Siyah beyaz fotoğraflardaki solan renkler hisleri keskinleştiriyor, belirsizliği, belirli formlar ve kodlar ile bir araya getirirken, onları öznesinden bağımsızlaştıracak kadar izole ediyor.

Çağımız, gündelikliğin durağan ve monoton yapısı içinde, farklılığın bile bir banaliteye dönüştürülebildiği, kesin çizgilerin ve aydınlanmanın temelde vaat ettiği adlandırma ihtiyacının giderek yitirildiği bir zaman dilimidir. Hayatı sorgulayan insan imgesi bile öyle sıradandır ki artık, yaşamın belli başlı normlarının değiştirilemeyeceğinin, onlara ayak uydurmaktan başka bir yol olmadığının kabullenilişi, şanlı bir zafermiş gibi sunulmaktadır. Kutunun dışında düşünme felsefesi paradoksal şekilde, çağdaş ve şehirli insanın dünya görüşünün standardı haline gelmiştir. Otoritelerin ve meşruiyet odaklarının uyduları olmak pahasına içinde boğulduğumuz bilgi yığını, bir yandan baş döndürücü bir hızla genişlerken diğer yandan, ne yazık ki günden güne barındırdığı anlam yoğunluğunu yitirmektedir[1]. Kargaşanın, çelişkinin ve belirsizliğin bulutları kafalarımızın üzerinde toplanıp büyüdüğünde ve giderek koyulaşarak tepemize çökmeye başladığında, gözlem kendini meteorolojik bir kaygıya bırakır. Çalışma-dinlenme, kazanma-harcama, elde etme-yitirme döngüsüne sıkışıp kalan birey için o an, her şey farklı bir hal almaya yüz tutar. Çağdaş zamanların aklı karışık insanı bir Arif Damar şiirindeki gibi eski yağmurları dinlemeye başlar[2].

Yaşamın sürekliliği, atmosferle bir olup göğsümüze bir fil gibi oturmakla yetinmez. Yerini sağlamlaştırır, oraya bir yuva yapar, zavallı hücrelerimizi, oksijensizlikten kıvranırken ele geçirmeye çalışır. Elimiz olur, gözümüz olur, kulağımız olur ve nihayet aklımız olur. Nefesimizle havaya karışır, bir başkasına, derken ondan da bir başkasına bulaşır. Modernitenin yağmuru, biz asık suratlı romantiklerin üzerine yağmaya başladığında, kapkara gökyüzünü görmemize rağmen şemsiyelerimizi yanımıza almadığımızı fark ederiz. Belki bilinçli bir seçimdir bu, belki de yerleşik yaşamın rolleri belirlenmiş satranç tahtasındaki bir başka zugzwang[3]. İlk damla düşer, yağmur başlar. Şaşkınlık yerini bir telaşa bırakır ve az sonra bir tufana dönüşecek mantıkdışı sağnağın altında nereye gideceğini bilmez hale gelenler, akışkanlar mekaniğinin bile sınırlarını zorlayan bir güruha evrilir. Artık ne bir harita ne bir pusula, hiçbir şey işe yaramaz. Çağdaş yaşamın insanı bu defa, kabullenmenin “erdemiyle” tanışır ve kendi gerçekliğini inşa etmek için onun en başa, mağara duvarlarındaki resmi çizdiği haline dönmesi de yine bu kaçışın temelindeki salt hayatta kalma telaşının sonucudur. Bu sergi işte bu farklı öznel gerçekliklerin ortak hikayeleridir.

Can, Tuhaf Kara Elkitabı’nda bana göre böyle bir kaygı iklimini, günlük görsellikle, üzerine tek bir kelime dahi eklemeden, olduğu gibi, dönüştürüldüğü gibi, yaşandığı, hatırlandığı ve düzenli aralıklarla yeniden unutulduğu gibi yansıtıyor. Her fotoğrafın üst kimliği ışık ve onun yoksunluğu üzerine kurulmuş. Ancak eserlerin tümündeki tek yüksek kontrast unsuru bu değil. Kabul görmüş şiddetin fiziksel ve psikolojik katmanları fotoğraf karesinde insan doğasıyla çatışırken, insan doğası da doğadaki insanla (göçebe, belki vahşi) yüzleşiyor. Hatta eserler, sergi mekanının steril beyaz duvarları arasında izleyiciyi beklenmedikle ansızın burun buruna getirebiliyor. Örneğin çalıların içinden yanınıza doğrultulmuş bir silah, bunun bir kurgu, fotoğrafın dışına çıkamayacak bir paralel evren olduğunun önkabulüyle sergi mekanını gezen izleyicide, herbirimize pazarlanan çağdaş yaşam senaryolarının temelinde yer alan, geleceği sonsuza kadar yaşayacakmışçasına planlama eğilimini yıkacak bir depreme yol açabilecek güce sahip. Diğer yandan bu vahşi ve tehlikeli imgenin, sanatın güvenli alanı içinde aktarılıyor olması, Tuhaf Kara Elkitabı’ndaki tüm parçaların diğer bir ortak noktası olan kara mizahı işaret ediyor. Eserleri, kendi içinde birçok karşıt fikri barındırmasına rağmen katmanlar halinde kurgulayan Can, seriyi ilk kez incelediğimde yüzüme acı bir gülümseme yerleştirmeyi başardı.

Siyah beyaz fotoğraflardaki solan renkler hisleri keskinleştiriyor, belirsizliği, belirli formlar ve kodlar ile bir araya getirirken, onları öznesinden bağımsızlaştıracak kadar izole ediyor. Herbiri bir başka yaşamın hikayesindeki bir anı, gizli bir izleyicinin gözünden kaydederken, birçok karşıtlığı bir araya getirmeyi başarıyor. Doğal ile yapayı, gizli ile apaçık ortada olanı, kimlik ile kimliksizliği, yerleşiklik ile yurtsuzluğu, görülen ile izdüşümsel olanı, farklı yaşamları okuyarak görselliğin kurgusal evrenine yerleştiriyor. Ve bu fotoğraflar tam da bu nedenle, içlerindeki hayatları, kadrajın içinde “yaşamını sürdüren” insan figürünü, onları tanımlamadan, anonimliğin aynı anda hem hiçkimseye hem de herkese dönüşebilen yapısı içinde tanımlıyor. Hepimizin hergün yaşadığı bu gerçeğin dışavurumu, toplumsal gerçekçilik kalıbına sığmaya uğraşılmaksızın dünyadan soyutlanırken, aynı zamanda hayata da uyum sağlamaya çalıştığımız o incecik çizgi olabilir miydi? Kimbilir belki Flaubert, Yerleşik Düşünceler Sözlüğü’nde sanat yapıtını, üzerinde çakalların gezdiği ve dibine burjuvanın işediği, çölün ortasında amaçsızca duran bir piramide benzettiğinde bu tip bir anonimliğin var olmadığı, sadece egoların egemenliğindeki bir tür distopyayı kastediyordu. Ancak sanatın varolabilmesi için uygun tek ortam da bu hastalıklı tasarlanan dünyaydı[4]. İşte bu nedenle Tuhaf Kara Elkitabı’na konu olan çağdaş toplumdaki insan, çıkışını aradığı karanlıktan kurtulma amacıyla biriktirdiği tüm imgeleri, fikirleri ve hayalleri, kendi tasarladığı evrenin kurallarının toplandığı bir elkitabına dönüştürürken, sanatın elverişli ama yumuşak toprağında Can’ın anlatımıyla birleşiyor. Böylelikle sergi mekanının duvarları da o kitabın sayfalarına evrilerek, izleyiciye yabancı ama tuhaf şekilde özdeş hikayelerin kapılarını aralıyor.

Sanatçı, gözlemlerini çevresindeki hayatların gerçeklikleri üzerinden yaparken aslında kendi acil çıkışlarını ve yangında ilk kurtarılacaklarını da sorguluyor. Bir ağacın, onu kesen elden aldığı intikam, adalete dair bir fikri ortaya koyarken alttan alta, asla mağlup edilemeyecek doğayı hatırlatarak bir çıkış noktasını da işaret ediyor. Veya bir fırçanın (kişinin kendi isteğiyle?) üzerinde gezindiği saçları ‘hizaya sokması’ günlük bir durumun çerçevesini çizerken, otoritenin panoptik yapısı altında bireyin, günümüzün güzellik standartlarına ulaşmak adına uygulamış olabileceği otosansürü akla getiriyor. Sergide bir de video bulunuyor. Video, serideki tüm fotoğrafların çerçevesini, nerede olduğunu bilemediğimiz ormanın içindeki kimliksiz insan figürünün tahmin edilemez bir yol üzerindeki ilerleyişini / kaçışını / takip edilişini gözler önüne sererek kaydediyor. Böylelikle izleyicinin aklındaki sahneyi tasarlamasına imkan verirken fotoğrafların her birini bu sahnedeki farklı oyuncular olarak belirlemiş oluyor. Bunlar ve eserlerin ardındaki bunun gibi fikirlerle bir bağ kuran izleyici, böylelikle anonim kalmaya devam ederken, isimsiz ve kendi kendine şekillendirmeye devam edebileceği bir aidiyete kavuşuyor. Can’ın sanatsal felsefesinde beni en çok etkileyen şey ise görselliği sadece bir anlatım değil aynı zamanda bir bilgilendirme aracı olarak da kullanması. Eserler çabucak kavranacak bir görsel dilde yazılmış. Bu özellikleri, onları günümüzün infografiklerine yaklaştırırken, aslında görselin derinlerindeki ikincil ve hatta üçüncül anlamların okunabilmesini kolaylaştıran bir başlangıç haline getiriyor. Böylelikle izleyici bu yer imleri sayesinde sanatçıyla birlikte farklı hayatların içine rahatça sızarak anlam katmanlarının içine dalabiliyor.

Tuhaf Kara Elkitabı, günümüz gerçekliğinin farklı katmanlarını izleyicinin birkaç adım ilerisine usulca, onu ürkütmeden, parmağını sallayarak onu bir şeyle suçlamadan veya ondan karşılığında bir şey beklemeden bırakan ancak ileri doğru atılan her adımda sadece fiziksel değil aynı zamanda zihinsel olarak da eserlerle biraz daha yakınlık kurduğunuz, kendine özgü bir sergi. Sergi mekanını, dünyanın dışarıda bırakıldığı bir arınma alanının ötesine, gerçekliğin kimlikler üzerinden incelenmeye çalışıldığı bir laboratuvara çeviren eserler, bir yandan o gerçekliğin tuhaf yönlerine dikkat çekebilen bir yapıya sahip. Eski yağmurlarla yüzleşmek gibi.

İstanbul, Aralık, 2017

Notlar:

[1] Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülakra’da bundan “Her geçen gün daha çok haber ve bilgiye karşın giderek daha az anlamın üretildiği bir evrende yaşıyoruz” sözleriye bahseder.

[2] Burada bahsedilen, Arif Damar’ın Saat Sekizi Geç Vurdu adlı şiiridir.

[3] Satrançta rakibin hamlesi üzerine, mat olmamak için bir hamleyi veya hamle serisini yapmaya mecbur kalma durumunu anlatan Almanca terim; hamleye zorlama.

[4] “Bir çeşit baskı olmalıdır; sanatçı dünya mükemmel olmadığı için vardır. Dünya mükemmel olsaydı sanat anlamsız olurdu, insanlar da ahenk içinde olmaya çalışmak yerine sadece yaşarlardı. Sanat hastalıklı tasarlanan bir dünyanın içinden doğmuştur.” -Andrei Tarkovsky: Sinemada Bir Şair (1984), yön. Donatella Baglivo.

Daire Sanat, 3 Şubat – 10 Mart 2018 tarihleri arasında Can Mocan’ın Tuhaf Kara Elkitabı adlı sergisine ev sahipliği yapıyor.

 

TEILEN
Önceki İçerikANAYURT OTELİ’NDE MEKÂN-TOPLUM KISKACINDA ZEBERCET
Sonraki İçerikSusan Sontag-John Berger – “Hikaye Anlatıcılığı” (1983)
İstanbul'da 1985 yılında doğmuştur. Ortaokul ve lise eğitimini Galatasaray Lisesi'nde tamamlamış, lisans eğitimini Marmara Üniversitesi'nde iktisat üzerine yaptıktan sonra İtalya Milano'da yüksek lisansını NABA, Nuova Accademia di Belle Arti'de küratörlük ve görsel sanatlar alanında bitirmiştir. 12. İstanbul Bienali'nde küratör yardımcısı, Documenta 13'te katılımcı / konuşmacı ve İstanbul Tasarım Bienali'nde Milano'da Adhocracy bünyesinde yine küratör yardımcısı pozisyonlarında çalıştıktan sonra, çoğunluğu uluslararası projelerde bağımsız küratör ve çeşitli mecralarda sanat yazarı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.