini açan adama selam olsun beytinden bu yana edebiyat ile siyaset arasındaki münasebet, muhtelif mübahesat ve münakaşaların odağı olmuştur her daim. Halil İnancık’a inanırsak, divan şairleri para karşılığı şiirler yazmıştır (bkz. Şair ve Patron) mesela. Her ne kadar “ideoloji”, Eagleton tarafından, “insanların birbirlerini zaman zaman tanrı ya da böcek katına koymalarına yol açan şey” olarak tanımlansa da, siyasi erk, “edebiyat”ı zaman zaman bir araç olarak kullanmaktan çekinmemiştir. En nihayetinde sansür de bu münasebeti dışavuran, açığa çıkaran şeylerden biridir sadece.

Haddime mi, Benjamin’in kulağını çınlatıp “tarihin tüylerini tersine fırçalamak”; ancak denebilir ki, II. Abdülhamit, değerli taş ve madenlerle süslenmiş büyük makam koltuğuna oturduğu 33 yıl boyunca, kendisine miras bırakılan baskı ve zulüm dağarcığını, Cevdet Kudret’in saptamasıyla söylersek, “bir kuyumcu gibi işlemiş”, “geliştirmiş”, “kanun ve tüzüklerdeki (nizamname) tüm boşlukları doldurmuş”4 olmasına rağmen, o kültürel iklim içinde Karpat’ın “edebî edebiyat” tanımına giren eserlerin üretilmesine, “özel bir feminizm”in serpilip filizlenmesine, işçi sınıfından mahrum bir sosyalizmle tanışılmasına, “çocuk”a ilişkin bir farkındalığın oluşumuna5, mizahın patlamasına6 vs. zemin hazırlamış gibi gelir bana, ama şu, ama bu sebeple…

Şükran Kurdakul’dan ödünç alarak örneklendirmek gerekirse; II. Meşrutiyet boyunca, bilhassa Edebiyat-ı Cedide sürecinde, “şiire değişik konu ve temalar girmiş”, “öteki insanların (hasta çocuklar, balıkçılar, dilenciler) sesi duyu(ru)lmuş”, “şiirin ilkel bir gerçekliğe bağlı toplumsal öz’ler kazanmasına yol aç(ıl)mış”; “doğuşunda belki Abdulhamid II.’nin amansız ‘sansür’ünden kurtulma kaygılarının da payı olan bu yapay dil giderek Tanzimat sonrası ‘alafranga’ aydın tipinin ortak züppelik aracı düzeyine çıkıvermiş”7… Derken “öksürüklü bir duyarlık”, “sahte içlenmeler” kol kola girip beğeni duvarlarını aşmaya çalışmış…

Tanpınar haklıdır esasında; “modern Türk edebiyatı bir medeniyet krizi ile başlar”8… Başlarda aidiyetini sorgulamakla… Hoşnutsuzlukla… Ve nihayetinde Garplılaşmakla… “Platonik bir hayranlık”la… İyiliği, doğruluğu, gerekliliği bir yana… Aldıkları, verdikleriyle; elinde tuttukları, hâlâ kurtulamadıklarıyla…

Esas kışkırtıcı olan ise şu: Türk edebiyatı, devlet siyasetinden yararlanarak mı gelişmiştir (Karpat), yoksa devlet siyasetine rağmen mi gelişmiştir?

Avni Lifij

Plehanov – Salon Köşeleri – Tipik Türklük

Avrupa eğitimiyle yetişmiş, Batı uygarlığını benimsemiş kişiye diyoruz “alafranga”. Ve hemen yanına iliştiriyoruz “züppe”liği… Böylelikle giyinişte, konuşma biçiminde, dilde, düşüncede toplumca gülünç ve doğala aykırı bulunan yapmacıklara ve aşırılıklara kaçanları Batı terbiyesiyle yetişenlerle bir tutuyoruz. Yetmezmiş gibi, bu iki kavramı “aydın”la buluşturup, koluna “yanlış batılılaşma”yı takıyoruz. Sonra da ortaya çıkan hilkat garibesinin, Victor Frankenstein’ın isimsiz canavarından daha “çirkin” ve daha “hırçın” oluşuna şaşıyoruz.

Ne vakit, alafrangalığa örnek bir roman arasak, Ahmet Mithat’ın Felâtun Bey ile Râkım Efendi’si yetişiyor imdada… Giyime kuşama düşkünlüğü, su gibi para harcaması, eğlence yerlerinde gezip tozması, Fransızcayı yarım yamalak bilmesi, mirasa konması vs. Bunlar ve birkaç şey daha yetiyor bir kişinin alafranga olmasına. Varını yoğunu bir İtalyan kadına yedirmesi de sanırım züppeliğe yoruluyor.

Benzer şey, Recaizâde Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası için de geçerli: erken yaşta babayı kaybetme, düzenli eğitimden mahrumiyet, batılı (modern) hayata öykünme, varsıllığını teyit ve temsil edecek sosyal yansımalara muhtaçlık, hayatı taklit ve tekrar… O halde niye sormuyoruz kendimize: Bunlar, aslında eleştirel bakış açısının mahsulleri olamaz mı? Kültürleşme sürecini kendine koltuk değneği edinen “bildungsroman”, eğer olgunlaşma esnasındaki coşkunlukları, çökkünlükleri, kazanım yahut yitirimleri, değişimleri, dönüşümleri kâh mübalağa ederek, kâh metaforlarla serimleyerek, dönemin ahlaki yargılarına sorular yönelten hayat felsefesini temize çekme estetiği ise mirashar Bihruz Bey’i enikonu kavramamıza imkân veren sayıp dökmeleri de, bir eksik iki fazlasıyla bu şekilde okuyamaz mıyız? Değil mi ki Plehanov, eleştiriyi, “bir eserin estetik özünü sosyolojik dile çevirmek” şeklinde tanımlıyor.

Alafrangalık ile züppeliğin kardeş kardeş geçindiği rivayet edilen ve edebiyat tarihi açısından anılmaya değer bulunan bir eser de Salon Köşelerinde’dir; amma velakin yazarı Safvetî Ziya’ya ilişkin şu vakte kadar “hiçbir araştırma yapılmamıştır. Edebiyat tarihlerinde ve ansiklopedilerde yazılanlar oldukça kısa, birbirinden aktarma, sathi ve eksik bilgilerdir.”9 Yalnız bu bile, “tipik Türklük”ümüze ilişkin nadide bir göstergedir.

Safvetî Ziya

Peki, kimdir Safvetî Ziya? Uşaklıgil’e göre, “hayatta her şeye gayet gevşek râbıtalarla bağlı olan; bütün ömründe en kavî râbıtası iyi giyinmek, bol para harc ederek en geniş mikyasta yaşayıp eğlenmek, ve eğer bu ihtiyaçları tatmin etmişse, hattâ belki buna da pek lüzum görmeyerek, daima gülmek” ile günlerini geçiren, “Beyoğlu’nun salonlarında, Boğaziçi’nin mesîrelerinde muvaffakıyetleriyle kıskanılan, o zamanın en iyi vals eden, en güzel Fransızca ve İngilizce konuşan, Türk âleminin temâyüz etmiş güzel kadınlarına hulûl için en kurnaz çareler bulan” (Kırk Yıl); Abdülhak Şinasi Hisar’a göre de, “açık renkli kalın İngiliz kumaşları ve Botter’den olacak, kloş pardösüler, yakası kadife lacivert makferlanlar, açık renk eldivenler” giyen, “kutusundan yeni çıkmış gibi fazla ütülü, renkli, Tepebaşı ve Beyoğlu caddelerinde” dolaşan, “her önünden geçtiği camekanda tuvaletini” süzen, “biraz peltek” biridir (Geçmiş Zaman Edipleri). İstanbul’da doğduğu hususunda herkes hemfikirken, ne zaman doğduğu muammalı bir konudur; kimi kayıtlara göre 1875’te (Cevdet Kudret, Seyit Kemal Karaalioğlu, Şükran Kurdakul, Rauf Mutluay, Kenan Akyüz, İnci Enginün), kimilerine göre de 15 Mayıs 1873’te doğmuştur ki, bu bilgiye Mesut Tekşan, Sicill-i Ahval Defterleri’nden ulaşmıştır. Musa Safvetî Paşa’nın torunu, Orman ve Maadin Müdiriyye-i Umumiyyesi Muavini ve Heyet-i Fenniyesi Reisi Ahmet Ziya Bey’in oğlu, Mina Urgan’ın eniştesidir (?). Hisar’a göre, “babasının ismini kendi ismine ilave eden ilk Türklerden” ayrıca…

Hariciye Kâtibi – Protokol Şefi…

Şûra-yı Devlet (Danıştay) âzâsı Ahmet Ziya Bey, ilkokula yazdırmamış oğlunu; Boğaziçi’nde, Emirgan’a bağlı Boyacıköy’de, Kuleli Yalı olarak bilinen saray yavrusuna –ki A.Ş.Hisar pek çirkin bulur bu yalıyı– çağrılan özel mürebbiyeler sayesinde yabancı dilin yanı sıra okumayı yazmayı, toplamayı çıkarmayı, oturup kalkmayı öğrenmiş Salon Köşelerinde’nin muharriri… Mekteb-i Sultânî’ye (Galatasaray Lisesi) gitmiş sonra; hem Fransızca hem Türkçe bölümünde okumuş, “ediban ve fünûn şehadetnamesi” almış, sınıf ikincisi olarak mezun olmuş… Mekteb-i Erkân-ı Harbiye, Mekteb-i Hukuk-i Sultani, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane yahut Mühendishane-i Berr-i Hümâyun gibi pek çok üniversite bulunmasına ve ailenin maddi imkânları buna imkân tanımasına rağmen, mezuniyetini takiben Hariciye Nezâreti’nde (Dışişleri Bakanlığı) almış soluğu; kimi edebiyat tarihçileri “protokol şefliği”ni yakıştırmışlar ona (ki aslında Cumhuriyet sonrası, Anadolu Şimendiferleri Neşriyat müdürlüğünü takiben yapmıştır bu mesleği), kimileri de “kalem memurluğu”nu yahut “tahriratı hariciye kâtip”liğini…

Hariciye’de çalışırken, fiili gücün İttihat ve Terakki’de, özellikle de Talat Paşa – Enver Paşa – Cemal Paşa üçlüsünün elinde olduğu bir dönemde sadrazamlık yapan Said Halim Paşa’nın nazar-ı dikkatini celb etmiş; memuriyette henüz bir yılı doldurmadan Şûra-yı Devlet üyeliğine seçilmiş, peşi sıra da Said Paşa’nın kızı Saniye Hanım ile evlenmiş…

Teşrifat Umum Müdürlüğü’nde (Cevdet Kudret’e göre Teşkilat Umum Müdürlüğü’nde10) bulunmuş bir süre ve ölümünden iki ay önce Prag elçiliğine atanmış, lakin gidememiş; Büyükada’da verilen bir balo sırasında kalp yetmezliğinden ölmüş: 1927. Ölmüş de, 25 Temmuz’da mı (Cevdet Kudret, Selim İleri), 23 Temmuz’da mı (S. K. Karaalioğlu), bilene aşk olsun!

Mesut Tekşan, tezini yazarken Safvetî Ziya’nın 1914-1922 arasında yurt dışında olduğunu fark ediyor. İlgi gösterip araştırıyor. Safvetî Ziya’nın ablası Nezihe Hanımefendi’nin torunu Ziya Şav’a ulaşıyor. Tüm çabasına rağmen bilgi edinemiyor yine de… Ziya Şav, Safvetî Ziya Bey’in Berlin’deyken aldığı bir tablo ile Avrupa’nın çeşitli muhitlerinde çektirdiği fotoğrafları gösterebiliyor sadece… Ve Safvetî Ziya “kayıp” yıllarına ilişkin bir iki yazı yazıyor sadece, ama asıl ilginç olan şu: Avrupa’da geçen yaklaşık 8 yıl boyunca hiçbir edebi faaliyette bulunmuyor.11 Kendini yahut derdini edebiyat aracılığıyla izaha çabalayan biri için mümkün müdür bu? Operaya ilgi duyan, Guy de Maupassant, Emile Zola, Paul Bourget okuyan biri için hele…

İç Güveyi – Sadaret Damatlığı – Mecidi Nişanı

Hikâye ve eleştiri-tanıtı yazılarıyla giriyor edebiyat âlemine Safvetî Ziya. Ahmet Hikmet’in (Müftüoğlu), “Sen salon hayatında, milliyetimiz nokta-i nazarından geçirdiğin tecrübelerini, ihtisâsâtı, başından geçen ufak tefek birtakım maceraları, hattâ akîm kalmış maceraları bile hayalinde istediğin gibi yaşatarak bir eser yazsan ne iyi ederdin. Bu zeminde şimdiye kadar bir eser yazılmadı. Bu sen yazmalısın.” demesi üzerine de Salon Köşelerinde’yi yazmaya karar veriyor… Romanın ilk bölümü 16 Temmuz 1314 (1898) tarihli Servet-i Fünûn’un 385. sayısında yayımlanıyor. Tefrika 25 sayı sürüyor. Bazı sayılarda 6 sayfa yer kaplarken, bazılarında kendine tek sayfa yer bulabiliyor. Lakin eserin yazarına hakiki bir şöhret değilse bile belli bir bilinirlik kazandırdığı düşünüldüğünde, “sıkıntı”nın büyük olasılıkla yayınlayanda değil, yazanda olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Hatırlayalım hemen; Safvetî Ziya, Sait Paşa’nın konağında iç güveyidir. Mutsuz ve huzursuzdur; “sadaret damatlığı, şeref ve haysiyetine düşkün, zeki ve vakarlı bu genç insana karamsar günler yaşatmaktadır. Memuriyet hayatında ehliyet ve liyakatinden dolayı hızla yükseldiği, Mecidi nişanlarıyla taltif edildiği halde her geçen gün daha da mutsuz olan Safvetî Ziya, II. Abdülhamit idaresinin gaddarlıkları karşısında kırılmış, gücenmiş bir halde oldukça karamsar anlar yaşar.”12

Kurtuluşu ise Servet-i Fünûn’da bulur. O süreci derginin sahibi Ahmet İhsan şöyle özetler: “Safveti Ziya Sadrazam damatlığıyla uyuşamadı; izdivacı mesut olamadı; sadaret konağını bırakıp çıktı ve gelip, Servet-i Fünûn’a girdi, Recaizade Ekrem merhumun himayesi ve Tevfik Fikret’in riyasetinde yeni kurulan Edebiyat-ı Cedide gurubu bir kıymetli arkadaş daha kazanmıştı.”13

Doğrusu, “kıymetli bir arkadaş”tı Safvetî Ziya; belli bir birikimi, yabancı dile tercüme düzeyinde hakimiyeti, hatta çevresi vardı. Ahmet İhsan’a itiraz etmek mümkün mü? Ancak beni şaşırtan, biraz da afallatan, Karaalioğlu’nun Özetli/Örnekli Türk Romanları’na (İnkılâp ve Aka, 1983) koyduğu şu alıntı:

Edebiyat-ı Cedide döneminde Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilirken bu eserin en çok Fikret, sonra da sırası ile Halit Ziya, Cenap Şahabettin ve Mehmet Rauf, orasını burasını düzeltirler… Hatta o kadar çok düzeltmeler yaparlar ki asıl yazarından daha çok emekleri geçmiş olur!.. Fakat buna rağmen, bir gün, Saffeti Ziya, bir edebiyat toplantısında, ortaklaşa yazılan ve üzerinde hemen bütün Servet-i Fünûncular’ın hakkı olan Salon Köşelerinde için, gururlana gururlana, benim eserim şöyle, benim eserim böyle, diye öğünmeye kalkınca, böyle yersiz böbürlenmelere hiç tahammülü olmayan Fikret, oturduğu yerden şöyle seslenerek, Saffeti Ziya’ya haddini bildirir: ‘Sizin eseriniz mi?.. Yok, yok bizim eserimiz deseniz daha doğru olur!’ Romanın konusu Maupassant’ın Ölüm Kadar Güçlü romanıyla Balzac’ın Gorio Baba’sından esinlenmiş gibidir. İstanbul’da Pera-Palas balosunda tanışan yazar Şekip’le İngiliz kızı Lydia arasında geçer. Nefretle, kinle, öç alma duygularıyla başlayan, duygusal çatışmalarla gelişen aşkları, İngiliz kızının İngiltere’ye gitmesiyle sona erer.”

İki şey önemli burada: a.) Salon Köşelerinde her ne kadar Safvetî Ziya’nın yazdığı bir eserse de, Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf ve Cenap Şahabettin tefrika öncesi o kadar çok müdahale ederler ki, eser, “ortak yazılmış” yahut “çok yazarlı” bir esere dönüşür. b.) Salon Köşelerinde öyle sanıldığı gibi özgün, alanında ilk, telif bir eser değildir; Ölüm Kadar Güçlü ile Goriot Baba’dan güçlü izler taşıyan bir “uyarlama”dır.

Tefrikanın üzerinden yaklaşık on yıl sonra, 1912’de yani, “kitap” halinde basılır Salon Köşelerinde… Hem de sansürsüz! Buna vurgu yapma gerekçem şu: Safvetî Ziya, kendisine yöneltilen “ortak eser” suçlamasını, sansür sebebiyle yapılan ortak müdahaleye indirger. Ve bunu Mukaddime’de şöyle açımlar:

Sansürün pençe-i gadrinden zarif bir cümleyi imalı bir kelimeyi, mevzuu bir fikr-i hürriyet-perverâneye zemin olabilecek hikâyeleri yeni yeni kelimelerin müphemiyeti içinde boğarak kurtarabildiğimiz günler düşmandan bir kale zabtetmiş gibi muzafferane sevinirdik! Orada Tevfik Fikretler, Halit Ziyalar, Mahmut Sadıklar, Cenap Şahabettinler, Hüseyin Cahitler, Ahmet Şuayplar, Mehmet Rauflar, H. Nazımlar, Ahmet Hikmetler sonra Faik Aliler, Süleyman Nafizler, Hüseyin Suatlar, Celal Sahirler hasılı Edebiyat-ı cedidede bir nam ü hayat kazanmış gençler birer birer gelip geçerler, her biriyle hasbıhaller edilir, ta’ti-i efkâr olunur, insan o ufak odada bu büyük fikirleri, İstanbul muhit-i mülevvesinin zehirleyemediği o namuslu gençleri gördükçe geniş bir nefes alır, istikbalden o derece nevmid olmaz, insaniyetten o derece müteneffir bulunmazdı. Oraya hiçbir zaman hiss-i menfaat girmez, sanat için edebiyat için memlekete, edebiyatımıza hizmet için çalışılırdı.”

Safvetî Ziya’ya göre Salon Köşelerinde, “pek kıymetdâr hâtıralarını ihtivâ” etmektedir. Zaten roman kahramanı Şekip de onun “gençliğinin pek kıymetdâr bir hâtıra-i husrânıdır”.

Hegel der ki: “Her öz kendisine uygun bir biçim belirler.” Roman kahramanı Şekip’in yazar Safvetî Ziya gibi iyi giyinmesi, iyi içmesi, gezmelere tozmalara doyamaması, dansa (valsa) ve kadına düşkün olması, dil bilmesi, “salon nükte ve komplimanlarını becermesi” (bkz. Cevdet Kudret) bir nebze olsun ikna ediyor okuru. Samimi, sahici yahut sahih kılıyor eseri… Hem şöyle demiyor mu Tanpınar: “Ecnebi bir kadın ile sevişme konusunun, İstanbul’da geçen bir tekrarı olan fakat teknik itibarıyla Emin Nihad Bey’den çok üstün olan Salon Köşelerinde’de aynı boşluğa tesadüf ederiz.”14

Yine de serzenişte bulunanların, suyu hafifçe bulandıranların haklılık payı var gibi: Nitekim tefrikaya bizzat Safvetî Ziya’nın yaptığı eklemeler, çıkarmalar, o ilk lezzeti bozmuştur. Dahası, Meşrutiyet sürecinde hafiyelere dair yazdığı Yıldız Böcekleri (ki tamamlanamamıştır) için bakın Abdülhak Şinasi Hisar ne buyurmakta:

Yıldız Böcekleri diye adi bir roman, Haralambos Cankıyadis diye, isminin kastettiği cinastan belli, diğer hayide bir roman neşretmişti. Eyvah, sukutu hayale uğramıştım!.. Edebiyat-ı Cedide’nin zarif muharriri bu muydu? Şimdi şahsen de tanışmıştık. Zavallı Saffeti Ziya Bey! Ne iyi bir adama benziyordu. Nazik, kibar, hüsnüniyetle muttasıf, lakin mahdut ve havai!..”15

Her şey hoş görülebilirdi elbette; Cevdet Kudret’in de ileri sürdüğü gibi, tüm havailiklerini ulusseverlik/yurtseverlik olarak göstermeye kalkmasa…

İngiliz kız Lydia’nın Londra’ya dönerken Şekip’i de beraberinde götürmemesinin, onu uluorta İstanbul’da bırakmasının gerekçesi şudur: vatanı için uğraşan bir hürriyet kahramanı azat eyleme! Hâlbuki Şekip ona evlenme teklif edecektir. Mümkün olmaz tabii… Lydia (öyle farklı yazılışları var ki) da bunun üzerine ona kolundan çıkardığı bileziği verir hatıra olarak…

Zaten romanın başında öğrendiğimiz hadise, yani intihar, yaşanan çökkünlük sonucu vuku bulur.

Cevdet Kudret haklıdır sanki, getirdiği eleştiride: “Yine önsözde, II. Abdülhamit’in baskılı yönetimi devrinde yazılan bu romana ‘birçok hürriyet-perverâne imâlar, meşrutiyet-perverâne fikirler sıkıştırmağa muvaffak olduğu’nu söylemektedir; o zaman ‘hürriyet’ ve ‘meşrutiyet’ ülkesi İngiltere’den gelen bir kıza âşık olmanın hürriyete ve meşrutiyete âşık olmak anlamına mı geldiği, yoksa eserde daha başka ‘gizli imâlar’ mı bulunduğu anlaşılamamıştır.”

O halde, kendi sözümüz gibi sözü roman kahramanına mı vermeli acaba? Değil mi ki şöyle demekte: “Her gün dört beş evin kapısını çalarak, iki üç fincan çay içerek ve dört beş kadını, aynı kadınları, aynı insanları çekiştirerek hayat süren erkekler hakkında fikriniz nedir?”

Ah efendim, genelde böyle oluyor işte; bir mirashar çıkıyor, şunla bunla seyreltilmiş melankolisini korkuyla beslemeye kalkınca, o doğurgan ve biricik hal, bir küçük tutsaklığa dönüşüyor. Kabul buyurursanız da sıkıştırılmış drajeler şeklinde size hürriyet olarak pazarlanıyor.

Ne ki, gönlüm yine de Refik Halid Karay’ın haklı çıkmasından yana: “Salon Köşelerinde, Hanım Mektupları, Bir Safha-i Kalb, işte bu ömrün mahsulleridir ve bunlar öyle, o hayata giremeyenlerin zannettikleri gibi sahte, uydurma, züppe eserler değil, gayet realist, samimi, yaşanmış yazılardır.”

NOTLAR:

1. Safveti Ziya, Salon Köşelerinde, sadeleştiren: Nuri Akbayar, İş Bankası Kültür Yayınları, 2009

2. Kemal Karpat, Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Varlık Yayınları, İkinci basılış, Kasım 1971, s. 54

3. Kemal Karpat, Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Varlık Yayınları, İkinci basılış, Kasım 1971, s. 57

4. Cevdet Kudret, Abdülhamit Devrinde Sansür, Milliyet Yayınları, Ocak 1977, s. 5

5. 1908-1920 arasında 19 adet çocuk dergisi yayımlanmış: Musavver Küçük Osmanlı, Mekteplilere Arkadaş, Çocuk Dünyası, Ciddî Karagöz, Çocuk Yurdu, Mektepli, Talebe Defteri, Çocuk Duygusu, Türk Yavrusu, Çocuklar Âlemi, Kırlangıç, Musavver Hukuk-ı Etfal Çocuk Bahçesi, Mini Mini, Küçükler Gazetesi, Hür Çocuk, Haftalık Çocuk Gazetesi, Lâne, Hacıyatmaz

6. Mizahı bir “enstrüman” olarak kullanan pek çok dergi çıkmış: Afacan, Alafranga,  Arz-ı Bal,  Boşboğaz ile  Güllahi, Cadaloz, Cart Beyim,  Cellat, Cem, Cici, Cingöz, Coşkun Kalander, Curcuna, Çekirge, Çıngırak, Çimdik, Dalkavuk, Davul, Deccal, Dertli, Dertli ile Garip, Diken, Djem, Düşünüyorum, Edep yabu, El üfürük, Eşref, Eşek, Feylesof, Gaga Burun ile İbiş, Gıdık, Hacivat Hande,Hayali Cedit, Hoca Nasreddin, Hokkabaz, İncilli Çavuş, Kalem, Karakuş Ezop, Kara Sinan Karikatür, Kartal, Kibar, Körük, Kukuruk, Lala Cellat, Musavver Geveze, Musavver Karnaval, Musavver Papağan, Nekregü, ile Pişekar, Perde,Püsküllü Bela, Şabika, Şaka, Şakacı, Tasvir-i Hayal, Tonton Risalesi, Üç Gazete, Yeni Gazete, Yeniçeri, Yüba, Zevzek, Zıpır, Zuhuri Züğürt

7. Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı – Meşrutiyet Dönemi, Broy Yayınları, Eylül 1986, s. 35-36

8. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, 1995, s. 101

9. Mesut Tekşan, Safveti Ziya’nın Hayatı ve Eserleri, Doç. Dr. Bilge Ercilasun’un danışmanlığında hazırlanan doktora tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1993, 533 sayfa

10. Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, Cilt I, Bilgi Yayınları, 1971, s. 259

11. Mesut Tekşan, Safveti Ziya’nın Hayatı ve Eserleri, Doç. Dr. Bilge Ercilasun’un danışmanlığında hazırlanan doktora tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1993, 533 sayfa

12. Mesut Tekşan, Safveti Ziya’nın Hayatı ve Eserleri, Doç. Dr. Bilge Ercilasun’un danışmanlığında hazırlanan doktora tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1993, 533 sayfa

13. Ahmet İhsan, “Safveti Ziya”, Uyanış, 1929, nr. 1790, s. 548’den aktaran Mesut Tekşan (bkz. Safveti Ziya’nın Hayatı ve Eserleri adlı doktora tezi)

14. Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, 2007 (2. baskı), s. 267

15. Abdülhak Şinasi Hisar, Geçmiş Zaman Edipleri, Hazırlayan: Necmettin Turinay, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2013, s. 73

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl