Ana Sayfa Kritik Tunç Başaran: Uçurtmayı Vuramadılar!

Tunç Başaran: Uçurtmayı Vuramadılar!

Tunç Başaran: Uçurtmayı Vuramadılar!

Sabah Gazetesinin pazar röportajları ses getirmeye devam ediyor. İktidar gazetesi, Tuba Kalçık imzalı bu röportajlara genellikle AKP öncesi dönemin değer gören sanatçılarını, belli bir (lisan-ı münasip söylersek ‘özgül’) ağırlığı olan isimleri çağırıyor ve İsmet İnönü’ye, tek partili döneme, “tüm kötülüklerin anası” olan CHP’ye sövdürüyor, solun zaaflarını saydırıyor, halktan kopukluğa dem vurduruyor, sonra “sanat politik olmamalıdır” dedirtiyor ama ekletmeyi de ihmal etmiyor “muhalifi-iktidarı ile biz bir bütünüz, aynı gemideyiz”. Nihayetindeyse şu geliyor: “iktidarı sevmek suç mu? İktidarı sevmek suçsa cezamız ihale almak olsun!”

Bu röportajlar her iki taraf için de gayet fonksiyonel. Bir kere röportajı yapan taraf bir arşiv oluşturuyor. “Kimler sanatıyla gündeme gelmek istiyor” adını verebiliriz bu değerli arşive! Öte yandan röportaj yapılan kişilerse gemisini yürütmenin derdinde… Kabaca “ekmek kavgası” veriyorlar. Ha, ekmeğin yanına yağ, tuz gibi gıda takviyeleri de yapılabilir! Yavuz Bingöl‘den satın alınmayı bekleyen binlerce bağlama tıngırdıyor neticede!

İktidar gazetesi bu şahıslara istediği noktalardan dem vurdururken bu dikte halinin toplumun bir kesimindeki karşılığı ise bam teline basılması biçiminde gerçekleşiyor. Böylece bir taşla iki tel vurulmuş oluyor! Hem iktidar “itibarlı” sanatçıları gemisine kabul ediyor hem Sabah gazetesi özelinde iktidar medyası takip edilen bir mecra haline geliyor. Her pazar “acaba bizi yine ne sürpriz bekliyor” diye merak içinde kıvranmaya başlıyoruz. “Acaba bu pazar dünyanın dönmediğini kim iddia edecek?

Gelecek pazarlar bilinmez ya son geçmiş pazarda bu kez yönetmen Tunç Başaran sahne aldı ve tek partili döneme, İnönü’ye sövüp saydı. Bu sövgüler prosedür gereği olduğu için ilginç bulunmadı ancak anlaşılan o ki Tuba Kalçık reaksiyon almayı başardı! Özellikle basketbolda faulü göstermek diye bir tabir kullanılır. Bu tabir Arada derede kalınan kararlar için uygundur. Oyuncu aldığı teması abartır ve hakemin es geçebileceği bir pozisyonda faul kazandırır takımına. Başaran da yalnız CHP’ye sövseydi “eski bir yönetmen iktidara yanaşmış işte, hep aynı terane” denilip geçilecekti. Ancak hem Başaran hem Kalçık faulü iyi gösterdiler. Yönetmen solun özellikle bir kuşağının manevi değer saydığı filmini yeniden açıklama gereği duydu ve “Uçurtmayı Vurmasınlar politik değildir” buyurdu. Gerekçeli açıklamasında ise kabaca şöyle buyurdu: “bu bir sevgi filmidir, hapishane yerine tren garında da çekilebilirdi.” Bu ifadelere döneceğim fakat iş buralara nasıl geldi?

Evvela Tunç Başaran solcu bir yönetmen değil, yani bu açıklamayı solla özdeşleşmiş bir sinemacı yapmıyor. Mesela ne şok etkisi yaratırdı? Söz gelimi Tarık Akan çıkıp “Yol aslında Türkiye’de ulaşımın nasıl geliştiğini anlatan bir filmdir, bu film hastanede de geçebilirdi” deseydi çok şaşırırdık.

 

Şöyle başlayalım. Evvela Tunç Başaran solcu bir yönetmen değil, yani bu açıklamayı solla özdeşleşmiş bir sinemacı yapmıyor. Mesela ne şok etkisi yaratırdı? Söz gelimi Tarık Akan çıkıp “Yol aslında Türkiye’de ulaşımın nasıl geliştiğini anlatan bir filmdir, bu film hastanede de geçebilirdi” deseydi çok şaşırırdık. Çünkü oksimoron bir durumla karşılaşır, en azından “Ulaşımı anlatıyorsa neden hastanede geçsin yahu” derdik. Aynı yorumu Uçurtmayı Vurmasınlar için yapamayız. Başaran’ın da dediği gibi meseleye bir sevgi filmi bağlamında yaklaşırsak şüphesiz bir tren garında da sevgi anlatılır. Henüz “sevgiye açık alanlar” başlıklı bir beyanname yayınlanmadı! Bu temelden yana herhangi bir çelişki yok. Çelişki Başaran’ın sevginin de doğası gereği politik olduğu gerçeğini inkarında, dahası filmini kabahat işlemiş bir çocuk edasıyla reddetmesinde yatıyor. Başaran politik nitelemesinden kaçarak aslında filmini reddediyor.

Toplumun Kabulü, Sanatçının Reddi

Bir sanat eseri üretildikten sonra toplumun onu kabullenişiyle bir kez daha var olur diyebiliriz. Sanatçının sanat pratiğindeki rolü, eserin ne kadarının ona ait olup olmadığı gibi tartışmalar da bu var oluş üzerinden hareketlenir. Bir sanat eseri yalnızca sanatçının sorumluluğunda kalıyorsa alıcısına zaten hiç ulaşmamış, bir yönüyle de hiç var olmamış, yalnızca üretilmiştir. Oysa üretmek sanat eserini meydana getirmekte ilk duraktır ve o durakta kalınıyor, ürün yolculuktan muaf tutuluyorsa ortada bir eser olduğu öne sürülebilir mi? Sanat ile icracısı, sanatçı ile ideolojisi arasındaki ilişkilerin tutarlılık boyutu gündemden hiç düşmüyor. Kısa bir süre önce Ara Güler meselesinde de aşağı yukarı bu ilişkiler konuşuldu. Güler’in son yıllarda iktidara yakınlığı fotoğrafçılığının değerlendirilmesine gölge düşürdü. Bana kalırsa sanatın yorumlayıcısı/alıcısı tarafından sahiplenilen bu gölge düşürme eğilimi gayet insani olmakla birlikte pek doğru değil. Eseri sanatçısından soyutlayamayacağımız gibi sanatçıyı da eseriyle sınırlandıramayız. Daha ötesinde sanatçılar topluma model olmalıdır kabilinde bir genelleme yaparsak işin içinden çıkamayız.


Başaran’ın Sineması

Laf kalabalığı yapmayıp tekrar konuya döneyim. Başaran nasıl bir yönetmendi? Bu sorunun şahsın son açıklamalarından daha değerli olduğu kanaatindeyim. Başaran solcu değildi ama neydi? Sorunun cevabı aslında çok basit. O bir orta yolcu. Salt ideolojik anlamda değil sanatını icra ederken de “tipik” bir orta yolcu…

Yönetmenin filmografisine baktığımızda iki kesit görüyoruz: 1973 öncesi ve 1987 sonrası… Başaran tam on beş yıl ara vermiş sinemaya. Bu ricat döneminde ne yaptı? Agah Özgüç Türk Film Yönetmenler Sözlüğünde Başaran’ın bu döneminde reklamcılık yaptığını belirtiyor. (1) Reklamcılık… Güzel! Güzel çünkü o uzun aralık reklam filmi çekmeye hayli müsait! 70’lerde Türk sinemasında giderek sertleşen bir erotik film rüzgâr esiyor, 80’ler deseniz askeri darbe, sektörü ve yönetmen camiasını iyice sarsıyor, video pazarına çekilen 16 mm filmler artıyor. Darbe Yeşilçam’ın devamına yozlaşmış bir fabrikasyon üretim devrediyor ancak diğer taraftan (tüketiciye, müşteriye) özel yayıncılık pratiğini güçlendiriyor. Televizyon kültürü iyiden iyiye gelişiyor. Yerli sermaye reklama hiç vermediği kadar önem vermeye başlıyor.

Bu dönemi kavrayabiliyoruz. 73 öncesine bakalım. Başaran neler başarmış? Başaran bu dönemde tipik bir Yeşilçam yönetmeni… Öyle ki Kartal Tibet’li “Tarkan” filmi de Yılmaz Güney’li “Konyakçı” filmleri de çekmiş, fantastik avantürler de denemiş, Ayşecikli filmler de yapmış. Her türde boy gösterme refleksi ayırt edici bir özellik sayılmaz. Yeşilçam, sinema tarihçimiz Nijat Özön’ün de belirttiği üzere 60-65 aralığında bir enflasyon sineması yaratıyor ve senede iki yüzden fazla film çekilmeye başlıyor. (2) Bu dönemde önemli yönetmenler de birçok ticari filmin yönetmen koltuğuna oturabiliyor. Kaldı ki Başaran önemli yönetmenler sınıfına girmiyor. En ağır işi diyebileceğimiz iş Orhan Kemal‘den uyarlanmış Murtaza… Onu da 1965’te çevirmiş. O tarihten 73’e bir çizgi çekin onlarca çer-çöp ürettiğini görüyoruz. Buraya kadar Başaran için “gönülsüz popülist” yakıştırması yapabiliriz. Gönülsüz diye belirtmeye gönlümüz el verir! Zira Yeşilçam sineması ana hatlarıyla popülist bir sinema ve yönetmen yetenekli değilse, örneklendirirsek Bir Akad, bir Erksan, bir Refiğ değilse bu anlayışa hemen hemen teslim olmak durumunda. Yetenek bakımından vasat bir yönetmen olan Başaran da teslim olmuş. Öyle anlaşılıyor. Fakat bana kalırsa Başaran’ın popülist kimliğini bu dönem üzerinden tanımlamak yanıltıcı.


Kendini Entelektüel Sinemaya “Atayan” Başaran

Başaran asıl numarasını ikinci dönemine saklıyor. 1987’de Magnum Film’i kurarak yapımcılığa el atıyor ve film çekmeye devam ediyor. (3) Çektiği ilk film “Biri Ve Diğerleri”… Bu filmle yönetmenin ilk dönemi arasında benzerlik bulmak güç… Üslup keskin bir biçimde değişiyor. Neredeyse tek mekânda geçen, diyalog ağırlıklı, felsefi irdelemeli, bol kepçe aforizmalı bir film Biri Ve Diğerleri… Anlıyoruz ki Başaran kendini entelektüel sinemaya atamış ve çiçeği burnunda bir entelektüel olmanın tatlı telaşını yaşıyor! Dönem bireyci anlatının yükseldiği bir dönem… 80’ler kimlik ve özgürlüklerin tartışıldığı, üniversiteli yeni sinema seyircisine tatmin edici bir malzemenin sunulduğu bir dönem. “Seyirci ne istiyorsa o” mantığı devam ediyor! Türk Sineması 80’lerin ilk yarısında kadın filmlerinden belli bir doygunluğa ulaşınca bu kez “12 Eylül filmleri” çekiliyor. Art arda çekilen birçok filmden bahsedebiliriz. 1989 yapımı Uçurtmayı Vurmasınlar‘ı da bu filmlere dahil etmek mümkün. Başaran popüler olanın izini sürüyor. Feride Çiçekoğlu‘nun aynı adlı romanından uyarladığı Uçurtmayı Vurmasınlar bir cezaevindeki küçük bir çocuğun, Barış ile politik mahkûm İnci arasında gelişen naif diyaloga odaklanıyor. Filmin gişede epey iş yaptığını da not düşelim. Aynı dönemin iyi iş yapan diğer filmleriyse Ertem Eğilmez‘in son filmi Arabesk ve Zülfü Livaneli‘nin Sis’i (4) (Bir sonraki röportaj Livaneli ile yapılırsa şaşırmamak lazım!)

Başaran filmi tutunca naif öyküler çekmeyi alışkanlık ediniyor ve Piano Piano Bacaksız‘ı (1992) çekiyor. Piano Piano Bacaksız’ın başrolünde yine bir çocuk var, hikâye onun gözünden, duyumundan aktarılıyor. Yola entelektüel sinemacı kimliğiyle devam etmeyi arzulayan Başaran kendini bir anda minimal sularda buluyor! Tabi sıkılıyor ve yeni üsluplar aramaya koyuluyor. Doğrusu fazla uzağa gidemiyor. Ayşe Nil Tahra’nın Kaçıklık Diploması‘nı (1998) uyarlıyor. Bu film aynı zamanda son “entelektüel” filmi oluyor. Başaran fark ediyor ki entelektüel sinema bitmiş, ortaklık, pardon mertlik bozulmuş! Başaran 2000 yılında adeta kendi hesaplaşmasını yansıtan bir film çeviriyor: Abuzer Kadayıf. Kadayıf sinsi bir film… Ticari kaygılarla çekilmiş ama metnine sosyal sorunlar zerk edilmiş. Daha tuhafı filmin baş karakteri akademisyenken yaşadığı acı bir olaydan sonra sokak çocuklarına yardım etmek için türkücü oluyor. Akademisyen-lümpen karşıtlığını aynı karakterde ele alıyor Başaran. Belki kendi çatışmasını hatırlıyor. Lümpen Yeşilçam’dan entelektüel Başaran’a nasıl sıçradığını anımsıyor. Devamında birkaç film daha var ama hepsini tek tek saymak yersiz. Yönetmenin izlediği bu yol orta yolu‘u da ele veriyor. Başaran filmlerinde her daim nabza göre şerbet veriyor, popülistliği de buradan geliyor.

Uçurtmayı Tutan El mi Yoksa Gören Göz mü Politik?

Esas meseleye gelirsek… Uçurtmayı Vurmasınlar filmini uzun uzadıya incelemek niyetinde değilim. Filmin yalnızca son sahnesine değinmek istiyorum. Bu sahnede, tahliye olan İnci verdiği sözü tutarak Barış görsün diye uçurtma uçurur. Barış sevinçle karşılar uçurtmayı. Bir süre sonra politiği adlisi, genci yaşlısı, iyisi kötüsü tüm mahkumlar Barış’ın mutluluğuna ortak olmak için avluya doluşur ve coşkuya kapılırlar. Buradaki coşku toplumsaldır ve Başaran ne denli uğraşırsa uğraşsın özgürlüğü gasp edilmiş bu kadın mahkumların yine özgürlüğü darbelenmiş toplumu simgeleyişinin önüne geçemez. Bu final sahnesinde film Barış ve İnci’nin naif dostluğunu anlatmanın ötesine varıp toplumun özgürlüğe duyduğu açlığı ve baskıya karşı sergilenen dayanışmayı, direnci yansıtmıştır. Hapishane müdürünün eline silah alarak uçurtmayı hedef alması ve ıskalaması avluda hep bir ağızdan “Uçurtmayı vuramadılar” haykırışıyla karşılanmıştır. Uçurtmayı Vuramadılar tepkisindeki tokluk belirgin bir politik mesajı iletmektedir. Bu kolektif tepki vasıtasıyla darbecilere yönelik “ne yaparsa yapsınlar toplumu ezemediler” mesajı verilmektedir. Mahkumların “vuramadılar” derken karşı tarafa bir çoğulluk atfedişi bile başlı başına politik bir tutumun işaretidir. Sonuç olarak uçurtmayı vuramazlar ve gökyüzünde onlarca uçurtma belirir. Film öyle son bulur. Gökyüzünü saran uçurtmalarla, uçurtmaya ihtiyaç duyanın sadece Barış olmadığı, yüzlerce Barış’ın uçurtma beklediği vurgusuyla… Sevgiyle, umutla, özgürlükle, dayanışmayla, dirençle…

Başaran bugün filmini balçıkla sıvamaya çalışıyor hatta daha ileri gidip hapishane müdürünün bıraktığı silahı alıyor ve Barış’ın uçurtmasına doğrultuyor. Öyleyse kadınların haykırışını, Barış’ın gözlerindeki umudu dile getirmek de bize düşüyor: uçurtmayı vuramadılar! Tunç Başaran’ın röportaj verdiği gazete sayfaları ise uçurtma olmayı bekliyor!

 

1. Agah Özgüç, ‘‘Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü’’, 1995, s:26

2. Nijat Özön, “Karagözden Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları”, 1995 1.Cilt, s:34

3. http://www.tsa.org.tr/tr/kisi/kisibio/955/tunc-basaran

4. Agah Özgüç, “Türk Sinemasında 80’li Yıllar” Beyazperde dergisi özel eki, Ocak 1990, s:11

 

 

 

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl