“Şair”in şiiri; eleştirmenlerin, şiir sanatıyla ilgili okuyucunun dışında bir kitle tarafından sevildikçe, halkın gönlünde taht kurdukça geniş kitlelerin diline pelesenk olunca “ozan” oldu veya ona “ozan” sıfatı yakıştırıldı. Ben bu yakıştırmanın ne kadar uygun olup olmadığını tartışmaktan öte bu iki nitelemenin veya kavramın bugün ki karşılığının üzerinde mutabık olunacağını düşünüyorum.

Öncelikle:

“Ozan” kavramı günümüzde halen canlılığını korumakta mı yoksa tarihsel olarak aşılmış bir kavram mı? “Ozan” nitelemesi tarihin belli döneminde kültürel, sınıfsal aidatların farklılaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve tarihsel arka planı olan bir ayırım mı? “Şair” dünyeviliği imlerken “ozan” kutsallığa bir vurgu mu? Modern veya postmodern olarak betimlenmeye çalışılan dünya da “ozan” kültür endüstrisinin ihtiyaçlarına uygun düşen “şair” kavramının bir karşılığı olarak mı kullanılmakta? “Şair” ve “ozan” bir birini tamamlaması gereken unvan mı? Günümüzde bir şair yalnız “ozan”lığa sığınması ne kadar doğru?

Kuşkusuz bu soruları çoğaltmak “ozan” ve “şair” kavramın günümüz karşılığını sorgulamamıza yardımcı olacaktır.

Epistemolojik açıdan tarih bilincine, halk sanatına ve foklara daha çok yakışan “ozan”, ontolojik açıdan “şair” şiire, şiir sanatına çok daha yakın durur. “Ozan” sözü ve şiiriyle folklor, gelenek ve günlük iktidar kavgasıyla anılırken “şair” yenilikle, devrimle ve çağın genel sorunlarıyla uğraşmayı dert edinen olarak öne çıkar. “Ozan” söz ile “şair” şiirle kendini ifade eder. “Ozan” dışa açık, anlaşılma kaygısı duyan ve söz ustalığıyla sıyrılırken “şair” bireyi referans alır. “Şair” için insan bireydir, birey olmalıdır ve özgürlük utkusunu içerlemelidir. Bu durum modern çağın en ayırt edici özelliğidir ve “ozan”ın kaygısından uzaktır.

Platon Devlet isimli başyapıtında (Sokrates’in ağzından) trajedi şairlerinin doğru bilgi vermeyen ve tutkuları azdıran (taklide dayalı) eserlerini eleştirerek tasarladığı Devlet’te şairlere yer olmadığını söyler. (1) Burada Platon, kendisini şairlerle rekabet halinde görür ve şairlerin dışlanmasını önerir.

Cemal Süreyya’nın “Şapkam Dolu Çiçekle” adlı kitabında da yer alan “Şuara Suresi” başlıklı yazısında “Kuran’ın şairi lanetlemesini yalnızca Müslümanlığın bağnazlığı olarak ele almıyorum”, “Her düzen, her yeni devrim, sanatı, özellikle de şiiri lanetlemekle işe başlamıştır” veya “Şiir kendi doğasının bir gereği olarak kurulu düzenlerin değerleriyle çatışır” der. “Devlet” ve “Kuran”, Cemal Süreyya’nın işaret ettiği gibi bir bağnazlık olarak şair dışlanmamış yeni bir düzene mesafeli duracaklarından (2) yani şairin, filozof veya kurucu düzen aktörleri arasındaki rekabet (referans teoloji olsa dahi ) halinde görülmüştür.

Görüldüğü üzere şairin dünyevi sorunlardan uzaklaştırılış serüveni çok uzun bir geçmişe uzanır. Bu genel dışlanmışlık bazen iktidarlarla varılan “uzlaşma” veya “ittifak”la dünyevileşti veya iktidarla arasına mesafe koyarak dünyevileşti. Her iki durumda da “şair” veya “ozan” bir toplumsal ya görevle donatıldı ya da böyle bir baskıyı hissetti. Ama toplum, her zaman “şair”e sürekli bir görev yükledi veya böyle bir beklenti içinde oldu. Bu şairi bazen geniş halk kitleleriyle buluşturdu bazen de kendi kabuğuna, kendi okunur çevresine sıkıştırdı.

Bu süreç eleştirmenler tarafından “şair” ve “gerçeklik” ikilemi, gerilimi üzerinden anlaşılmaya çalışılsa da asıl neden “şair”in çağdaş sorunlara karşındaki sorumluluk bilinci oldu. Yani şair hep kendini dünyevilik içinde gördü. İktidarı direk hedef almazsa da iktidarın biriktirdiği, taşıdığı ve yarattığı toplumsal ve sosyal düzeneklerin karşısında oldu. Kimi zaman bunu kendi dünyasına kapanarak kimi zaman da bulduğu boşluktan sızarak yaptı ama her zaman şair çağına karşı sorumlu oldu. İktidar ve günlük gerçeklik dışında bir dünya kaygısıyla “şair” şiirini yazdı.

Sözlü edebiyatın aktarım ve anonim özelliği “ozan” a aitken “şair” daha çok yazıyla anılan, eğitim almış felsefeyle meşguliyeti dile getirir. Homeros, Hesiodos, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal bir “ozan” olarak karşımıza çıkarken Dante bir “şair”dir. Nazım Hikmet destansı lirik şiiriyle hem şair, halkın gönlünde edindiği yerle de kuşkusuz yakın tarihimizin önemli “ozan”ıdır. Aynı şekilde Can Yücel hem “şair” hem de “ozan”dır.

Nazım Hikmet hem “şair” hem de “ozan” unvanıyla anılır olması bu iki nitelemenin üzerinde bir mutabakatın geliştirileceği izlenimi vermektedir. Keza yine yakın tarihin şairleri Neruda, Aragon, Lorca, Seferis birer “şair” ve “ozan” olarak anılırlar. Malermé, Bauddelarie, Rimbaund, Trakl, Pesso, Mandelstam, Celan, Prével, Stevens, Rilke, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Melih Cevdet Anday, Behçet Necatigil, Necip Fazıl, Cemal Süreyya, İlhan Berk, Hilmi Yavuz, Enis Batur, Ahmet Oktay, Lale Müldür gibi pek çok şairimizde şair olarak anılırlar.

Her “şair” “ozan” olabilir ama her “ozan” şair olamaz.

“Şair” çoğunlukla politik kaygılara teslim olduğunda “ozan”lığa adım atmış olur veya buna gönüllüdür. Bu kaygı şiiri estetik açıdan kaygan bir zemine taşır, taşıdığı ölçüde de şiir değişir. O şiirin muhatabı artık politikanın muhatabı olan halktır. Bu nedenle halk “ozan”lara daha çok güvenmiş sözlü edebiyatın taşıyıcısı kılmıştır. “Şair”i taşıyan ne folklor ne de sözdür. Yazıdır şiir ve “şair”i taşıyan ve bir geleneğe oturtan.

Türk edebiyatında sözlü, nefesli “âşık” ve “ozan” geleneği şiir geleneğini içinde görülür. Göçebelik, yersiz yurtsuzluk ve yazılı kültürden uzak oluş bu geleneğin sosyal ve toplumsal zeminidir. Bu özellik Türk şiirinde “ozan”lık kavramının “şiir”den daha farklı algılanmasına neden olmuştur. Bu Türk şiirine bir yandan olumlu katkı sağlarken diğer yandan “şair” ve “ozan” batı dünyasında olduğu gibi bir anılmasına da kaynaklık etmiştir. Batı’da “şair”lik halkla buluştukça, toplumsal meşruluk edindikçe politik bir kimlik haline dönüşür ve “şair” farlı bir mertebe olarak toplum tarafından “ozan”lık unvanıyla “ödüllendirilir”. Nazım Hikmet’in “ozan”lık unvanı tam da bu şekilde oluştuğunu söyleyebiliriz. Nazım Hikmet bunun için hem “şair” hem de “ozan” olarak anılır.

“Halk ozanlığı” veya “halk şairliği” toplumun eğitimli ve ayrıcalıklı kesimin ilgi alanı olan şiirin geniş halk kitlelerince benimsenmesine ve tüketilmesine hatta ortalama beğeninin yükseltilmesine de katkı sunmuştur. Ama bu çok yavaş seyretmiştir. “Ozan” hemen her dönem “şair”lerden olumlu yönde etkilenmiştir. Osmanlı Divan şiiri “halk ozanların” şiirine dolaylı da olsa etki yapmıştır. Bizim edebiyatımızdan önemli bir yeri olan İran edebiyatı hakkında da bu süreç gözlenilebilir. Mevlana “şair” ve ozan”, Fuzuli “şair” ve “ozan”, Ömer Hayyam hem “şair” ve “ozan”dır. Bu anlamda Yunus Emre “ozan”dır.

H. J. Gans “Popüler kültür ve yüksek kültür” kitabında bu karşılıklı etkileşime vurgu yaparken popüler kültür saldırganlarına karşı popüler kültürün hiçte yabana atılmaması gerektiğini, sorunu kültür demokrasisi çerçevesinde algılanmasını salık verir. Yüksek kültür karşısına popüler kültürün konmasından rahatsız olan Gans, toplumsal kültür alanını “yüksek kültür, üst orta kültür, alt-orta kültür, aşağı kültür, ve sözde-halk kültürü” olarak adlandırır. (3) Bu farklılıkların görmezden gelinemeyeceğini, bunun sosyolojik temelleri olduğunu ve yeni bir kültür politikası için bu farklılıkların üzerinden düşünülmesi gerektiğine vurgu yapar. Gans’ın bu yaklaşımı günümüz dünyası içinde hala güncelliğini korumaktadır.

Bütün bu ayırt edici özelliklere rağmen “şair”, “ozan”, “poem”, “poet” etimolojik farklılığın (Arapça, Farsça, Yunanca) ötesinde epistemolojik ve ontolojik bir farklılık olması gerektiğine de hep inandım. Bunlar boş ve temelsiz inançlar olmadı. Daha çok modernleşme, sekülerizm ve yazı tarihi ile ilgili okumalarımdan çıkan bir soyutlama olarak değerlendirilmesini isterim.

“Ozan” ve “şair” tarihsel olarak birbirlerini besleseler de, bazı dönemlerde bir birleriyle örtüşen, “şair” ve “ozan” modern dünyada farklı kategoriler olarak değerlendirilmelidir. Aksi takdirde genel estetik, gelenek ve folklor beğenisi içinde yazılan her şiiri şiir yazanı şair olarak değerlendirmek zorunda kalacağız.

Önerdiğim tasnif kesinlikle ötekileştirici bir içerik taşımaz.

Bizatihi farklı kültür ritüellerin benzeşikleri, etkileşmesi total beğeninin ve estetiğin yükseltilmesinde bir kaldıraç olacaktır. Ötekileştirme gayesi toplumun sanatsal yaratıcılığının aşağı çekilmesine neden olmazsa da yavaşlatacağı sanatta, edebiyatta yeni çıkışları çok daha ileri bir tarihe öteleyeceğini düşünüyorum.

Öncelikle şiar hep yüksek sanat alanında yer almıştır. Bu yalnız modernleşmeyle ortaya çıkmış bir olgu değildir. Sınıfsallaşma, toplumsal eşitsizliğin, toplumsal artık ve sermayenin paylaşımıyla ortaya çıkmış bir sonuçtur. “Şair” bu anlamda felsefeye merak salmış, onun tahtını sallamış hatta kıskanılmıştır. Badıou’un ”Platon’un şiiri ve şairleri tabi tuttuğu özellikle zorlu sınavda görüldüğü gibi.” (4) bu vurgusu “şair”in günlük sorunların ötesinde ve iktidar kaygısı dışında felsefeyle ilişkisini sanırım yeterince deşifre etmiştir.

Sanatta; popüler kültür veya yüksek kültür – alt kültür ikilemi modern döneme ait bir ikilem olarak görülse de batıda bunun kaynağını 18. Yüzyılın hümanist söyleminde ve 19. Yüzyıl Alman Romantizmi döneminde görülebilir. Bizdeyse saray kültürü ve Anadolu kültürü arasında yaşanan ve 15. Yüzyıl sonrasın ve cumhuriyet ile birlikte günümüze ulaşan tarihsel kesit içinde görmek olası. Batı için söyleyecek olursak: “Radnoti’ye göre Schelling, estetik ürünleri sıradan sanatsal ürünlerden şöyle ayırır: Estetik yaratı, sanatçının kendi tabiatından doğar; sanatın kutsallığının ve saflığının kaynağı, dışsal amaçlardan yani duyusal zevk, fayda ve ahlaktan bağımsız olmasıdır… Sanatçı, bu dünyayı “evi” olarak görmeyen ve estetik yeni bir dünya yaratarak, bu dünyaya “hayır” diyebilendir. Sanatsal biçim, günlük hayata karşı çıkar ve verili haliyle gerçek olanı (reel hayatı) altederek, kendisi gerçek olur (sanat, “gerçekten daha gerçek’tir-Lowenthal, 1961). Sanat eserinin kendisini gerçeklikten (gündelik hayattan) ayırmasının en büyük kanıtı, sanat eseri ile yapıntı (günlük gerçeklik içinde sanat) ayırımında ortaya çıkar.”(5)

Meral Özbek’in yapmış olduğu aktarıma dayanarak “Şair” ve “Ozan” arasındaki ayrımın daha çok farkına varmak olası. Türk modernitesi içinde “ozan”, “Anadolu halk ozanlığı” sözlü gelenekle çalgılı veya nefesli, çok kısır da olsa yer alsa da, asıl yazılı kültüre bir geçiş sağlayıp popüler kültürün bir parçası haline geldiğini söyleyebiliriz. Bir dönem Yusuf Hayaloğlu, İbrahim Sadri, Yılmaz Erdoğan yakın dönem Uğur Işıldak gibi modern Türkiye’nin modern “ozanları” olmuştur.

“Şair” bir filozoftur veya öyle olmalıdır. En azından kendi yaşam deneyimini tarihsel arka planını sorgulayarak bütünsel olarak mısralarına dökebilen bir yalvaç olmalı. “Şair” geçmişten, bugünden ve gelecekten söz edebilmeli. “Ozan” acı çekendir, dert anlatan ve paylaşandır. Söz ile deneyimi bağlayandır. Bu nedenle “ozan”lar halkın ortak vicdanı ve dilidir. “Şair”ler kalbin ve düşüncenin sesidir. “Şair”ler felsefeyi, tarihsel deneyimi söz ile bağlayandır. Biri bütün insanlık tarihinden söz alırken diğeri yaşadığı döneme sorumlu hisseder kendini. Dolaysıyla biri halka ait diğeri sanata, tarihe ve felsefeye aittir. Bir “şair”, “ozan” olmayı becermeli bir “ozan”da “şair” olmayı becermelidir. Ama bunu çok az “şair” ve “ozan” yapabilmiştir.    

1) Platon, “Devlet” İkinci Kitap, 398 a,b,d,c paragraf, sayfa 77-78, onuncu Kitap 595 a, b, c paragraf, sayfa 335 Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

2) Cemal Süreyya, “Şapkam Dolu Çiçekle”, sayfa 55, YKY

3) H. J. Gans “Popüler Kültür Ve Yüksek Kültür”, sayfa 105, YKY

4) Alaın Badiou “Felsefe için Manifesto”, sayfa 66, MonoKL Yayınları 5) Meral Özbek, popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski, Syf, 62-63, İletişim Yayınları