Ana Sayfa Litera TEZEK SIVALI EVLERDEN CUMHURİYET AYDINLIĞINA

TEZEK SIVALI EVLERDEN CUMHURİYET AYDINLIĞINA

TEZEK SIVALI EVLERDEN CUMHURİYET AYDINLIĞINA

Aslında felsefe serisine devam edecektim. Ancak kısa bir ara vererek bu yazıyı yazmak istedim, sebebi  hem Cumhuriyet Bayramı hem de Ahmet Hâşim’in 3 Eylül 1919 tarihinde yazdığı bir mektup.

Bu mektuba girmeden önce, ilk gençlik yıllarımda üzerimde çok tesir bırakan iki eserden söz etmek istiyorum: “Yaban” ve “Zeytindağı”.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” romanını  okumayanlar için kısaca hatırlatalım. Günlük tutan Ahmet Celâl adlı bir  Türk subayının anılarını içeren bu romanda, sağ kolunu kaybetmiş olan Ahmet Celâl, bir askerinin daveti üzerine Porsuk Irmağı kıyısındaki bir köye yerleşir. Romanda o dönemki Anadolu köyünün idealist, okumuş, kibar bir İstanbullu açısından  nasıl görüldüğü anlatılır. Köy sakinleri Türk oldukları halde Kurtuluş Savaşı ile ilgilenmemektedirler. Bir Türk müfrezesi köye yaklaştığı zaman angarya iş çıkarmasınlar diye tüm köy ortadan kaybolup evlere çekilir. Ahmet Celâl büyük hayal kırıklığına uğramıştır. Namusunu, onurunu korumak için  kolunu feda ettiği Anadolu köylüsü bu muydu? Daha sonra köyü Yunanlılar basar ve bu esnada Ahmet Celâl aşık olduğu kadınla birlikte köyden kaçar. Romanın sonunda ülkenin kurtulup kurtulmadığını da öğrenemiyoruz. Kısaca, idealizmin vurdumduymaz bir cehaletle ilk tanışması ve hayal kırıklığı çok güzel işlenmiştir bu romanda.

Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” isimli, Türkçe’nin  zirve yaptığı eserlerden bir olan kitabında ise Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ruhsal yönden yaşanan travma ve dönemin ruhu etkileyici bir dille anlatılmıştır. Kitabın önemini, uğradığımız bozgunu anlamak için herkesin bildiği şu bölümü özetleyerek ve atlayarak aktarmakta fayda var:

“… İstasyonda bir kadın durmuş gelene geçene ‘Benim Ahmet’i gördünüz mü?’ diyor. Hangi Ahmet’i? Yüz bin Ahmet’in hangisini? Yırtık paspasının altından kolunu çıkararak trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: ‘Bu tarafa gitmişti!’ diyor. O tarafa mı? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı? Ahmet’ini buz mu, kum mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa Ahmet’ini görsen onu da benim kadar yabancı bulacaksın. Hiçbirimiz Ahmet’ini görmedi fakat Ahmet’in her şeyi gördü, Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü! Şimdi Anadolu’ya batıdan doğudan, sağdan soldan bütün rüzgarlar  bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başına çömelmiş oğlunu arıyor. Anadolu Ahmet’ini soruyor. Ahmet’i ne için harcadığımızı söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bu anaya anlatabilsek, onu övündürebilecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik…”

O büyük bozgunu bundan iyi anlatabilecek kelimeler tasavvur edemiyorum. Her okuduğumda çarpar beni.

Şimdi hem Yaban romanını hem de Zeytindağı’nı  ele alınca o dönemde bizlere sonradan anlatılandan oldukça farklı bir Anadolu resmi beliriyor.

Zannediyorum ki Doğan Avcıoğlu’nun “Milli Kurtuluş Tarihi”  serisinde okumuştum, okumuş ve irkilmiştim. Sevr Antlaşması sonrası Anadolu dört bir koldan işgal ediliyor ve Anadolu halkı ekseriyetle bu işgalleri kabullenmiş bir ruh halinde bulunuyormuş. Yer yer işgalci askerlere ayran koşturan köylerden bile bahsedilir kitapta. Bu uyku, bu sinmişlik belki de onlarca yıldır devam eden savaş halinin bir yansımasıdır, onu bilemeyiz ancak Doğan Avcıoğlu’nun belirttiğine göre bu vurdumduymaz tavır Yunan askerinin İzmir’e ayak basması sonrası başlayan tecavüzlere kadar devam etmiş. Hatta bu sebeple emperyalist ülkelerin maşa olarak Yunanlıları kullanmasını kendi amaçları açısından büyük bir taktiksel hata olarak nitelendiren yabancı kaynaklardan  bazı alıntılar da bulunuyor bu seride.

Neyse detaya girmeyelim. Bu örnekleri dönemin gerçek yüzünü görebilmek için verdim. Devrimlerin hangi koşullarda ve kimlerle  yapıldığını anlamamız gerekiyor.

Gelelim yazının başında değindiğimiz Ahmet Hâşim’in mektubu meselesine. Bu mektubu Ahmet Hâşim 3 Eylül  1919 yılında arkadaşı, sonradan Manisa milletvekili olacak olan Refik Şevket Bey’e yazıyor. Mektup uzun, bu sebeple aşağıdaki iki paragrafı özellikle seçtim:

 

“… Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir…”

 

“… Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. Sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. Bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir…” 1

Yeryüzü tarihinde ilk kez, eş zamanlı olarak hem içerideki mutlak monarka hem de dışarıdan toprağımıza çöreklenmiş emperyalizme karşı  isyan edip başkaldırdığımızda Anadolu’nun içler acısı durumu ne yazık ki bu imiş.

Buradaki asıl mesele  Cumhuriyet’in hangi koşullar altında  gerçekleştirildiğini görebilmektir. 2018 yılında türlü iletişim ve koordinasyon imkanları varken binde biri sağlanamayan başarılar,  yukarıdaki koşullar ve imkansızlıklar altında ta o zamanlar gerçekleştirilebilmiştir.

Düşmanın Ankara’ya yürüdüğü sisli ve karanlık günlerden yola çıkılarak, 26 Ağustos sabahı Türk topçusunun  özgürlük haykırışıyla fiiliyata bürünen o ışık, Cumhuriyetle belirginleşmiş ve ülke bu aydınlık raya oturtulmuştur.

Meclisi, ordusu, yurtsever aydınları ve bizzat halkıyla girişilen mücadele, Profesör Bülent Tanör’ün deyimiyle “haklı” ve “halklı” bir savaş sonucunda kazanılır.  “Haklı” ve “halklı” olduğu için kazanılır. 2

Cumhuriyet ‘in bize anlatılan kuru tarifinden ziyade asıl önemli yanını ilk kez Attilâ İlhan’dan duymuş ve sarsılmıştım. Şöyle der: 1923 Devrimi, üç önemli eylemin üzerine kuruludur ki onlar da, “Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı”, “padişaha karşı demokratik devrim” ve “toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü” dür.

“Hangi Atatürk” isimli eserinin arka kapak yazısında da şöyle der kaptan: “… Siz Osmanlı ülkesinde ‘milli kararlara dayanmak’, ‘meşruluğu’ bunda aramak ne demektir bilir misiniz? Padişahı ve Halifeyi silmek, hiçe saymak demektir! Mustafa Kemal, Amasya Tamimi’nden itibaren, Osmanlı meşruluğunu reddetmiş, tarihsel meşruluğu önemsemiştir. Buysa ‘ihtilal’in ta kendisidir.3

Ahmet Hâşim’in mektubuna dönecek olursak, bu mektup (ve yazıda belirttiğim diğer iki eser) dönemin gerçek yüzünü ve koşullarını anlamak için oldukça önemlidir. 95. Yılını kutladığımız Cumhuriyetimizin nasıl ve hangi şartlarda ete kemiğe büründüğünü de bu vesileyle anlamak durumundayız.

 

1 Güzel yazılar-Mektuplar—Türk Dil Kurumu Yayınları s.67–72

2  Server Tanilli – Strasbourg Yazıları – Adam Yayınları, Ekim 2000 sf.343

3 Attilâ İlhan – Hangi Atatürk – İş Bankası Kültür Yayınları, Ocak 2017

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl