Ana Sayfa Kritik SAMİ KARAÖREN, VEDAT TÜRKALİ’NİN YAZISINI DEĞİŞTİRİNCE…

SAMİ KARAÖREN, VEDAT TÜRKALİ’NİN YAZISINI DEĞİŞTİRİNCE…

SAMİ KARAÖREN, VEDAT TÜRKALİ’NİN YAZISINI DEĞİŞTİRİNCE…

 

Geçen hafta gazeteci Tanju Cılızoğlu’nın anı kitabını ele almıştık. Cılızoğlu, “Güzel Yaşadım” diyordu. Şimdi elimizde gazeteci Sami Karaören’in kitabı var. O da; “Güzel Günlerimiz Oldu” (Hazırlayanlar: P. Şükran Sabanuç- Mukadder Özgeç-Ömer Özgeç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 2019, 179 sayfa) diyor…

Yukarıda adları gecen “Hazırlayanlar” zaman zaman Sami Karaören’in önüne ses alma cihazını koyup anlattırmışlar kendisine yaşamında ve gazetecilikte başından geçenleri…

Dünya” gazetesinde yazı işleri müdürü olarak gazeteciliğe başladığı dönemi anlatıyor Sami Bey: Şöyle diyor Sayfa 32’de:

-Yürü, derken içeriye girdik, solda danışma vardır, Falih Rıfkı Atay’ın ve Bedii Faik’in gazetesi Dünya. Cumhuriyet, Vatan, Yeni Sabah da var o yıllarda. Hürriyet henüz yok…”

Hazırlayanların hiçbiri de merak etmiyor, acaba doğru mu Sami Bey’in söyledikleri diye… Söylediği gibi kabul edip geçiriyorlar kitaba.

Ben araştırdım onların yerine; “Dünya” gazetesi 1 Mart 1952’de Falih Rıfkı Atay tarafından yayın yaşamına sokuluyor.

Hürriyet gazetesi ise 1 Mayıs 1948’de Sedat Simavi tarafından yayın yaşamına sokuluyor.

O yıllarda Hürriyet gazetesi var, yayımlanıyor, hem de Dünya gazetesinden 4 yaş büyük.

Anlatmayı sürdürüyor Sami Bey:

Türkiye’nin bağımsızlığını yitirmeye başladığını gören muhalif gazeteciler belirdi. Başında da Falih Rıfkı Atay vardı. Cumhuriyet gazetesinde de Yunus Nadi…” (S.33)

Sami Bey’in anlattığı dönemler 1950’ler… Cumhuriyet’te Yunus Nadi olamaz, çünkü Yunus Nadi Bey 1945’te dünyadan ayrıldı.

Onca yıl Cumhuriyet’te çalışan bir kimse, gazetenin kuruluşunu, hiç Orhan Karaveli’nin yazdıklarını kabullenerek anlatır mı Hazırlayanlar’a:

Yunus Nadi’nin çıkardığı Yeni Gün gazetesi Atatürk’ün önerisiyle, 7 Mayıs 1924 tarihinden başlayarak Cumhuriyet adını alıyor” diyor.”

Biraz aşağıda ise bu kez; kendisi, “O da (Yani Mustafa Kemal Paşa. E.K.) Yunus Nadi’yi İstanbul’a gönderiyor, Cumhuriyet adında gazete çıkaracaksın diye.” (Sayfa: 43) diyor.

Bu yazılanların ikisi de doğru değil.

Yunus Nadi, Nabizade Hamdi ve M. Zekeriya Sertel’le birlikte üç ortaklı bir girişimin ürünü olan Cumhuriyet gazetesini, İstanbul’da Babıâli’de Kırmızı Konak’ta 7 Mayıs 1924 günü yayın yaşamına sokan kişi ortaklardan M. Zekeriya Sertel. Yunus Nadi Ankara’da Yeni Gün gazetesinin başında… Ankara’dan Yeni Gün’ü kapatıp bir süre sonra gelecek ve Cumhuriyet’in başına geçecek…

Anlatmayı sürdürüyor Sami Bey…

Çetin Altan 27 Mayıs’tan sonra Milliyet’e geçti.” diyor (S.109)

Hayır efendim Çetin Altan Milliyet’e Haziran 1959’da geçti. İlk yazısı da 21 Haziran 1959 Pazar günü yayımlandı Milliyet’te.

Sayfa 122’de İstanbul’da bir gazete kurulma hikâyesi daha anlatılıyor ama oldukça muğlak.

İstanbul’da da gazetemiz olsun düşüncesiyle Mustafa Kemal sermaye vererek ve yer de göstererek Falih Rıfkı’yı İstanbul’a gönderiyor. Yani Dünya gazetesi Halk Partisi’nin yayın organı olarak başladı ve satış rekorları kırdı.”

Dünya gazetesi yukarılarda da değindiğimiz gibi, İstanbul’da 1 Mart 1952’de Falih Rıfkı tarafından çıkarılmaya başladıysa, Mustafa Kemal’in onu, para vererek İstanbul’a gazete çıkarması için göndermesi ne demeye geliyor?

Cumhuriyet’in ikinci sayfasında “Görüşler” sütununda yayımlanan yazılardan sorumlu olduğu dönemi anlatıyor Sami Bey:

Bir de yazıların başlığını değiştirdiğim de olurdu. Vurucu bir başlık gerek. Yazının içinde bu vurucu başlığı bulmak önemlidir. Sonra yazarlar beni ararlardı, “Yazıma bulduğun başlık harika, Türkçesini de öğrenmiş oldum böylece!” diyenler olurdu.

Bu değişikliklere tepki gösteren birkaç kişi olmuştu…” (S.144-145)

Sami Bey, yazısını ya da başlığını değiştirdiği için tepki gösteren kişilerden örnek vermiyor. O zaman biz gösterelim de konu iyice anlaşılsın…

Vedat Türkali, ikinci sayfasındaki “Görüşler”de yayımlanması için ara sıra Cumhuriyet’e yazı vermektedir. İkinci sayfada yayımlanan yazı ve makalelerin sorumlu yazı işleri müdürü Sami Karaören’dir. Bu vesileyle Vedat Türkali ile Sami Karaören arasında sıcak bir arkadaşlık ve dostluk ilişkisi kurulmuştur.

24 Mayıs 1986 tarihli Cumhuriyet’te Vedat Türkali’nin “Sinema Günlerinin Ardından” adlı bir yazısı yayımlanmıştır. Vedat Türkali yayımlandıktan sonra yazısını okuyunca, içinde bazı cümlelerin değiştirildiğini fark etmiştir.

İşte ondan sonra Vedat Türkali ile Sami Karaören arasındaki yazışmalar:

25 Mayıs ‘86

İstanbul

Sami Karaören,

Haftalarca bekleyişten sonra, yaptığımız telefon konuşmasında, ‘Sinema Günlerinin Ardından’ adlı yazımın yakında yayımlanacağını, dokunulacak bir yan bulunmadığını söyleyip bana güvence verdin! 24 Mayıs’ta çıkan yazıyı okuyunca da başımdan kaynar sular indi. Böyle bir davranışı kendine nasıl yakıştırıyorsun?

Dördüncü sütunda, birinci paragrafın sonunda, bozup eklediğin (İki milyon: Eh, şöyle böyle, ama hani başka ödüller? Bizim koca finans dağlarımız Türk sineması için bir şeyler düşünmeli değil miydi? Bu sorumuz ayıp mı kaçtı dersiniz?) yavşak tümceleri senin ağzına uygun düşebilir. Benimkine uymuyor. Benim bu konudaki sözüm, sana gönderdiğim yazıdaki gibi, şöyledir:

“…Türk Sineması’na ayrılan da, Eczacıbaşı Holding’in verdiği iki milyonluk ödüldür. İki milyon da sinemanın bahşişi bile değildir. Bizim koca finans dağlarımız Türk Sineması için tavşan bile doğurmadı desek pek mi ayıp kaçar dersiniz?’

Yukarıdaki tümcelerin, bir düzeltme ya da açıklamayla gazetede çıkmasını bekleyeceğim. Olmazsa başka bir yol aramak zorundayım.

Fethiye’nin Kaya Köyü’nden Enstitü çıkışlı (Sonradan öğrendim; Enstitü çıkışlı değil, Türkoloji’den ayrılmaymış. Bilmeliydim.) Sami Karaören, sana gerçekten dostluk duygularıyla bağlı bir yazar arkadaşını kırıp yıkma pahasına, Eczacıbaşı Holding’e, finans dağlarına gölge düşmesin diye, gönüllü kolculuk görevi üstlenmekten – Ne anlıyorsun demiyorum- ne zevk alıyorsun?

Özal’lardan, Süleyman’lardan, Paşa’lardan yakınmak nemize bizim? Bir satır yazıdan korkan, yazarın en doğal hakkına saygısızca el atan sansür kafası bizde oldukça…

Telefondaki dostluk gösterin kulağıma, gülen yüzün gözlerimin önüne geldikçe-hadi midemden söz etmeyeyim- senin adına utanıyorum. Dilerim bir daha karşılaşmayız. Sevinip övünebilirsin, yılda bir-iki yazımı basmak külfetinden de, dostluğumdan da kurtuldun. Bu yazıyı da artık, kendi yöntemin, biçemince düzelterek okuyabilirsin…

Vedat Türkali”

 

28.5.86

Sami Karaören

Cumhuriyet gazetesi

Yazıişleri Müdürü

Vedat Türkali Bey,

Böyle bir kişi olduğunuzu bilsem hiç yakınlık, dostluk, kurar mıydım? Sorup araştırmadan hakaretler yağdıran, gaddar, acımasız, insanlıktan, sevgiden uzak bir kişi olduğunuzu nereden bilebilirdim!

Mektubunuzdaki, o bir müfteriyi, çocuk yerine konan bir delikanlıyı azarlar tavrınıza da diyecek yok.

Ben 62 yaşında, kendine göre ne yaptığını bilen bir kişiyim. İşim iyiliklerle, sevgilerledir. Sizin üslubunuzla yanıt vermeyi kendime yakıştıramıyorum.

Sonsuza değin görüşmemek üzere kalın sağlıcakla…

Mektubunuzu geri yollamak sanırım en doğrusu…

İmza”

 

“26 Haziran ‘86

Bodrum

 

Sami Karaören,

Mektubunu, benim sana yazdıklarımla birlikte yayınlayıp okuyucunun yargısına bırakmak kararında olduğum için yanıtsız bırakmıştım. İstanbul’dan ayrılacağım günlere rastladığı için o işle pek uğraşmadım. Yazıları gönderdiğim biri, seni ilginç bulmadığı için basmamış. Ben öyle düşünmüyorum. Senin gibileri, ibret olacak biçimde, vitrine çıkarmakta yazarlığımız açısından yarar var. İleride bir yazımda, bir kitabımda yerini uygun biçimde alman için belgeleri saklı tutuyorum. Bir yazıyı küstahlıkla değiştirip yazarın düşündüklerinin tam tersini yayımlamanın hesabını eninde sonunda vereceksin. Şimdilik, hakkımda kullandığın ‘…gaddar, acımasız, insanlıktan, sevgiden uzak…’ sözcüklerini suratına çarpıyorum. Umarım bir terbiyesizlik daha etmezsin…

Vedat Türkali”

Olay bu. Gösterdiğim tepkiyi gereğinden ağır bulacak biri çıkar mı bilmem? Bunca zaman geçmesine karşın, duyarlılığımdan hiçbir şey yitmedi, eksilmedi; olayı hep aynı kızgınlıkla karışık tiksintiyle anımsıyorum. İşin bir öncesinin olması da beni etkiliyor olabilir; onu da anlatayım.

Cumhuriyet gazetesinde, ikinci sayfada arada sırada, daha çok sinema üzerine yazılarım çıkardı. Sayfa sekreteri Sami Karaören’le yakınlaşmamız bu yazılarla başlamıştı. Halit Refiğ’in Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı adlı romanından TRT için yaptığı film yaktırılınca, ‘Film Yakıldıktan Sonra’ başlıklı bir yazı yazıp Karaören’e yolladım. Yorgun Savaşçı filmi yapılacağı sıra, yapıma karşı çıkan İlhan Selçuk’un yaklaşımına da bir sitem seziliyordu yazıda. Karaören gönderdiği yanıtta, bu günlerde İlhan Selçuk’un bu konuda yazı yazacağını, benim yazımı ancak ondan sonra yayımlayabileceğini bildirdi. Beklemeye başladım.

İşin burasında bir açıklama yararlı olur sanırım. Çizgisini tutarlı bulduğum, sevip okuduğum bir yazardır İlhan Selçuk. Yalnız bu filmin yapımı sırasında yazdığı yazılarla tutumu, üstümde şaşırtıcı etki yapmış, anlaşılmaz, giderek inanılmaz görünmüştü bana. Hangi nedenlere dayanırsa dayansın filmin yapımına engel olmaya kalkışılmasının savunulur bir yanını bulamamıştım. Ülkenin roman doruklarından Kemal Tahir’in bir romanının, işin ustası bir sinemacı eliyle, -Hele TRT’nin doğru dürüst edebiyat yapıtlarına daha el atmadığı o günlerde- filme çekilmesi, sinemamız, sanat, düşün yaşamımız için, engellenmesi değil, desteklenmesi gerekli bir kültür kazanımımız sayılmaz mıydı? Demokratik tavır, böyle bir film ekrana çıkarılırken eleştirilere de yer verilmesi isteği olabilirdi. Filmden önce bir tartışma, bir açık oturum gibi. Film üzerine, dolayısıyla Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı ile ilgili görüşlerinizi, eleştirilerinizi söylemek, olmadı uzun uzun yazmak, sanat-düşün ortamımıza katkısı küçümsenecek bir olay mıydı? Bu düşündüklerimi, epey sonraları karşılaştığımızda, Sayın Selçuk’a da söyledimdi. Pek karşı çıkmamış, ‘Olabilir’ yollu bir şeyler demişti yanlış anımsamıyorsam. Karaören’in İlhan Selçuk’tan beklediği yazı bu olaylara değin olmalıydı. Yazı da çıktı o günlerde.

Bir süre sonra, bir kokteylde karşılaştık Karaören’le; yazının birkaç gün içinde yayımlanacağını muştuladı. Takıldığı bir yer olup olmadığını sordum. Önemli bir şey yokmuş; şöyle bir iki dokunma yapmış sadece! Kalabalıkta bir şey diyemeden kalmıştım. O gece gözüme uyku girmedi. Sabah erkenden gazeteye gittim; o da yeni geliyordu, kapıda karşılaştık. Kaygılarımı söyledim. Nereye, nasıl dokunduğunu görmek istiyordum. Acı gülümsemelerle, biraz da taşlayarak yakındı. Arkadaşlar, onun durumunu hiç düşünmüyorduk… Gazetenin iç dengesi üstüne sorumlulukları vardı onun. Yarı şaka takılmalarla çıktık odasına. Yazıyı çıkarıp önüme koydu. Şöyle bir dokunduğu yerleri görünce gözlerime inanamadım. Derin bir de soluk aldım; ya atlasaydım da yazı böyle çıksaydı!..

Yorgun Savaşçı’nın, TRT’ce daha yapımına başlanırken engel olmaya çalışanlara da sitem içeren yazının sonunda, Karaören’ce şu anlamda tümceler eklenmişti: ‘Vaktinde yapılan haklı uyarılar göz ardı edilip böyle bir filmin yapımına izin verilmiş, böylece de devletin parasal kayıplara uğramasına neden olunmuş…’ Bunları ben söylemiş oluyordum. Yani tüm yazı boyunca savunduklarımın tam zıddıyla bitiriyordum sözümü! Zekâ düzeyi de hayli düşük bir orostopolluk… Güç tuttum kendimi. ‘Verilmiş sadakamız varmış’ dedim. ‘Eğer böyle çıksaydı kötü şeyler olabilirdi.’ Yazıyı geri almaktan başka yol yoktu. İlle de o tümceler kalacak diye diretiyordu Karaören; iç dengeyi koruması gerekliydi. (Daha sonra, Eczacıbaşı Holding’i kayırıcı düzeltmeye kalkıştığında gazetenin hangi iç dengesini kollamıştı acaba?..)

Serinkanlılığımı yitirmemek için güç tutuyordum kendimi. ‘Peki, İlhan Selçuk’a gösterin yazıyı,’ dedim. ‘Sanmam ki o karşı çıksın.’ ‘Gösterdim.’ dedi. Göstermiş! Okumuş İlhan Selçuk. ‘Vedat bize söz hakkı tanımıyor!’ diyesiymiş! Tam o sırada odaya giren bir müzik sanatçısı, yapıtlarına radyoca konan sansürden yakınmaya başladı. Gazetenin bu konuda desteğini sağlamaya gelmiş! Güldüm. ‘Boşuna uğraşıyorsunuz!’ dedim. ‘Sansürcülerin girmediği yer yok bu ülkede.’ Sözlerimden bir alınıp dertlensin Karaören! ‘Yani ben sansürcü mü oluyorum?’ dedi. ‘Evet,’ dedim; başka ne diyecektim ki? Bu senin yaptığın, bir yazarın yazısına, söylemediği şeyleri gizlice ekleyip düşündüklerinin tam zıddını söyletmek, sansürcülüğün çok aşağılarında bir iş, demeliydim aslında; demedim. Yukarıda yazışmalarını okuduğunuz sonraki olay, söylenmesi gerekli bu sözü söylemememden kaynaklandı belki de… Sonunda, bir tavırla, eklediği tümceleri sinirli biçimde karaladı Karaören. Yazı yayımlanınca baktım, kendi eklediği tümcelere koşut başlık kalmıştı. Okuyanlar takılmışlarsa, içerikle ilgisiz, ‘İnceleme, uyarı zamanında yapılmadığı için…’ sözlerinin nasıl bir yorumla başlığa çıkarıldığını çözememiş olmalılar.

Daha çok gençler için anlatıyorum bunları. Deneyimlerden yararlansınlar; ne umulmadık yerlerde, nasıl sinsi tuzaklarla karşılaşacaklarını bilsinler…”

Güzel Günlerimiz Oldu” adıyla anılarını yayımlayan bir kimse, yukarıdaki gibi ilginç şeylerden okuyucularına neden söz etmez anlamadım.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl