Orta Çağ’da binbir çeşit dikkat uyandıran davranışla ilgi çekenlere soytarı denirdi. Günümüzün sanal ortamlarında ise troller var. Ne kadar çarpıcı ve güldürü içeren bir paylaşım yaparlarsa, normları ve normali elinde tutan baskıcı çoğunluk o kadar çok paylaşır. Zaten köşeleri ahbap-çavuşlar tutmuşlardır; fakat internetin kapılarını da troller tutar ki gerçekler kimseciklere ulaşamasın.

Çağımızda aydın düşmanlığı ileri düzeyde. Yaptığınız bir yoruma, espri sevdalısı birisi mutlaka “seviyeyi yükseltmeyelim, anlayamıyoruz” yazacak, hatta oradan AKP’yle CHP’ye bile bağlayacaktır. Ne alaka demeyin, çünkü devir sizin devriniz değil…

Akademisyenlerin yazdığı makalelerin çoğu okunmuyormuş. Ne demekmiş bu? Demek ki akademisyenler boş işlerle uğraşıyormuş. Troller ve şürekaları sevinir hemen. O erişemedikleri makamları değersizleştirmenin bir yolunu bulmuşlardır. Suçlu, okumayanlar değil, yazandır. O da okunmayacak şeyler yazmasaymış. Vay be, ne güzel iş…

Bu akademisyenlere yönelik saldırılarda, özellikle sosyal bilimciler ya da trolün diliyle sözelciler hedeflenir. Neden? Çünkü bilim ve teknoloji gibi dallarda yayın yapanların makalelerinin okunup okunmamasının bir önemi yoktur. Onların topluma yaptıkları katkılar bellidir. En azından, nasıl çalıştığını bilmemekle birlikte tüm zamanını geçirdiği akıllı telefonla tableti onlar yapıyor. Ya sözelciler? Ancak boş boş konuşuyorlar. Oysa toplumsal konuların az biraz ucundan tutmuş herhangi biri, bilimsel ve teknolojik buluşların tek başına yeterli olmadığını, bilim ve teknoloji politikalarının ve bilim ve teknoloji insanlarının nasıl yönetildiğinin de son derece önemli olduğunu bilir. Sözelciler boş işler yapmazlar gerçekte; nasıl bir toplum yapısının söz konusu olduğuna ve olacağına ilişkin fikir üretiminde onların katkıları vazgeçilmezdir.

Trol orada durmaz. Sayısalcılar için aklına bile getirmediği eleştiriyi yine sözelcilere yöneltir: “Gereksizcesine uzmanlaştıkları için, yazdıkları hiçbirşeyi anlamıyoruz” diye yakınır. Bunda sözelcilerin aşağılanması alttan alta görülür; çünkü bilimsel ve teknolojik ilerleme, sayısalcıların birbirlerini anlamayacak denli uzmanlaşmalarıyla olanaklı olmuştur. Bir uçak mühendisi bir bilgisayar mühendisiyle kimi noktalarda anlaşsa da, aynı işi yapmaz. Ama trol, antropologdan da demograftan da aynı biçimde konuşmasını bekler. Kuşkusuz, bu, çifte standarttır.

Trol, akademisyenlerin okunmayan makaleler yazmalarını üniversite yapısına bağlar. Onların kadrolarını korumak ya da güvence altına almak için makale yazdıklarını, sonra bunlara kendilerinin bile bakmadıklarını ileri sürer. Bu, ilk bakışta haklı gibi görünür; fakat akademisyenliği bir açıdan ücretli çalışanlığa indirgemiş olur. Oysa birçok idealist akademisyen, düşünceler üretir ve bu düşüncelerin kitlelere ulaşması için makale yazarlar. Bu makaleler, trolün sandığı gibi, gönderildiği gibi yayınlanmaz. Defalarca red alır; öyle ki akademisyenin hevesi kırılır. Sonra bir gün o makale yayınlandığında kimse kapağını açmaz. Neden olur bu? Bir kere akademik dünyada özellikle de sözelci dünyasında, fazla eleştirel olmak her zaman cezalandırılır. İşin en başında, makale gönderilen dergiye sık sık atıf yapmak ve önceki yazarları olumlamak beklenir. Keskin eleştiri, makaleyi asla yayınlanamaz duruma getirir. Trol keşke bilse yayınlanan ve okunmayan makaleler dışında, kaç tanesi gün yüzü bile göremiyor.

Üstelik, yayınlanmayacağı çekincesiyle, nice konular ve nice bilgiler es geçilir. Bu da, birçok gerçeğin akademi yerine gazeteciler arasında tartışılması gibi bir sonuç doğurur. Bir akademik makalenin yayınlanması 1-2 yılı bulduğundan; akademik dergilerin her zaman gazetelerin gerisinde olduğu görülür. Bu, kimi akademik makalelerin okunmamasının nedenidir. Bir makale, aradan geçen 1-2 yılda güncelliğini yitirebilir. Akademik dergilerin makaleleri daha hızlı basmaları bu nedenle yaşamsal önemdedir. Ancak, bu sorun bir türlü çözülemez. Abonelikler ve yayın ücretleri sayesinde büyük kazançlar elde eden akademik yayınevleri, hakemlere beş kuruş ödemez; bu da, hakemliği, boş zamanlarda, diğer tüm işler bittikten sonra yapılan bir etkinlik haline getirerek yayın sürecini uzatır.

Sorunların kökü kapitalizmdedir. Kapitalizm, neo-liberal model aracılığıyla, akademisyenliği performans tabanlı bir iş durumuna getirmiştir. Performans ölçütü, artık yalnızca makale değildir. Hatta makale, bölüm ve okul için maddi bir kazanç getirmediği için artık geri plana düşmektedir. Bölüme ne kadar öğrenci çektin, okula ne kadar proje ve fon getirdin, öğrenci anketlerinde ne kadar popüler oldun vb. Bunlara bakılır. Ancak, trol, çarpıtılmış dünyasında, bu durumdan kapitalizmi sorumlu tutacağına, yazdıkları okunmuyor diye akademisyeni suçlar.

Trolün üstünkörü bakışında yanıldığı bir nokta da şudur: Hiç okunmayan bir makale, akademisyenin kadrosunu garantilemez. Kimi ülkelerdeki küçük üniversitelerde bile, makalenin yayınlandığı derginin üst sıralarda olması, makalenin çok atıf alması ve buna bağlı olan etki etmeni (impact factor) gibi sayısal göstergelerde yüksekte olması gibi ölçütler de vardır. Bunlar karşılanmadan, kadro elde tutulamıyor. Dolayısıyla, trolün “bunun için bu kadar çok makale var” dediği durum, sistem tarafından ‘başarılı’ bulunan değil, ‘başarılı’ bulunmayan akademisyenlerin üretimine karşılık geliyor.

Peki başka bir akademi nasıl olurdu? Sayısal göstergeler yerine niteliği değerlendirebilirdik. Seçici bir kurulumuz olurdu; bu kurul, çıktıların içeriğine bakardı. Böyle bir değerlendirme biçiminden oldukça uzaktayız ne yazık ki…

Ama kimi açılardan sen de haklısın trol arkadaşım: Akademisyenlerin ne kadarı makamlarını hak ediyor ki… Üstelik, kitaplarını 2,500 TL’ye satan, 12 Eylül’ü güzelleyip Carl Sagan’a kara çalan, keskin gibi görünüp sonra iyice saraylılaşan, cumhuriyete atıp tutacağım diye aileden girip akrabalardan çıkan birtakım isimlere bakıyorum da, sen de haklısın be trol arkadaşım… Liste uzar gider, kimi tacizci, kimi tacizcinin yardakçısı… Aydın diye kim kime güvensin, inansın zaten…

Bu Atatürk tüccarının gerçek yüzünü yıllardır söylüyorduk ama dikkate alınmıyordu. AKP döneminde en zenginleyen yazarlardan bu kişi… Bugün AKP gitse, bu yazar, iflas eder. Bütün keskin söylemine karşın, AKP’nin gitmesini isteyecek son kişidir gerçekte… AKP, onun varlık nedenidir; onu popüler yapan partidir.

Peki yazılarında ne söyler? Hep oradan buradan topladıklarını… Malumun ilancısıdır. Ama okuru da, aslında o kadar okumaz-yazmaz olmalı ki, 2,500’cü olacak kadar sıkı sarılır bu isme… Egosu hep muhalefetinin önünde gider. Aslında en doğru muhalefet de kendisidir; nasılsa başkaları onun kadar zeki, anlayışlı vb. değildir. En keskin lafları eder gibi görünür, ama iktidar asla ona dokunmaz; çünkü bilir ki keskinliği hep söylem düzeyinde kalacaktır. Söylem düzeyinde kalan muhalefet, asıl isyan etmesi gerekenlerin gazını alır, onları rahatlatıp evine gönderir. Evet, bu tür yazarlar, okurlarının afyonudur. Köşedaşları da canhıraş savunuyor bunu; onlardan da gık çıkmıyor, çünkü ego ve maddi kazanç, muhalif kimliklerinin önüne geçmiş. Kendinden olanı eleştirmek diye bir kültüre sahip değillerse, karşı tarafı nasıl ‘adam’ kayırmacı olarak suçlayabilirler ki… Bunlar başa gelse aynısını yapacaklar, öyle görünüyor…

Başkanı falancanın yakın dostu diye, Venezuela’yı emperyalizm kaplanının önüne atmak yakışır bunlara… Venezuela’yı savunmanın başkanını savunmak anlamına gelmediğini ya bilmezler ya da bilmezlikten gelirler. Nasılsa amaç ilgi çekmektir. Venezuela halkının yoksulluğundan dem vuran, kitabını 2,500 TL’ye satıyor. Dinime küfreden Müslüman olsa… Utanma diye bir olay da yok bunlarda…

Öteki çıkmış, olmayan bilimsel yöntem birikimi ve dilbilim altyapısıyla, Atlantis’in var olduğunu, Türkçe’nin en eski dil olduğunu vb. ileri sürüyor. Bunu bilimsel yöntemlerle yapsa ikna olacağız; ama yöntem bilgisi eksik. Örneğin, tutuyor; Türkçe’deki sözcükleri Hint-Avrupa dillerinin söz dağarıyla karşılaştırıyor. Oysa bu mantıkla, bir Hint-Avrupa dilinin Türkçe’den daha eski olması gerekir. Dahası, sözdizimi ve anlambilim dururken, sözcükler üstünden gidiyor. Oysa sözcüklerdeki benzerlik komşulukla ve kültürel alışverişle de ilişkili olabiliyor. Bu mantıkla, Türkiye tarihi bilmeyen bir araştırmacı, Türkçe’deki Arapça sözcüklere bakarak, Türkçe’nin Arapça’yla akraba olduğunu da ileri sürebilirdi… Bir de Alevilerin uzaylı olduğunu ileri süren Alevi bir tarihçi vardı; her aykırı mezhebi Alevilikle özdeş sayıp “1125’te Fransa’da Aleviler…” gibi cümleler kurardı. En azından o kadar da uçmuş değiller deyip avunabiliriz…

Daha da kötüsü, evrim kuramını insana uygularken, onu ana akım, düz bir mantıkla yorumlayanların düştüğü aynı yanlışa düşüyor bu Atlantis’çiler… Biz buna ‘analojik çıkarsama yanlışı’ demiştik. Örneğin, bu yanlışa düşenler (ve bunlar evrim savunucuları arasında çok yaygın ve ülkemizin muhalifleri bu savunucuları ideolojik nedenlerle desteklerken bu yanlışın farkına varmıyorlar), şempanzelere bakıp “insan doğal olarak şiddet eğilimlidir” diyor. Oysa evrim sürecinde denk bir aşamada olan bonobolar barışsever. Şempanzeler yerine bonobolara baksak, “insan doğal olarak barışseverdir” diyecektik. Hata nerede? Anaakım evrimciler, hayvanlar alemine baktıklarında, bilimselmiş gibi görünen ancak aslında öznel olan görüşlerine destek amaçlı olarak uygun örnekleri öne çıkarıyor, uygun olmayanları geriye atıyor. Biz de sanıyoruz ki, evrim bulguları, bu görüşü destekliyor. Bir arkadaş, “‘doğrulama yanlışı’ mı bu?” dedi; evet bir türü; ancak, bu durum, analojilerde ortaya çıkıyor. Doğrulama yanlışı ise daha genel. İşte bu Atlantisçiler de, tezlerini destekleyen sözcükleri ele alırken gelmeyenleri anmıyorlar. Oysa, böyle hatalı bir yöntemle, herhangi bir dilin en eski dil olduğu ileri sürülebilir. Gel de anlat bunları…

Bir beyin göçü videosu var trol arkadaşım, sokaktan geçen insanlara beyin göçünün anlamının sorulduğu…1 Ancak yanıtlayanlardan kimilerinin beyinleri göçmüş gibi görünüyor; ya da beyinler göçtüğü için yeterince bilgilendirilemedikleri… Beyinler göçerken, ülke, bitkisel yaşama giriyor, zombileşiyor… İşte bundan zombi filmleri Türkiye’de çok seviliyor, ne sandın… Kendini buluyor insanlar o filmlerde…

Sen bu konuda ne düşünürsün bilemem trol arkadaşım, ama bence beyin göçü olacağına, bu tür ego pazarlamacılarını toptan yurtdışına göndersek, gerekirse aramızda para toplayıp ellerine tutuştursak, artık nereye giderlerse, ABD’ye mi İsviçre’ye mi, Afganistan’a mı Cibuti’ye mi, nereye olursa olsun, bu ülke bir soluk alır. Bunlar gidince gerçek bir muhalefet için genişçe bir alan açılır ve bakarsın aydın-halk ayrımı da önemsizleşmeye başlar. Ve hatta bir bakmışsın, karşı saflarda değil aynı saflarda yer almaya başlamışız, ülkemizin kurtuluşu için… Ne dersin?

1 Bkz. Beyin Göçü Nedir? – İlave TV – https://www.youtube.com/watch?v=VDgYiOE_rS0&t

TEILEN
Önceki İçerikRh+Artproject’te Sergi: Alpay Aksayar-“ve sonrası”
Sonraki İçerikBir Fotoğrafı İsimlendirmek
1978’de İstanbul’da doğdu. Türkiye, Vietnam, Tayland ve Malezya’da 15 yıl ders verme deneyimine ve Yeni Zelanda (doktora), Avustralya (ortak proje) ve Latin Amerika’da (gazetecilik) araştırma deneyimine sahip bir akademisyen-yazardır. Araştırma ve öğretim konuları, iletişim, psikoloji, eğitim bilimleri, şehir plancılığı, Asya çalışmaları vb. gibi geniş alanları kapsamaktadır. Eğitimini Darüşşafaka, Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ ve yurtdışında tamamlayan Gezgin’in yayınlanmış 13 kitabı ve çok sayıda kitap bölümü, makalesi ve gazete yazısı vardır. Akademik çalışmalar dışında, çeşitli dergi ve gazetelere köşe yazıları yazmakta; şiir, şarkı sözü ve deneme türlerinde yapıtlar vermekte ve çeşitli ülkelerden şairleri Türkçe’ye kazandırmaktadır.