Ana Sayfa Litera Sanatta “Bunu Ben De Yaparım” Eşiği

Sanatta “Bunu Ben De Yaparım” Eşiği

Sanatta “Bunu Ben De Yaparım” Eşiği

Ben henüz burada olmayan birinin karşısında bir adım geri atıp, bin yıl öncesinden onun ruhu önünde saygıyla eğiliyorum.” –Heinrich von Kleist

Bir sanat eserinin yalınlığı karşısında afalladığım çok olmuştur. Bu his öyle güçlüdür ki, sadeliğiyle ve tüm anlatmak istediğini bir tuvale, sayfalara, fotoğraf karesine veya sahneye sığdırabilmiş olmasıyla insanı kendi kibrinden utandıracak noktaya getirir. Güzel ve yüce olan karşısında artık elden pek bir şey gelmeyecek gibidir. Hemen ardından, “Keşke bu şarkıyı ben yazmış, bu filmi ben yönetmiş olsaydım…” istenci veya daha da ileri giderek “Aslında uğraşsam ben de yaparım” hissi, düşüncemi baştanbaşa sarar. Hoşuma giden ve anladığımı düşündüğüm sanat içimde doğrudan bir isteme uyandırmıştır. Şu var ki, bunu ben yapamazdım çünkü bugüne kadar yapmadım ve bundan sonra da yapamayacağım. Çünkü onu yapacak düşünce bende hiç oluşmadı. Yine de eserin içimde yarattığı duygular benim çıkış noktam olmalıdır. İşin zor kısmı da burası… Yalın bir eserin ardında vakarla dikilen saydam bilgelik dağını görebilmek, dahası buraya tırmanabilme cesaretini göstermek her insana nasip olmadığı için belki de gerçek sanatçıların sayısı azdır. Bilgiyi, en çok da insanın kendini bilmesinden gelen bilgiyi doğru şekilde damıtmadan bu basitliğe erişebilmek zor, belki imkânsızdır. Harekete geçmeyi çoğunlukla zorlaştıran ve acemi sanatçının zaman zaman küstahça bir hırsa kapılmasına sebep olan asıl soru şu ki, ardımızda binlerce yıllık şaheser barındıran yüce ve görkemli sanat tarihini nasıl sırtlamalıdır. Bu derin okyanusun içinde kendimize bir yer bulacağımız –yüreğin ateşine bakılırsa- aşikâr fakat yüzeyden derinlere inmeyi başarabilecek, sözünü ettiğimiz görkemli basitliğe erişebilecek miyiz?

William Shakespeare

Harold Bloom, “Etkilenme Endişesi” adlı eserinde şöyle der, “Bizi Shakespeare icat etmiştir ve bugün de sınırlarımızı hâlâ o belirliyor.” Tıpkı Dostoyevski’nin hepimizin Gogol’un paltosundan çıktığımızı, Terry Prachett’in günümüz çoğu fantastik eserlerinin Tolkien’in kilerindeki mobilyaların yeniden düzenlenmesi olduğunu söylemesi gibi. Etkilenmenin gücünü hafife almadan doğru etkilenmeyi yapabilmenin, bir sanat eserinin doğumunun ilk anlarında yer aldığını düşünüyorum. Uzun öykülerini okurken sanki bir atın üzerine binmiş dörtnala ilerler gibi coşkulu hissettiğim Heinrich von Kleist’ın yazının başında alıntıladığım sözünü okuduğumda içimde birkaç kapı birden açılıyor. Bunu belki kendisi çok farklı bir amaçla söylemişti ama üzerine düşündüğüm konu ile bağdaşması beni heyecanlandırmaktadır. Yaratmaya hevesli bir ruhun önünde binlerce yıl öncesinden saygıyla eğildiğini söyleyerek aslında kalıcı olabilmenin gücünü yadsırken, aynı zamanda bu acemi sanatçıya daha kuvvetli bir cesaret sağlayamazdı sanırım. Sanatçının söyleyeceği şey hiçbir zaman yeni olmayacak belki de, fakat ardımızdaki sayısız hazineden birer parça koparma şeklimiz öyle farklı olacak ve bir araya geldiğinde öyle farklı biçimler açığa çıkacak ki, Aristotales’in, Epiküros’un veya Montaigne’in binlerce yıl önce dile getirdiği bir düşünceyi yinelemiş olmaktan imtina etmeyeceğiz. Geriye doğru bir anımsama ile ileriye doğru bir atılım gerçekleşecek.

Kimi zaman, değil onların bir benzerini yaratmak, sadece ulaşmış olmakla bile övünç duyabileceğim derecede büyük eserler elimdeyken kendimi güçsüz hissettiğim anlar olmuyor değil. Yine de zavallı bir şekilde, müthiş bir yaratma arzusunun pençesinde hissetmekten kendimi kurtaramıyorum.

Sanatçı, okudukça yazmak, hissettikçe çizmek, bunaldıkça bilmek isteyecek, bildikçe bunalacaktır. İçinde sürekli harekete geçmeyi bekleyen ama bunun olmaması için her şeyi yapan minik insanlar var gibidir. Her ne kadar sıkıntı verse de, ‘Ben de yapabilirim’ dürtüsü saf ve içten gelen bir dürtüdür. Uykusuz bırakır, akıl bulanıklığına sebep olur, zihnin bir köşesi hiç durmadan çalışır, ki insan bazen orayı söküp atmak ister. Burada değinmek istediğim iki noktadan biri az önce bahsettiğim doğru etkilenmenin önemiyse, diğeri de zaman nehrine öylece atılmamak, yani sabır olmalıdır. Andre Gide’in Günlükler adlı eserinde, “Daha olmadan görünmek isteme sevdası, dış âleme borçlanmak demektir.” sözü, bana bir kalemle veya fırçayla olan dostluğumuzun ne kadar mahrem bir yolculuk olduğunu hatırlatıyor. Oysa biz henüz sayfalarımız boşken kalemimizi, tuvalimizde tek bir boyaya dahi rastlanmazken fırçamızı, zihnimizde enikonu bir düşünce oluşmamışken oyunumuzu sergilemeye başlıyoruz bile.

Sadelik deyince Fikret Mualla’nın resimleri, Orhan Veli’nin şiirleri, Çehov’un öyküleri geliyor aklıma. Ardında hiç de kolay yaşamların barınmadığı, tüm ağırlığıyla okyanusun en derinliklerinde kendine yer bulmuş eserler… Keza çoğunuz Picasso’nun öğrencilik yıllarında resmettiği kusursuz karakalem çalışmalarını görmüşsünüzdür. İnsanın zincirlerinden boşanması imgesi benim için tam olarak bu değişime giden yoldur. Yine de biz sanat eserini anlamamayı göze alamayız ve onu daima içselleştirebileceğimiz bir düşünceye benzetmeye çalışırız. “Halk bir tiyatro oyunundan, kendisine önerilen insan yazgılarına ilgi duyabildiği zaman hoşlanır.” (Sanatın İnsansızlaştırılması, s. 24, Ortega y Gassette) Tıpkı çok sevdiğim karikatürist Umut Sarıkaya’nın Picasso ile olan karikatüründe olduğu gibi…

Bir sanat eseri, ilham aldıklarıyla, sanatçının yaşamı ve felsefesiyle, nihayetinde eserin kendisiyle bir bütün içindedir. Bu çok katmanlı tabakayı çoğu zaman ince bir zar hâlinde farz ederiz ve “Ben de yapabilirim” isteği bu yüzden safça olduğu kadar, aynı zamanda bir atılım gerçekleştirmek için gereklidir.

Kleist ile başlayıp Umut Sarıkaya ile bitirdiğim bu yazımı etkilenmenin ve istemenin gücüne adıyorum. Büyük filozof Heiddeger’in de dediği gibi, “Düşünmenin kaderinin ne olacağını kimse bilemez.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl