Her günü sislidir yılın bu zamanı. Öyle ki vakit öğlene varana kadar göz gözü görmez. Tanıdıksan kent sana yüzünü gösterir sabahları, eğer yabancıysan vay haline. Yuvarlak çehresinde seni savurur durur. Başladığın yere gelirsin de ayırdına varamazsın. Şanslıysan, ancak aynı insanları tekrar gördüğünde anlarsın aynı yerden birkaç kez geçtiğini, o kanal kenarından, o sis içinden.

Hadi çık yola. Seni çağrıyor su şehri, kanal şehri. Yusyuvarlak çehresi, gittikçe derinleşen gövdesi, girdikçe içlere haz veren köşeleriyle.

Köhne ve durağan bir şehir burası. Ne hazlar verir bilemezsin köhnelik, durağanlık; çünkü öyle de olsa sisler içindesin. Hele o su sesleri yok mu yönünü karıştıran. Su sesi önemlidir İsrailoğulları için. Su batıştır, ölümdür, ama kaçıştır en çok. Sis yardım eder. Olur da yönünü bulamazsan çektiğin fotoğrafları suya at uğursuzluğu kov. (T/Y: Yasanın Tekrarı)

Okuduğum gibi olmuştu. Sabahın erken saatinde indiğim şehirde göz gözü görmüyordu. Handiyse ayağımı attığım yer kara mı su mu ayırt edemeyecek denli kalın bir sis hâkimdi kente. Yabancıydım ve kent yüzünü göstermiyordu. İkinci satıra geliyordum. İşte; “başladığın yere gelirsin de ayırdına varamazsın.” Haritadaki ismi zikrediyorum. Anlamıyorlar. Gösteriyorum: “Aa cuudekka” diyorlar. “Numero 5” diyor biri, diğeri “No, numero 2.”

Kendi aralarında tartışarak uzaklaşıyorlar. Kadınlardan birinin elinde sigarası yanıyor. Sis içine üflüyor dumanını, kokusu kalırken, dumanı kayboluyor. Ben yuvarlak ateşinde kalıyorum.

Üşüyorum. Gri palto, gri atkı, gri şapka giyiyorum. Diğerleri bu yüzden mi görmeden, duymadan geçiyor beni, ikinci, üçüncü kere sormama rağmen. Sonra bir dördüncü cümle karşılıyor çok şükür: “Şanslıysan duran insanlara rastlarsın.” O iki kadınla bir daha karşılaşıyorum. Gitmemişler gibi. Bu kez emin şekilde “Numero 2, vaperetto” diyor ikisi de iki ağızdan. Seviyorum iki rakamını. Isınıyorum. (Ama) Yalnızım.

Hızlıca atıyorum adımlarımı. Köprüler geçiyorum birbirine benzeyen, yuvarlak çehreleri üzerinden kemerli binalara yaklaşıyorum. Yaklaştıkça onlara yabancılığım kalmıyor, yürüdükçe sis açılıyor. Yine de haritamı kaybedecek olsam tümden başladığım yere geri geleceğimin hâlâ ayırdındaydım. Sıkı sıkı tutuyorum elimde.

Ta o ana, griliğin üzerimde ıslanacağı ana kadar. Nasıl olduğunu anlamıyorum. Köprüden görünen o daracık arayı merak etmemle başlıyor her şey. Karşıya geçip beni oraya ulaştıracak sokağa giriyorum. Kıvrımına çekiyor beni. Kıvrıldıkça kıvrılıyor. “Yahudi mahallesi burası” diyor önüm sıra giden insan kalabalığının en önündeki uzun boyunlu adam. Öyle ki en arkadaki beni görüyor, kafileye karıştığımı zannedip elleriyle çabuk çabuk olun işareti yapıyor diğerlerine.

Alıyor onları önüne ve ortada o, arkada ben kalakalıyoruz. Yürüyoruz. Biraz fotoğraf çektikten sonra seke seke, tek tük ayrılıyorlar. Sokağa girdiklerindeki heyecanları kalmıyor.

Akıl veriyorum kendimce, bak ben olsam şu apartmanı çekerim. Sonra şu duvardaki barış yazısını. Bak oradaki renkli bayrak, o ne mesela? Az gerimizde kalan yeşile boyalı kepenkler harikaydı çekmedin mi, aaa geri dön ve çek. Ya şapkalı çocuklar. Azlar, ama varlar. Siyah huni şapkalarıyla, gözlerinde gözlükleriyle bir sihirbaz gibiler. Fısıltıyla “Bak onlara görmek istersen” diyorum ve fısıltı kaplıyor mahalleyi. Sonra sessizlik. Ürperiyorum. Dönüyorum. Yeşil kepenkler sarıya boyanmış, etrafta kimseler kalmamış. Çekilen fotoğraflar serpiştirilmiş, topluyorum bir bir yerden. Fotoğraflara bakınarak yürüyorum. Hiçbiri mahallenin tılsımını çekememiş. Yazık. Buğulu kadrajdan bakılmış sanki etrafa. Gri duvarlar, nerede “çek dediğim” yeşil kepenkler. Hiçbirinde yok. Bir diğeri yarım yamalak. Hani çocuklar? Kahretsin onları da çekmemişsiniz. Sıkıyor fotoğraflar beni ya “uğursuzluktur yerdeki fotoğraf” diyordu kitaptaki son cümle hani. “Onları suya at.”

Atmalıyım. Kanala doğru yürümeye başlıyorum sözü tekrarlayarak. Hızlandırıyorum adımlarımı. Elimde düşürmem gereken bir şey değil de başımda düşürmemem gereken bir şey varmış gibi bir hizada tutmaya çalışıyorum.

Gittikçe daralıyor son girdiğim sokak, pencereler yine kepenkli. Yer yer renkli. Rengârenk yazılı duvarlar. Rakamlar. İçim açılıyor. İçim açılıyor da kahretsin hava bir türlü açılmıyor. Tabii ya fotoğraflar. Hava o yüzden kötü. Sis bir türlü geçmiyor. Öğlen olmadı mı daha?

Sonra bir an geliyor sisin içinden kalabalık bir çamaşır silsilesi karşılıyor beni boy hizamın üzerinde. Gülümsüyorum. Daracığın üzerinde darağacında gerilmiş gibi, iki binadan gerilmiş bir ip ve ipe serilmiş çamaşırlar. Çocuk kıyafetleri, erkek kıyafetleri, kadın geceliği. Hoşuma gidiyor aile kokusu almak. Dememe kalmıyor altımdan kayıyor sanki dünya. Gözlerim o güzel ipekli kadın geceliğinde takılı kendimi kanalın içinde buluyorum.

Aman Allahım. Harita haritam diyorum. Geri fırlatıyorum onu, ben belime kadar sırılsıklam olmuşken. Fotoğraflar su yüzüne dağılırken daracık sessiz sokak birden gürültüyle açılıyor, genişliyor. Bir kurtarıcı elini uzatıyor, sisi dağıtıyor. Üzerimdeki grilik de göz alıcı bir sarıya dönüşüyor.

***

Titreyerek uyandığımda kendimi bir odada buldum. Öksürmeye başlamamla odanın kapısının açılması bir oldu. Çocuk sesleri geldi, içeriye anne girdi. Yaklaştı anlamadığım dilde “Nasılsın” dedi, sıcak bir şeyler uzattı.

Doğruluyorum içmek için. Doğrulmamla üzerimde yabancı olan giysiyi görüyorum. Anne “Telaş etme” diyor. Pencereyi gösteriyor. Boynumu uzatıyorum. Upuzun bir ip görüyorum. Aşağıdan daracık görünen sokağın yukarıdan nasıl bu kadar geniş görünebildiğine şaşırıyorum. Uzadıkça uzuyor ip ve üzerindeki kıyafetler seyrekleşiyor. Çocuk kıyafetleri, erkek kıyafetleri, gri bir palto, gri bir atkı, gri bir şapka gözüme çarpıyor. Rahatlıyorum. Sis tekrar kaplamış her yeri. Ama ipte aşağıdan gördüğüm muhteşem ipekten geceliği göremiyorum. O an anneyle bakışlarımız rastlaşıyor. Eliyle gövdesini gövdemi işaret ediyor. O işaretle birlikte güneş doğuyor sanki. Sapsarı bir ışık. O an ayırdına varıyorum, aşağıdan çamaşır demirlerine ardı sıra gözüme vuran ipekten ışıltının şimdi üzerimde olan geceliğin yansıması olduğunu. Dokunuyorum ona. Anne hırkasıyla dokunuyor bana. Üşümem geçiyor. Elimde içinde ne olduğunu bilmediğim tastan tılsımlı sıcak suyu içerken şehri seyrediyorum, yükseğe çıktıkça azalan sisler içinde.

Ne çok kanal var. İrili ufaklı. Muazzam bir görüntü, muazzam bir karmaşa. Sular kanalın birinde yükselirken birinde alçalıyor. Van Gogh’un renklerle dansı gibi, su rengi bir kent tablosu çiziliyor bilinmeyen bir el tarafından. Su sesi yükseliyor, uğuldamaya başlıyor kulaklarım. Son cümleyle karşılaşıyor belleğim: “Hele o su sesleri yok mu yönünü karıştıran.” Haritam haritam nerede diye panikliyorum. İpte sere serpe onu da tutan sarı bir mandal görüyorum, şükrediyorum.

Seslerin çoğaldığı yer San Marko olmalı, tepesindeki çanların çalmasıyla tüm şehrin çanları çalmaya başlıyor. Sular alabildiğine yükseliyor. Ses tüm şehre yayılıyor ve sanki gelip bu evde birleşiyor. Rüzgâr şiddetleniyor, ama sis çöreklenmeye başlıyor. Harita kopuyor yerinden süzülüyor daracığın zeminine doğru.

Panikliyorum. Kapıya doğru koşuyorum. Benden önce davranıyor biri, açıyor yeniden kapıyı. Üç çocuk sıraya dizilmiş içeri giriyor.

L’shanah tovah” diyorlar hep bir ağızdan, mini mini elleriyle mumları tutarken. Haritayı unutuyorum birden, mumlardan elimdeki tasa yansıyan altı köşeli yıldıza kapılırken. Garip bir haz alıyorum Venedik’in bu köhneliğinden.

Çocuklar birkaç fotoğraf tutuşturuyorlar elime. İşaret ederek, “Bunları da seninle kurtardık” diyor anne. Alıyorum ve farklı bir kadrajla karşılaşıyorum. Parıltılı bir kadrajdan çıkmış gibi, yine de içinde çocuklar yok, çocuklar karşımda çünkü. Çocukları takip ederek bu kez daha yüksekten savuruyorum yükselen suya tüm fotoğrafları. Anne tebessüm ediyor: “Toda” diyor. Sis tamamen dağılıyor. Hep bir ağızdan “L’shanah tovah” diyoruz.