Ana Sayfa Litera SARI SICAK: VİYANA (Öykü)

SARI SICAK: VİYANA (Öykü)

SARI SICAK: VİYANA (Öykü)

Neden beni görmezden geliyorsun? Neydi beni kağıtlara yazmama sebebin? Sözcüklerinde misafir etmeyişin. Handiyse adımı söylemek güç geliyor diyeceğim. Ama değil. Güç olan nasıl veda edeceğini bilememektir. Çünkü veda tanımlamaya ihtiyaç duyar.

Ben seni tanımlayamadım Viyana!”

***

Küçük kız eldivenlerine sarınarak topladığı bahşişleri elleriyle hissedemeden cebine doldurdu. Ellerinin saatlerdir hissettiği sadece deli bir soğuktu. Bir an metroya bindiğinde vagonların sıcağı yüzünü, ellerini ısıtıyor, çalgısı tükendiğinde yahut bir iki durak sonrası vagon boş kaldığında peronda yeniden yüzünü, elini yalayan soğukla karşılaşıyordu.

Emma, kendisinden beklenmeyecek biçimde küçük elleriyle büyüklere keman çalıyordu. Kış günü, yağan karda, buz kesen havada, arnavutkaldırımlarda ya da raylarda. Fark etmez bir yaratım sancısıyla üşüdüğünü ve bavulunda toplanan paraların bir gün onu ısıtma ihtimali olabileceğini unutarak. Büyüdükçe ayrımsıyordu, soğuk Viyana’ya bahar gelmeyecek, para kimseyi ısıtmayacaktı.

Yılbaşı akşamı, herkesin evin yolunu erkenden tuttuğu 31 Aralık günü, … durağında kuzeye giden metro son anonsunu yaptığında saat 19’du ve karın yaladığı Viyana sokakları bomboştu.

O sokakların en güzel üçlüsünde vakit geçirmek için harika bir zamanlamaydı. Quarter içindeki revnaklı binalarıyla, sırlı tuğlalarıyla her an açılıp küçük ellerini içeri alacak gibi duran duvarların sihriyle daha çok temas edebileceği için seviniyordu Emmacık. Elmacık kemiklerini belirginleştiren gülüşünü saklamaya çalışarak metrodaki iri gözlüklü, açık kahve rengi yünden trençkotlu yaşlı tüm zenginleri ve o akşam gösterdikleri bonkörlüğü umursamazcasına havalı bir reveransla selamladı. Saat tam 19.09’da vagondan indi, merdivenleri hızlıca çıktı. Nefes aldığını hissetti.

İlk nefesin çarpıp geri geldiği yer bulvarı dikine kesen o eski görkemli bina oldu. Girişinde mücevher dükkânı bulunan, girintilerine kimsenin ev sahipliği yapamadığı belki Viyana’nın en soğuk binasıydı bu. En soğuk ve en görkemli. Nefesini geri verdiğinde duvarlarındaki ıssızlığa küf kokusunu sarmıştı sanki. Emma’nın hoşuna gitmedi bu koku. Sırf tek başınayım demek istercesine mağrur kokuyordu.

Açık bırakılan ışıklar içinde hangisinin ne olduğunu, kim için olduğunu bilmediği yüzlerce mücevher görüyordu camekânın arkasında. Ara ara gözleri kamaşıyor, düşecek gibi oluyor, bir başka taş diğerinin ışıltısına ortak olup huzmelerin yerini değiştiriyor, böylece Emma’nın gözlerini acıdan kurtarıyordu. Bakması yorucu olan bunca şeyi nasıl üzerinde taşıyabilir ki insan, diye mırıldanarak el çekti mağazanın camından, daha da üşümüş oluğunu ayrımsadı ve iki elini birden beyaz paltosunun cebine sokarak sola mı sağa mı diye bakınmaya başladı. Ayrılmak üzere bir ayağını geri çektiğinde gürültüyle mağazanın tüm ışıkları aniden kapandı. Önü sıra başından aşağı kepenkler indi.

Ne olduğunu anlamaya kalmadan yarı beline kadar kapanan kepenkler öylece kalakaldı. Gürültü yerini yeniden sessizliğe, soğuk ise ılıman bir kar havasına bıraktı. Sonra o kepenk aralığından soluk, sarı bir ışık sızmaya başladı dışarı doğru.

Egon Schiele

Az önce mücevherlerin yaydığı beyaz ışığın yerini sarı sıcak bir ışık almıştı. Cılız ışık giderek büyüdü büyüdü. Vauv! dedi Emma: Bu bir mum ışığı olmalı!

Yorgunluğun getirdiği bir aldatmaca mıydı? Yoksa gündüzden geceye kurduğu hayallerin taşıyıcısı sırlı tuğlalar ona sihrini mi göstermeye başlamıştı? Mucizeler var, hep inandı ama gün gelecek sırasını ona verecek yüzlerce mucizeden birinin ne olmasını istediğine henüz bir türlü karar verememişti. Mucize çoğul için istenmeliydi belki de onun için. Tek başına harcanacak bir şey değildi. Hastalıkları iyileştirmeliydi örneğin, açları doyurmalıydı. Savaşları bitirmeliydi. Düzen değiştirmeliydi. Böyle diyordu her yılbaşında keman bavulunun altına serdiği gazeteler.

O iri gözlüklü yaşlı zenginlerin okuduğu bok püsür gazeteler yazıyorsa yalan olmalı deyip geri çekildi sarı sıcaktan öfkeyle. Az önce gözünü sahte ışıltısıyla alan mücevherler kadar sahte gazeteler. Yazının yalana dönüştüğü kocaman hiçlik…

Bir iki adım atarak binanın revnağından başını dışarı uzattı ki bembeyaz kar taneleri düşmeye başlamış. İçeriden sızan sarılık üzerine yağan beyazlık… Gözünü alamadı bu muhteşem manzaradan; ama kar hiç de öyle sulu sepken değildi, şiddetini artıracak gibiydi. Kepenklerin ardındaki sarı sıcak onu içeri çekiyordu. Derken kepenkler davetkâr bir biçimde bir milim kadar daha açıldı. Emma elmacık kemikleri bu kez içeri çökük biçimde ağzını kocaman açarak “aaaa” dedi. Sarı sıcağa elmalı pasta kokusu eklenmişti. Kokuyu almasa rüyada sanacaktı kendini ama az önce gözünün önünde ışıldayan binlerce mücevher ve o mağrur küf kokusu nereye gitmişti?

***

Artık çıkmak için çok geçti. İçeriye girmişti bir kere. Üstelik dumanı üstünde bütün bu keklerin, kurabiyelerin bir bir tadına bakmıştı. Elini götürdü yüzüne utançla. Sormadan almamalıydım. Ama soracak, izin alacak ya da utancına onay verecek kimsecikler yoktu etrafta. Utanmayı bıraktı. Cebinden kalem ve kâğıt çıkararak bir not yazdı. Yazıda dürüst olunabilirdi pekâlâ. Özür diledi. Dilediği gibi ısınmaya başladı. Bir ara paltosunu çıkaracak denli sıcak oldu, ama tedbiri elden bırakmadı. Karnı doymuş hatta öteden içecek biraz çay bile bulmuştu. İkinci bir not yazarım nasılsa diyerek kaygısız sandalyeye yığıldı. Yorgundu, içeri girmesine değmişti. Vay canına, demek bu tuğlaların sihri doğruydu. Gazeteler doğru mu yazıyordu yoksa? “Açlar doyurulmalıydı.” İşte doymuştu karnı. Hem de yılbaşı akşamı. Tabii ki değil. Çocuk mu kandırıyorsunuz siz. Doyan sadece benim karnım. Onlarcası dışarda aç. Sarı sıcağın başlangıcı olan mücevherleri taşıyanlarsa o gazeteleri Viyana metrosunda okuyanlar. İnanmamı gerektiren bir şey yok. Bir ısırık daha aldı elindeki tarçınlı cevizli kekten. Bütünce ağzına gelen cevizi dü/i/şlerinin arasında zevkle gürültüyle kırdı.

Eliyle masaya dökülen kırıntıları toplamaya çalışırken masa birden sallanmaya başladı. Ne olduğunu anlamaya kalmadan, yaslandığı duvar masayı ortadan ikiye ayırdı. Duvarın kendisi de yukarıdan aşağı muntazam bir biçimde bölünmüştü. Viyana bölünmüştü sanki. Yeni bir iç-sır davet ediyordu onu kendine. Bu kez üç duvarı üç taraftan boydan boya oyulmuş kütüphaneleriyle. Kahverenginin onulmaz en güzel hali gözlerini aldı. Kitaplar yerlerinde dans ediyor, rafların arasında uçuşarak yer değiştiriyordu. Adımı atar atmaz kendini havada kitapların boyunda buldu. Yerçekimsiz binlerce kitap, yüzünü, ellerini yalayarak akıp gidiyordu üçgenin içinde. Nefis bir baş dönmesi yaşıyordu. Yüksekliğini merak ederek cesaretle aşağı dikti gözlerini. Hemen ayakucu hizasında kitaplara yetişmeye çalışarak uçuşan gazeteleri gördü. Aman Allahım Viyana’nın tüm gazeteleri oradaydı. Hem de Alman disiplininden kurtularak birbirine karışmış bir şekilde. Özgürlüğüne kavuşmuş kuşlar gibi boydan boya onları hapseden ne idüğü belirsiz çubuğun iki yanından kanat çırpan kuşlar gibi.

Onların irtifasını belirleyen Wiener Blut’u duymaya başladı. Müzik başlar başlamaz o kalınca çubuktan kopup her biri bir yere dağılmaya başladı sayfaların. Ön sayfası, orta sayfası, son sayfası neresi belli değil. Emma’nın elmacık kemikleri belirdi yüzünde. Bu ne demek, neşe demek. O da ne? Aşağıda gazetelerin altında koca koca gözlükleriyle trençkotlu yaşlı zenginler. Kahveleri soğumuş, elleri havada gazetelere ulaşmaya onları dağıldıkları gibi bir araya toplamaya, düzene sokmaya çalışıyorlar, ama nafile çok yaşlılar bunun için. Az sonra şaşırtıcı bir şey daha oldu. Her birinin gözlüğü gözlerinden çıkarak uçmaya başladı. Gözlüksüz artık yukarıyı göremiyorlardı, baş eğdiler mecburen, sessizce burunlarının önüne, yere bakakaldılar. Emma sevdi bu tersine dönüşü. Düzensizliği. Düzensizlikteki yeni düzeni. “Düzen değişebilirdi demek.” Derken müzik yavaşladı yavaşladı yavaşladı. Gazetelerin sayfaları iç içe geçerek yere doğru alçalmaya başladı. Bir tanesi Emma’ya yaklaştı, kendisiyle, cadının süpürgesine davet edişi gibi, birlikte yere indirmek için. Emma inanayım mı der gibi baktı. Deminden beri olan bunca şey inanmasını gerektiriyordu galiba.

Peki dedi tedbiri elden bırakmayarak, son bir şey: Peki ya savaşlar?

Bunu der demez müzik durdu. Duvarlar gürültüyle kapanmaya başladı. Üçgenin köşeleri birleşti. Kepenkler gürültüyle indi. Savaşların biteceğine de inanayım mı diye tekrar etti. Tekrarı sarı sıcağı ürküttü, mumlar söndü. Sarı sıcak yerini beyaz soğuğa bıraktı. Mücevherler hâlâ oradaydı. Omzunu silkeleyerek cebinde kalan son kurabiyeyi ağzına götürdü. Peki şimdi sağa mı sola mı gitmeli?

Resimler: Egon Schiele

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl