Bugün Beyoğlu’nda buluşacak yedinci sanat sevdalıları, çağına ve insanına tanıklık eden bir sinemayı yaratmanın, ödül töreninde kırmızı halının kaç metre olması gerektiğini tartışmaktan çok daha acil olduğunu biliyorlar.

20 Ekim 2017’nin sinemamızın en ilginç günlerinden biri olarak tarihe geçeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Bugün, ülke tarihinin en köklü sanatsal organizasyonu anlamına gelen Altın Portakal, anlayışları birbirinden neredeyse taban tabana zıt iki ayrı oluşum tarafından, İstanbul ve Antalya’da eşzamanlı olarak yorumlanıyor. Dünyada da olasılıkla bir ilki temsil eden bu durumun bir cephesini, 54 yıllık Antalya geleneğine İstanbul’da sahip çıkarak ulusal yarışma düzenleyen sinemacılar topluluğu oluşturuyor. Madalyonun diğer tarafında ise, bedenleri Antalya’da olmasına karşın fikirleri başka diyarlara göç etmiş organizatörler var!

Kimi zaman hedeflerinizi ortaya koyan kısacık sloganlar, niyetinizi açığa vururlar. Birinin gözü Venedik, Cannes, Berlin ve hatta Hollywood’da! İroniye bak; İstanbul Beyoğlu Sineması’nda bir araya gelen sinemacılar ise Antalya’ya dönmeyi düşlüyorlar.

Cambaza Bak!”

Fitili 20 Temmuz’da yakılan tartışmaların ulaştığı noktadayız artık. Tam da kapitalizmin ruhunu yansıtan bir ifadeyle, “kente marka değeri kazandırmak” adına yola çıkan festival yönetimi, sanki bundan daha önemli bir “marka değeri” olabilecekmiş gibi, işe Altın Portakal adını kaldırarak başlamıştı dört yıl önce. Picasso’ya rahmet okutan “kübik formu” da yeniden icat eden aynı ekip, sihirli bir dokunuşla ödül heykelini bir kitsch başyapıtına dönüştürdü! Belgesel ve kısa filmlerden, onları yok edecek kadar çok hoşlanıyorlardı, tıpkı ulusal sinemaya büyük önem verdikleri gibi…

Bir meçhule doğru koşar adımlarla yuvarlanan ve bir deneme tahtasına dönüştürülen koskoca bir festivali var eden en büyük etmene, yerli üretimlere yer yoktu artık. Bütün bunların, bu güzel ülkenin yürekli sinemacıları Lütfi Akad’lar, Metin Erksan’lar, Halit Refiğ’ler, Yılmaz Güney’ler ve daha onlarcası sanki hiç var olmamış gibi, “filmlerimizi dünyaya tanıtmak” gerekçesiyle yapılması, “cambaza bak” deyişinden ayrı düşünülemezdi elbette.

Haziran Coşkusu, Emek Ruhu

Bugün Türkiye’nin iki farklı kentinde, aynı kaynağa sahip çıkma iddiasıyla yola koyulan iki festival yapıldığını düşünürsek sadece, fena halde yanılgıya düşeriz. Burada iki ayrı etkinlik değil, iki ayrı dünyadır görücüye çıkan. “Karanlıkta Uyananlar”dan “Sürü”ye, “Maden”den “Gurbet Kuşları”na yüzlerce filmimizin kalbi Beyoğlu Sineması’nda atmaktadır. Haziran coşkusu ve Emek’in ruhu olduğu gibi, 70’lerin Antalya’sının coşkusu da vardır orada. Orhan Taylan’ın “Prometheus”u, Mehmet Aksoy ve Kuzgun Acar’ın halkla omuz omuza ürettikleri sanatı, Ruhi Su’nun bağlaması, Aziz Nesin’in 1978’de yaptığı sansüre karşı çağrısı İstanbul’a taşınmıştır artık. Bu güzel ülkenin insanına sinema yoluyla dokunmak isteyen sanatçıların çok büyük bir çoğunluğu, Altın Portakal’ın ulusal sinemanın kalbinin attığı yer olduğunu ve bu yarışma olmaksızın, yarım asrı deviren bir geleneğe sahip çıkmaktan söz edilemeyeceğini vurgulamıştır. Aralarında, mizahın en güzel örneklerinden birkaçını sergileyerek, alınan kararın, Kırkpınar’daki güreşlerden yağı kaldırmak kadar anlamsız olduğunun altını çizenler de olmuştur. Ama tüm kapılar duvara dönmüştür onlar için.

Neyse ki, bütün bunları asla unutmayacak olan ve gözbağcılığının asla işlemeyeceği bir tarih var ve bizim yerimiz, bedeniyle olmalarına engel koyulsa da, umutlarıyla Antalya’da olanlarla yan yanadır. Nokta.

Sözünü Özgürce Söyleyen Sinema

Bugün Beyoğlu’nda buluşacak yedinci sanat sevdalıları, çağına ve insanına tanıklık eden bir sinemayı yaratmanın, ödül töreninde kırmızı halının kaç metre olması gerektiğini tartışmaktan çok daha acil olduğunu biliyorlar. Jüri başkanlarının ya da Hollywood’dan gelen konukların hangi otelin kaç metrekarelik odasında konaklayacağını hesaplamak onların işi değil. Kapanış gecesinde yapılacak konuşmalarda ecel teri dökmeyecek, aksine önemli bir ana tanıklık ettikleri için mutluluk duyacaklar.

54. Ulusal Yarışma’da filmlerin yarışacağını sanmayın sakın. Onlar, Kaan Müjdeci ve arkadaşlarının deyişiyle, kendilerini uluslararası alana tanıtma baskısını hissetmeksizin, önce birbirlerini tanımak ve anlamaya çalışmak için bir araya geliyorlar. Yeni sinemacılarla tanışmak ve onları deneyimli meslektaşlarıyla buluşturmak istiyorlar. Dünyaya seslenen, sözünü özgürce söyleyen sinemacılarımızı izlemek için, izleyiciye sinemayı keşfetme fırsatının verilmesini sağlamak için ve her şeyden önemlisi ulusal yarışmanın bir gün yeniden o şehre dönmesi için buluşuyorlar.

Bu çağrının yanında durmak ve onları yalnız bırakmamak boynumuzun borcudur!

TEILEN
Önceki İçerikCengiz Gündoğdu’dan Eleştiri Şimşekleri
Sonraki İçerikCleon: Yabaniliğin Tadı
Gazi Üniversitesi ve S. Demirel Üniversitesi’nde resim eğitimi aldı. İlk denemeleri Kırkmerdiven, Şehir Işıkları, Kent ve Sanat gibi dergilerde yayımlandı, 2000’lerin başında illüstrasyonlarından oluşan “Sanalçağa Eskizler” adlı bir dizi kişisel sergiye imza attı. 2007 yılından bu yana, Antalya merkezli Modern Zamanlar Sinema Dergisi’nin editörlüğünü sürdürmektedir. Yazıları; BirGün, Yurt, Aydınlık, Cumhuriyet (Akdeniz) gibi gazetelerde, çeşitli dergi ve bloglarda yayımlanan yazar, 2013 yılında açılan Behlül Dal Sinema Müzesi’nin danışmanlığını yapmış ve kurumda “Film Analizi” ile “Dünya Sinema Tarihi” atölyelerini yönetmiştir.