SÖZ VEDAT TÜRKALİ’DEN AÇILMIŞKEN…

Geçen hafta Sami Karaören’in anı kitabındaki yanlışlara işaret ederken sözü Vedat Türkali’ye de getirmiştik. O vesileyle kitaplarda rastladığım ve sizlere de burada haftalardır aktardığım büyük yanlışları anımsayınca yıllar önce Vedat Türkali için yapılan aklıma geldi. Onu sizlerle paylaşayım dedim.

2006 ilkbaharıydı…

İnkılâp Yayınevi’nin yayın programına alınan kitabım “Vedat Türkali Ansiklopedisi (Abdülkadir Pirhasan Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey)“in sayfa tasarımıyla uğraşıyordum. O sıralarda bir gün kitabımın öznesi Vedat Türkali aradı. Görüşelim diyordu. Bir akşam kalkıp evine gittim, sohbet sırasında; Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nden söz etti ve festivalle ilgili bir kitapçık uzattı: “Madem biyografimle bu kadar uğraşıyorsun, al bak bakalım benimle ilgili bir yazı var bunda…” dedi.

1-7 Mayıs 2006’da, İstanbul’da, ilk kez Uluslararası İşçi Filmleri Festivali düzenlenmişti. Festivali düzenleyen kuruluşlar: Halkevleri, Sendika.Org, Basın-İş ve Sine-Sen’di. Festivalde gösterilecek “Karanlıkta Uyananlar” ve “Güneşli Bataklık” filmlerinin senaryolarını yazmış olan Vedat Türkali’ye de sanırım “onur ödülü” verilecekti, verildi de.

Vedat Türkali’nin bana uzattığı kitapçığın adı: “Neo-Liberalizme Karşı Direniş Öyküleri: 20 Ülke 40 Film” idi. Karıştırırken 15’nci sayfasında Funda Şenol Cantek imzalı “Abdülkadir Demirkan’ın Vedat Türkali Olarak Portresi” başlıklı yazıya rastladım.

Vedat Türkali Meğer Cumhuriyet’te Musahhihmiş…

Okumaya koyulurken birden fark ettim; yazar, 1934’te yasal zorunluluk nedeniyle alınmış, ancak, artık 1951 Komünist Tevkifatı Davası’nın zabıtlarında kalmış, yasayla terkedilmiş bir soyadını, “Demirkan”ı, yazısına başlık yapmıştı. Oysa ki “Abdülkadir Pirhasan’ın Vedat Türkali Olarak Portresi” dese daha doğru olacaktı.

Portreyi çizmeye başlarken, eksik olmasın benim, 10 yıl önce çıkan “Eski Tüfeklerin Sonbaharı” kitabıma gönderme yapmış. Türkali’nin portresini 1919’daki doğumundan itibaren kronolojik olarak çizmeye devam ediyordu Cantek:

* “Aynı zamanda subay olan Demirkan, yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde yapar.”

(“Yoksulluğundan ötürü, Milli Savunma Bakanlığı yurdunda barınıp Ordu hesabına okuduğundan, mezuniyetinden sonra muharip sınıflardan olmayan bir subaydı,” ifadesi daha doğru olmaz mıydı?)

*Ya şu cümleye ne dersiniz?:

Üniversiteden sonra askeri liselerde edebiyat hocalığını sürdürürken yasa dışı örgütlere üye olduğu ve ‘ülkenin bütünlüğünü tehlikeye düşürecek’ faaliyetlerde bulunduğu gerekçesiyle öğretmenlikten uzaklaştırılır ve tevkif edilir.”

(Daha doğru bir ifade ile:

Üniversiten sonra, savaş nedeniyle Akşehir’e taşınan Maltepe Askeri Lisesi’nde, daha sonra İstanbul’da Kuleli Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı, yasadışı Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) üye olup, komünist örgütlenme faaliyeti yüzünden tevkif edilince, öğretmenlik mesleği de son buldu,” denilse nasıl olurdu?)

*Bakın şimdi de; “Hapisten çıktığı 1958 yılında” ne yapmış Vedat Türkali?

Dostlarının da yardımıyla yine ‘yazı-çizi’ ile ilgili bir iş bulur: Babıâli’de Cumhuriyet gazetesinde musahhihlik…”

Bunca yıldır Vedat Türkali’nin biyografisiyle ilgili çalışmalar yaparım; ne böyle bir şeyi kendisinden duydum ne de bir yerde okudum.

Ancak benim bildiğim, Vedat Türkali; “Yeşilçam Dedikleri Türkiye” romanının (Cem Yayınevi, 1987, 562 sayfa) kahramanlarından Gündüz Bey’i anlatırken, siyasî mahkûm olarak sürgünden gelmiş olan onun, arkadaşı Mandrake Nevzat kanalıyla gazeteye (gazete adı hiçbir şekilde, hiçbir yerde geçmemektedir, ancak ciddi okur, başyazarından ve yayın çizgisinden Cumhuriyet olduğunu çıkarabilir.) “musahhih” olarak yerleştirildiğinden söz eder.

Oysa ki; Funda Şenol Cantek; Vedat Türkali’nin Cumhuriyet gazetesinde çalışmasını (!) anlatmayı sürdürür:

O zamanlar eski bir siyasî suçluyu barındırabilecek tek gazete Cumhuriyet gibi görünmektedir. Bunda Cumhuriyet’in sol eğilimli yayın politikasının yanı sıra Demirkan’ın araya giren hatırlı dostlarının da etkisi vardır. Cumhuriyet’te bu kısa dönemli çalışması onun Yeşilçam Dedikleri Türkiye adlı romanına malzeme teşkil edecektir…”

Ne yapalım şimdi?

Aslında “hapisten çıktıktan sonra” ne yaptığını, benim “Vedat Türkali Ansiklopedisi” kitabımın “G” maddesinden buyurun birlikte okuyalım:

GAR YAYINLARI

Vedat Türkali’nin özgürlüğüne kavuştuktan sonraki yıl, 1959’da Rıfat Ilgaz ve Suavi Barutçuoğlu adındaki arkadaşlarıyla yayıncılık denemesi yaptığı yayınevi.

Dokuz bin liralık ana sermayesini Vedat Türkali’nin koyduğu yayınevi, esas olarak Rıfat Ilgaz’ın mizah kitaplarını yayımlamayı hedeflemişti.

Cağaloğlu’nda Aydınlar Han 37 numaradaki küçük bir odada faaliyete geçen Gar Yayınları’nın kısa ömründe “Mizah Serisi”nden üç yayını olabilmişti:

* Rıfat Ilgaz’ın “Bizim Koğuş”

* Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı 3”

* Ferit Öngören’in hazırladığı Yeni Mizah Hikâyeleri Antolojisi

Bu üç kitabın yayımının ardından, faaliyetine son veren Gar Yayınları adı altındaki yayıncılık denemesi Vedat Türkali için oldukça pahalıya mal oldu.

Borçlanıp sermaye olarak koyduğu 9 bin lirayı, yeni girdiği sinema dünyasında yazdığı senaryoların parasıyla geri ödeyecekti.”

Funda Şenol Cantek; Vedat Türkali’nin hayatında bundan sonra başlayan sinemacılık dünyasının hikâyesini az çok doğru biçimde anlatıp gidiyor.

Vedat Türkali; uzunca yıllar ilk romanı Bir Gün Tek Başına’nın kahramanı “Kenan”la da özdeşleştirilmişti.

Şimdiyse bir akademisyen tarafından Yeşilçam Dedikleri Türkiye’nin kahramanı “Gündüz Bey”le özdeşleştiriliyordu.

Peki, Vedat Türkali “Mavi Karanlık”ta, “Tek Kişilik Ölüm”de ve Güven”de de birileri olarak mı karşımıza çıkıyor? Çok şükür Kayıp Romanlar’da kendi adıyla ve kimliğiyle yer aldığı için, başka birisi olarak karşımıza çıkmıyor…

Funda Şenol Cantek’in yazısında gönderme yaptığı 18 adet kaynağın 8’i Vedat Türkali’nin kitapları… Aralarında 2001 baskılı “Komünist” yok. Olsaydı da; Funda Şenol Cantek, otobiyografik bir çalışma olan “Komünist”te Vedat Türkali’nin Cumhuriyet’te musahhihlik yapmadığını kendi kaleminden okusaydı bu ağır hataya düşmezdi diye düşünüyorum, işe iyimser yönünden bakarak…

Türkali kendisi de, 2001’te Toktamış Ateş’le yaptığı polemiğin bir yerinde aynı şeyden yakınıyordu: “‘Bir Gün Tek Başına’ adlı romanımda, Güvenlik’te yediği bir tokatla yılan kahraman Kenan’la mı karıştırıldım diye düşündüm. Romanlarımdaki birilerinde beni bulmak, sıradan okuyucunun, çok karşılaştığım, gülünç öykülere varan onulmaz eğilimidir çünkü…”

Akademisyenlere bir romanı okumanın kaç derste öğrenileceğini gösteren broşür mü yazmamız gerekiyor?

Ne dersiniz?