Ana Sayfa Litera Seçim Sabahı (Öykü)

Seçim Sabahı (Öykü)

Seçim Sabahı (Öykü)

Pazar sabahı erken uyandım. Seçim günüydü, ülkemiz bir dönüm noktasındaydı. Normal şartlarda, dönüm veya kalım fark etmeksizin; seçimdir, yol ayrımıdır, pek ırgalamazdı beni. O kadar erken uyanmamın elbet kişisel bir sebebi vardı. Görevlendirilmiştim! Görev almak için can atmamama, bir başvuru yapmamama rağmen… Gideyim dedim. Ne olacak? Nedir yani? Deneyimdir. Alt tarafı iki insan görürüm!

Tabi, seçimlere yüksek bir katılım sağlanmasını samimiyetle diledim. Aslında kendimi düşünüyordum, rağbet az olursa sıkıntıdan patlayacaktım. Herhangi bir parti yine kendince sandıkları patlatacaktı ama ben kös kös zarf sayacaktım.
Yüzüme su çarptım ayılayım diye. Hızımı kesmedim, geceden ütüleyip hazırladığım pantolon ve gömleği titizl
ikle giyindim, kuşandım zırhımı. Artık hazırdım! Elimde soğuk mühürlü, ıslak imzalı görev kâğıdım, evime hayli yakın olan okula yollandım.
Issızdı sokaklar
. Şüphesiz kuşların dahi pek tenezzül etmediği bu kervan yolunda sabahın körü, gözlerini yitirmiş o vakit hayati bir rol oynuyordu. Fakat içimi sarıp sarmalayan, kıpır kıpır kılan tarifi güç demokrasi sevincini yok sayamazdım. Demokrasi çorbasında tuzumuz olacaksa ne ala! Ne mutlu bize! Tek tük yürüyenleri gördükçe içimdeki sevinç katlandı. Acaba onlar da benim gibi görevli mi diye düşündüm, mutlu oldum.
Kabul etmeliyim, geciktim. Sınıfımın bulunduğu kata çıktığımda sandık başkanı olduğunu sonradan öğrendiğim kişi karşıladı beni, gergindi. Görev kâğıdımı gö
rür görmez gerginliğini şahsıma yöneltti ve daha duru bir kızgınlık hali alan çehresi kötüden kötüye değişti.
‘‘Biz de ne yapacağız diyorduk! Neden geç geldin?’’
Kelimeler gemi halatı olup boğazımda düğümlendi, milim açamadım ağzımı, donakaldım.
Alarm çalmadı demek yerine aval aval baktım yüzüne. Sonra o da vazgeçti sorgulamaktan, baktı cevap alamıyor. ‘‘Neyse neyse, geldin ya’’ dedi.

Ha şöyle! Rahatladım. Bana ihtiyaçları vardı! Gelmesem eksiğimi doldurmak için fellik fellik başkasını arayacaklardı. Oy verme işlemi başlamak üzereyken koşturup duracaklardı. Başkan yeniden kâğıda baktı, elindeki listeyle karşılaştırdı.
‘‘Burada adın yazmıyor’’ dedi, ‘‘kâğıt sana nasıl ulaştı?’’
‘‘Önce bir telefon geldi’’ dedim. ‘‘Gel kâğıdını al’’ diyordu telefondaki ses. Doğrusu
gidip almam gereken kâğıdın hangi kâğıt olduğunu, neyi ilgilendirdiğini öğrenmek için akla karayı seçtim. Mübarek, devlet sırrı bir buyurganlıkla paketlenmişti!
‘‘Seçim görevlendirmesi dediler, gittim aldım. Başvurmamıştım ama ziyanı yok, kabul ettim. Görevden kaçılmaz’’
‘‘Olsun’’ dedi, ‘‘Hem haklısın, görevden kaçılmaz. Adın burada yazmasa bile hallederiz. Ama bir yandan tuhaf… Sandık başkanı olduğuma göre bana bildirmeliydiler.’’
Sınıfa geçtik. Kâğıdı bir daha okudu, kaşlarını çattı, sipariş ettiği röntgeni ışığa tutan doktor ciddiyetine büründü. Sanki biraz da kasıla kasıla, omuz hizasına kaldırıp diğer görevlilerin duyabileceği bir ses tonuyla okudu. Herkes duymayı hak ediyordu. Zaten ‘herkes’ diyebileceğimiz diğer üç beş görevli toplanmıştı başımıza, sinek şekere nasıl üşüşürse öyle üşüşmüşlerdi.
‘‘
Y no’lu seçimlerde, falanca ilçe filanca okul, X no’lu sandığa sandık olarak atanmış bulunmaktasınız.’’
Görevliler arasından bir kadın çok geçmeden itiraza başladı. Niyeti besbelli çıngar çıkarmaktı.
‘‘Adının elimizdeki listede yazması gerekirdi. Öyle değil mi? Oyların güvenliğinden biz sorumluyuz.’’
Başkan sinirlendi.
‘‘Bakın onu da devlet atamış buraya! Devlet güvenmediği birini neden sandık olarak atasın? Ayrıca zamanımız kalmadı, hazırlayalım arkadaşı hemen.’’
Bana alacağım pozisyonu gösterdiler. Sırt üstü yatıp belimden kırdığım bacaklarımı yukarı diktim. Neredeyse mekik duruşu aldım, beni spordan uzaklaştıran egzersizle tek farkı ayaklarımı ittirerek karnıma yapıştırmalarıydı. Devamında başım hizasından, kulaklarımın hemen altından kollarımı kaldırdılar ve gayretlerine hiç ara vermeden şeffaf bir bantla vücudumu çevrelemeye koyuldular. Öte taraftan dengemi kaybetmeyeyim diye vücuduma destek veriyorlardı, doğrusu düşünceli insanlardı. Bandı defalarca geçtiler çevremden, havaya dikilmiş bacaklarım ve kollarım arasında şeffaf bantlarla sınır
lanan bir hacim oluşturdular. Yalnızca tavana dönük yüzeyimdeki bantlanmış alan düz değildi. Bacaklarım daha yükseğe eriştiğinden ister istemez eğimli bir yüzeye sahiptim.

Benimle konuşuyor, görevimi anlatmayı ihmal etmiyorlardı.
‘‘Yorulacaksın biliyoruz, ama neylersin, biri de bu işi yapmak zorunda.’’
‘‘Haklısınız’’ dedim. Diyemedim gerçi, hak veriyorum manasında başımı sallamakla yetindim. Zira kulaklarım açıktaydı ve denilenleri duyuyordum ancak ayaklarımla kollarım arasındaki o kısa mesafeye durmaksızın bantlar çekiliyordu. Kurulumum tamamlanıp banda
Y seçimleri yazılı bir kâğıt yapıştırdıklarında nihayet demokrasiye layık bir sandık olmuştum!
Artık oy verme işlemine geri sayıyorduk. Görevlilerin oturduğu sıranın tam önüne sürüklendim. Başta bir sıranın üzerine koymayı denediler ancak anlamsız olacağını kavrayıp çabuk vazgeçtiler. Sırtıma bir tahta verdiler. Beni tahtaya yerleştirmeleri de zahmetliydi doğrusu. Kırılıp bozulmamam, bantlarımın sökülmemesi gerekiyordu. Hassas çalışarak işi hallettiler. Fakat kadının itirazını kesmeyeceğinden emindim. Hatta oy verilen mekânla tek bağlantım kulaklarım olduğundan tüm varoluşumu duymaya koşullamıştım. Bir sinek vızıltısına değin her şeyi duymalıydım, yoksa sıkıntıdan patlamam, pusulaların dört yana saçılması işten değildi. Nasıl dayanırdım onca saat? Beklentim çok geçmeden gerçekleşti, kadın bu kez daha alçak perdeden itiraza koyuldu. Başkanın kulağına eğilip fısıldadı, olay tam yanımda yaşandığından duydum her sözü.
‘‘Başkanım kulaklarını da kapatalım, adil bir seçim olmaz yoksa.’’
Başkan öneriyi dikkate değer bulmadı.
‘‘Olur mu canım, ben de tam nefes alması için delikler açmayı önerecektim. Yoksa
ölüverir sandığımız.’’

‘‘Kulakları geçtim buna katiyen müsaade etmem başkanım! Mevzuata bakalım isterseniz. Buyurun, dilerseniz birlikte okuyalım: Ne diyor burada?’’
Kadın sayfaları hızlıca çeviriyordu. İtirazları ani bir tepkiden çok, önceden planlanmış bir taş koyma operasyonuna benziyordu. Hem taş hem taşın savrulacağı yer mühim sayılmazdı. Rastgele bir taşı uçurumdan yuvarlamak yeterliydi.
‘‘Bakın’’ dedi kadın, yakın gözlüğünü taktı, yaklaştı mevzuata, bunları şeffaf banttan görebiliyordum. Bant ne kırılacak
denli dayanıksız ne de görüşümü engelleyecek ölçüde pusluydu. Görüyordum her şeyi ve biliyordum: gözlerim saatler boyu tek neşe kaynağım olacaktı. Ya kulaklarım? Kulaklarım?
‘‘İşte’’ dedi kadın, gözlüğü burnunun ucuna kaymıştı.
‘‘Sandığın bütünlüğü asla bozulamaz.’’
‘‘Asla’’ ifadesini kendisi eklemişti. Bilirsiniz
ki bir mevzuat gücünü asla ve benzeri kelimelerle pekiştirme ihtiyacı duymaz. Duyuyorsa ya o mevzuattan ya gücünden şüphe edilir!
‘‘Dokunamayız sandığa başkanım, seçime şaibe karışır. Zaten bu yüzden dedim kulağını kapatalım diye. Sandığın aramızdaki konuşmaları dinlemesi sakınca
doğurabilir. Ya oy yemeye kalkarsa? Nasıl fark edeceğiz? Bana kalırsa birimizin gözü hep üzerinde olmalı.’’
Diğer görevli hak verdi kadına. Rakip partiden olduğu yılışık nezaket gösterilerinden anlaşılıyordu.

‘‘Bayan haklı, bu adam acıkmayacak mı? Ya zarfları kemirirse?’’
Siyah kemik çerçeveli gözlüğünü gömleğine yerleştirmiş, saçları kır, kırklarının başında bu adam haklıydı. Acıkacağım konusunda yerden göğe haklıydı! Ben yerde yatıp göğü gözleyerek elbet acıkacaktım. Acıktığımda, dökülen boyaların gölleri ve barajları işaretlediği tavan haritasına mı bakacaktım yahut çatlakların il sınırları çizdiğini mi varsayacaktım?
Saatler vardı oy sayımına. Gerçi oy sayımında da çilem bitmeyecekti; belki, insafa gelirlerse eski halimi almama ses etmezlerdi.
‘‘Ya boğulursa orada’’ diye diretti başkan. ‘‘Boğulmaz başkanım, siz kaygılanmayın. Zarfın atılacağı delik gayet geniş, buradan nefes alıp verir.’’
Gözlerini kırpıştırdı başkan -ki bu kırpıştırmanın kararsız anlarda takındığı ifadesi olduğu seziliyordu- ve pes edip çoğunluğa uydu. 


‘‘Peki madem; dediğiniz olsun, ama kulakları kapatmayacağız. Zarf yeme meselesine gelince, görev kâğıdını okuyalım. Gördünüz mü şunu?
-…İşlem yaklaşık on iki saat süreceğinden karnınızı burnunuzu iyice doyurup gelmeniz önerilmektedir- ’’
‘‘Bir dakika! Bir dakika!’’
Gözlüğünü gömleğine iliştirmiş görevli atıldı.
‘‘Sahiden öyle mi yazıyor yahu!
Karnınızı burnunuzu… Devlet, görevlendirme yazılarını argo bir dille mi yazıyor?’’
Kadın cin çarpmışa döndü.
‘‘Yoksa bu
sandık görevli sahte mi başkanım? Yoksa kandırıldık mı? Onu gerçek mi sandık? Neler yapıyor hilebazlar!’’
‘‘İmkânsız efendim, kuruntu etmeyin! Sahte olsa hakikisi de gelirdi.’’

Ya aslını ortadan kaldırmışsa? Hiç aklınıza gelmedi mi bu?’’
‘‘Aklınıza da neler geliyor Ümit Bey! yaşınızdan başınızdan utanın! Hadi onu geçtim bari partinizden utanın!’’
‘‘Bana böyle hakaret edemezsiniz başkan bey! Burası babanızın çiftliği değil!’’
‘‘Asıl siz kendinize gelin Ümit Bey! Benim babam hiç yoksa otuz dönem sandıklarda görev yapmıştır ve bu görevlerin çoğu da başkanlıktır! Terbiyenizi takının rica ederim! Hem onurlu bir insan
a leke süremezsiniz!’’
‘‘Babanıza değil sözüm size, kalkmış haddiniz olmadan beni utanmaya davet ediyorsunuz. Zaten babanız da maşallah geçinmenin yolunu bulmuş!’’ Son sözlerini başkan duymasın diye yarım ağız söylemişti. Ancak vaziyet kızışırsa yumrukların dudakların yerini alması ihtimalini hesaplayan öbür görevliler sabah mahmurluğuyla yayıldıkları sıradan kalkıp yanımıza geldiler. Üstelik biri boş bulunup dirseğini yumruğuma yasladı da neyse ki arkadaşının yerinde uyarısıyla toparlandı. Sorumsuz davranışlar neticesinde, ummadığım bir anda yırtılabilirdim. Pamuk ipliğine ve devletine bağlı bir sandıktım, mühürlenmiştim!
‘‘Sakin olalım arkadaşlar, neyi paylaşamıyoruz?’’
‘‘Bu görevli sandığın kâğıdına bakar mısınız lütfen!’’
Kâğıdı gösterdikleri kişi yaşlıydı, yetmişini devirdiği, derisi buruşuk yüzünden okunuyordu. Yine de dinç sayılırdı ve biz daha ölmedik demek istiyordu
.
‘‘Resmi bir evrakta böyle kaba bir dil kullanılır mı siz söyleyin?’’
‘‘Kullanılır, neden kullanılmasın? Devleti bu hale siz getirdiniz.’’
Son sözünü söylerken imalı bir biçimde kadına bakmıştı. Kadın beklemediği bu suçlama karşısında dellendi.
‘‘Ne demek bu! Ben nasıl devleti bu hale getirecekmişim? Siz aynaya bakın aynaya!’’ İçeride gayri ihtiyari konuşmaya başladım. İçeride
… Evet, içerideydim. Sandık ben’dim, aynı zamanda benim içimdeydi o. Ben vücudumla sandıkken kafam içerideydi, içeride kalmıştı. Mevzuatı düzenlemek yararlı olabilir. Hani sandıkların başı dışarıda kalsa mesela, ne olur? Kime ne zararı dokunur? Üstelik düşünmeyen bir baş’ın ne zararı dokunur?
‘‘Durun durun! Benim için kavga etmeyin!’’
Saat sekiz’e geliyordu.
Kadın: ‘‘Bakın hele bakın! Gördünüz mü? Konuşuyor bu sandık görevli! Konuşuyorsa zarfları da kemirebilir! Derhal zabıt tutmalıyız!’’
Başkanın sabrı taşıyordu.
‘‘Tamam, sizi mutlu edecekse zabıt tutalım!’’

“Başkanım size yakışmıyor bu sözler!’’
‘‘Hangi sözler? Af buyurun, anlamadım’’
‘‘İşinize gelmeyeni anlamazsınız tabi! Ben iffetli bir hanımım, mutluluğum da yalnız kocamı ilgilendirir. Mutlu edecekse falan… O nasıl söz! Kocam ve babam dışında hiçbir bey mutluluğu
mla ilgilenemez!’’

‘‘Anladım, kafayı yemişsiniz.’’
‘‘Ben kafayı yemedim ancak siz hapı garanti yuttunuz başkanım. Parti kumanyamızdan bir şişe su için, göğsünüzde kalmasın! Şimdi milletvekilimi arıyorum.’’
‘‘Hanımefendi isterseniz al…’’
Sözünü bitirmedi.
‘‘Çok az kaldı, yerimize geçelim ve vatandaşların sağlıklı oy kullanmasını sağlayalım.’’
‘‘Sağlık ya, doğru, sağlık! Adamın ağzı bir karış açık, atılan zarflara yan yan bakacak, hapır hupur yutacak oyları ve sağlık diyor
sunuz! Ne sağlığı başkanım! Ne sağlığı! Çok iyimsersiniz! İyi tarafınızdan kalkmışsınız bugün!’’
‘‘Oylama yapalım arkadaşlar!’’
Başkan çareyi yine kılavuzumuz olan demokraside bulmuştu.
‘‘Bütün maddeleri bir bir oylayalım.’’
‘‘Bu oylamaya hayatta katılmam başkanım, mevzuat var. Ben mevzuata bakarım!’’
‘‘Siz mevzuata bakın hanımefendi, çekimser kalın, biz işimizi yaparız.’’
Kadın güldü, tahrik edici bir tavır vardı gülüşünde. Gözlerini iyice kısmış alaycı bir hava katmıştı. Ağzının kenarında çizgiler ciddiyetsiz bir esenlikle yanaklarına ve çenesine doğru genişlemişti.
‘‘Sizin işiniz nedir beyefendi, tam olarak  söyler misiniz?’’
Sandık başkanı kadına döndü ama bir şey söylemedi, ağzını dahi açmadı.
‘‘Oyluyoruz. Kulakları kapatılsın mı? Evet diyenler?’’
Demin bu ‘‘oyuna’’ katılmayacağını söyleyen kadın elini ilk kaldıran olmuştu.
‘‘Hayır diyenler? Kulakları kapatılmayacak! Rahat nefes alması için delikler açılsın mı? Evet diyenler? … Hayır diyenler? Açılmasın, o da tamam. Sandıktan şüpheleniyor muyuz? Bir yetkili çağırmaya lüzum var mıdır? Evet? … Hayır? Ağzı kapatılsın diyenler? Evet?.. Hayır?..’’
Beni bozup ağzımı bantlamanın zahmetli olacağını sezenler suskun kalmıştı.
‘‘Birimiz sürekli olarak sandığı gözlemeli miyiz? Evet?.. Hayır?.. Hayırlısı olsun! Seçimlere başlayabiliriz arkadaşlar!’’

Kimse bu kutsal göreve talip olmamıştı.
Sandık halini alalı on dakika dolmamıştı ki karnımda ziller çalmaya başladı. Sanırım okuyup kavga ettikleri o kısım gözüme çalınmamıştı: Karnını burnunu iyice doyur. Karnımı doyurmamıştım, kahvaltı etmeden çıkmıştım evden. Burnumdan geleceği ortadaydı. Ne yapalım? Öte yandan bantlar ve sevimsiz duruşum canımı sıkıyordu ve sandığın kadın üyesi hayıflanmasına ara vermemişti.
‘‘Bari kulaklarını kapatsaydık.’’
Ne etmeli? İşte, ilk talihlilerim de geldi! Bir aileydi kapıda görünen, başımı o yana çevirerek şahit oldum demokrasiye doğru atılmış anlamlı adımlara! Genç çift sabahın sekizinde, çocuklarının elinden tutup bana koşmuştu. Niye mızmızlanıyordum sanki? Arpam mı fazla gelmişti? Kendime kızdım ve her şeyi unuttum!

2014

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl