Ana Sayfa Vizör Ucuz Roman- Pulp Fiction: Poetik Bir Yaklaşım

Ucuz Roman- Pulp Fiction: Poetik Bir Yaklaşım

Ucuz Roman- Pulp Fiction: Poetik Bir Yaklaşım

Göksun’a…

Yağmurdan Önce /Before The Rain/ müthiş kurgusuyla, hayata alegorik bakışıyla, metaforlarla olan anlatımıyla ve anlatımındaki zamansal–uzamsal kırılmalarla, üzerine yıldırım düşse dahi aydınlanmayacak olan iyimser yarı aydınları/mızı/ bile ürpertecek, en azından kuşkuya düşürecek olan, belki de hayatın tek gerçek olgusu ‘yazgı’yı, onun “sözcüklerle”, “yüzlerle”, “resimlerle” olan sarmal ilişkisini, belleklerimize bir daha hiç silinmemecesine kazıyan bir ilk yapıt, bir başyapıt. Filmin ilk karesinin son karesiyle aynı olması, aynı sözcükleri kullanması, fakat değişik bir kameradan/açıdan başka ayrıntıları göstermesi, filmin tamamının mesajı sayabileceğimiz “hayat ancak poetik bir algıyla anlamlandırılabilir”in yanı sıra, güncesiz bu çağ insanının suratına adeta, bir de burdan bakın, uzmanlaşmayın, koklayın, dokunun, bakın, bakın, görün, der gibi haykırıyor, sessizce, alçakgönüllülükle.

Film izleyiciyi yalnızca bu başıboş sarhoşlukla baş başa bırakmayıp, derinden, incelikli bir bezemeyle ve hissettirmeden adeta, en temel mesajını da veriyor: Yıkımlarla dolu olan insanlık tarihinde savaşın –hele de etnik savaşın– anlamsızlığı ve fakat bu anlamsızlık karşısında devletlerin değil belki, ama insanların –hele de sıradan insanların– ne kokar ne bulaşır bir izleyici değil de, mutlaka taraf olmaları gerektiği mesajını…

Sezonun bir diğer başyapıtı ise, daha ilk filmiyle /Rezervuar Köpekleri/ bekleyin geliyorum diyen bir dahi yönetmenin /Quentin Tarantino/ biraz iddialı olmakla birlikte, bence Yağmurdan Önce’deki hemen hemen tüm(!) izlekleri kapsayan, doğal olarak da –konu, coğrafya, yönetmen, oyuncu vb. farklılıkları yüzünden– üzerine daha bir yığın şey ek/lem/leyebildiği ikinci filmi, Ucuz Roman /Pulp Fiction/.

Amacım mümkün olmayan bir şeyi, iki filmi birbiriyle karşılaştırmak değil. Yalnızca benzerliklerine/ortaklıklarına hayatın bütünselliği adına dikkat çekmek. Ucuz Roman’da belki de ilk bakışta yakalanamayacak ve yok denilebilecek olan zamansal–uzamsal kırılmalar, oysa filmin uzunluğuyla sıkça bize yaşattığı işte şimdi bitiyor duygusunun her seferinde yanılgıya dönüşmesiyle, içinde “zaman hiç ölmez, çember yuvarlak değildir” gibi bir tümce geçmese de, daha da, daha da belirginleşiyor. Bu noktadan sonra Yağmurdan Önce’yi bir kenara bırakıp –ara ara sessizce değinerek/düşünerek– Ucuz Roman’a geçebiliriz.

Savuluuuun! Devlet Geliyoooor!”

Butch tam kaçtı kurtuldu derken, ama bir taraftan da Tarantino’nun çılgın olduğunu unutmadan ve fazlaca umutlanmadan solgun bir oh çekerken, kameranın yolda/arabada çok fazla oyalanmasıyla içimize düşen şüphe –ki bu şüphe film boyunca sürer– bir anda çirkin bir tesadüfe bürünür: Butch, Mr.X /Marcellius/ ile karşılaşır. Bu kez her şey bitmiştir. Öyle ya Butch da bir dolu suç işlemiştir, en son bir adamı /Vincent/ öldürmüştür ve yönetmen artık onu da öldürebilir. Ölümcül bir kavgadan/kovalamacadan sonra son durum gene Butch’un lehine gelişir. Sığındığı(!) av/silah malzemesi dükkânında artık Mr. X’den kurtulması an meselesidir. Oysa o dükkânda, –devletin oyuncakçı dükkânında– satıcı adamdan ve Mr.Z’den /Bay Ölümsüz/ başka kimse adam öldüremez. Bu dükkânın giriş/mağaza katı devletin oyun bahçesi, bodrumu ise kucağı olacaktır…

Yaşayışları, giyinişleri, sevgilileri, hayatı algılayışları, toplumsal konumları, seçip yaptıkları ve daha birçok farklılıktan ötürü, hiçbir yerde yan yana gelemeyecek, aynı safta olamayacak, birbirlerine benzeyemeyecek olan bu iki insan, devletin kucağında dehşet içinde cezalarını bekleyen iki/z kardeş gibidirler. Tarantino burada gene sihirli değneğini, mizahı kullanır: Ağızlarında birer kırmızı bilardo topu, elleri arkadan sandalyeye bağlı, yüzlerinde aynı dehşetli korku olan, yan yana iki insan, iki yurttaş, iki kurban… Butch’un korkusu anlaşılabilir bir korkudur ama, o ana kadar kendini kentin en güçlü kişisi bilen/sanan Mr. X’inki şaşkınlıkla kaplanmış bir korkudur. Şimdi bu iki farklı insan aynı yerde aynı trajik koşulda yan yanadır. Bu arada fazlaca geç kalmadan mizahın nasıl bir sihirli değnek olduğu konusunda birkaç söz söylemek yerinde olacak.

Ondaki gizilgücü ilk(?) fark eden gerçeküstücülere göre, mizah, önce parçalar, dağıtır /bu gülmek demektir/, sonra ise bütünler, toparlar /bu da düşünmek/. Sanatın aracı olarak, mizahın içindeki gizilgücün kaynağı işte bu alegoridir. Hayata mizahla bakan, tüm toplumsal uzlaşmalarla alay eden/dalga geçen kişi, sonunda kaçınılmaz olarak alay ettiği topluma isyan edecektir.

Devlet kimseyi ayırt etmeden kucağa çeker, ya da herkes devletin kucağındadır, ya da devlet bazen sıkılır, pozisyon değiştirir, arkaya geçer…

Devletin kurumsal yardımcısı Mr.Z /Bay Ölümsüz/ bir polistir, ama bu devasa organize gücün, bu korkunç çarkın tek dişlisi o mudur? Elbette hayır. Aramızda dolaşan, en başından beri masum görünen, bize benzeyen sıradan insan, satıcı, yani herkes –ama bir tek flâneurlüğü meslek edinmişler hariç– bu çarkın kimlik taşıyan dişlilerini oluştururlar. Bir de bu çarkın kimliksiz dişlileri vardır ki, onlar, geçmiş yaşamlarında işledikleri suçların affı karşılığında, devletin sonsuz köleleri, kimliksiz cellatlarıdır. Onlar kontrgerilla yani “Bay Nikita”dır. Polisin yanına tasmasından bağladığı, her yanı, yüzü de siyah derilerle kaplı köpek–adam, Bay Nikita’yı simgeler.

Devlet seçici değildir. Seçmek için izlediği yol çocukça ama masum değildir: Oo lili lili papatya dili… Şans(!) kötü adama, Mr.X’e vurur. Yönetmenin bu seçimi tesadüf değildir. İyi adam Butch için ise hâlâ vakit vardır. Tarantino burada toplamasını bilenler için gene parıltılar saçar ortalığa: Butch ellerini çözer, kurtulur, kaçar. Artık karşımızda yalnızca çılgın bir yönetmen değil, bize, ‘ben hayatın anlamını çözdüm, çok şeyin farkındayım’ diyen, dahası kulağımıza ‘korkmayın Butch ölmeyecek’ diye fısıldayan bir bilge kişi vardır. Varlığımızın bile onaylanmadığı bir toplumda Tarantino, bizden esirgenen mutluluğa ulaşmak adına küçük yalanları, küçük suçları meşrulaştırır. Bu suçların arasına devlete karşı işlenmiş olanları büyük bir keyifle katar.

Oysa Butch kaçamayacaktır. Öyle ya, uğruna ölümü /sevgilisinden ayrı kalmayı/ göze alarak hayatını tehlikeye attığı, hatırladığı kadarıyla, babasının beş yıl, o öldükten sonra da en yakın arkadaşının iki yıl anüslerinde saklayarak –gene mizah, gene mizah– Vietnam Savaşı bittiğinde, daha çocukken ona ulaştırılan dede yadigârı saat, sadakatin simgesi değil midir? Dahası sadakatle biçimlenen, değer kazanan hayattaki tüm erdemlerin simgesi… İşte Butch bu yüzden, bu saati taşıdığı ve onun simgelerine dönüştüğü için, boks maçındaki şikeyi kabul eder yapıp, reddeder.

Butch elbette kaçamayacaktır. Ne olursa olsun yazgılarının kesiştiği kötü adamı düşünür. Dükkânın içinde silah seçmeye başlar. Gene mizah devrededir –sıkıldım mizah mizah demekten anlayın artık–. İzleyicilerin boş kahkahaları arasında, uzun uğraştan sonra seçilen samurai kılıcı boşuna değildir. Çünkü bu kılıç bu onurlu savaşçıları simgeler. Devletin kucağına iner, kötü adamı kurtarır. Devleti onuru zedelenen kötü adam öldürecektir, üstelik yavaş yavaş. Artık onun için –Butch’u kasteder– sen-ben yoktur, düşman bildiği Butch’la artık iyidirler. Fakat iki şartı vardır Mr.X’in: Birincisi –aslında ikincisi, söyleyiş sırasını ben değiştiriyorum– akşama kadar kenti terk edecektir Butch. İkincisi ve daha önemlisi ise, ‘gördüklerini’ kimseye anlatmayacaktır. İşte burda gülmeyi, sıkıntıya, korkuya kapılmadan gülmeyi hak ediyoruz elbette. Gene de iyimserliğe kapılmadan, hayatı hemencecik, bir çırpıda düzeltiverdiğimizi, değiştiriverdiğimizi düşünmeden. Orada öldürülenin devlet değil, fakat onun tükenmeyen kurumsal yardımcısı, bay ölümsüz olduğunu unutmadan. Yaptığımız ise, hayatı değiştirmek değil, koşullarımızı iyileştirmekten, kendimizi savunmaktan, “acı bir masal olmamak” için uyanık davranmaktan, yani sonuna kadar yapmamız gerekeni yapmaya çalışmaktan –şansı da sezip, kullanıp– öte bir şey değildir.

Ah, hoş, tapılası masum yalanlar!

Butch polisin motosikletine atlayarak –sevgilisinin arabasını çarpmıştır çünkü– kendisini merakla/dört gözle bekleyen, aptal denecek kadar saf o tapılası kadının yanına koşar. Onu alıp yeni bir hayata kaçacaklardır. Ne Butch ne de tapılası kadın, akıllı, bilgili insanlar değillerdir. Aşk için zaten bunların hiçbiri önkoşul değildir. Aşk için gerekli olan Butch’un kolunda taşıdığı simgenin iki insan tarafından algılanabilmesi, paylaşılabilmesidir. Tapılası kadının ise saati unutması, onu anlamadığı, değerini bilmediği, önemsemediği anlamına gelmez hiç. Yalnızca unutkanlık, ah unutkanlık! İncecik, kelebekten bir duyarlılıkla, ama çok kaba bir hayatı ortalama yaşamak zorunda olmanın/bırakılmanın üzerimize örttüğü gümüş gömlek… Bilmeden, sezerek, daha yaşarken içmeye, yıkanmaya koştuğumuz “Güzel Irmak”… Léthé…

Butch motosikletin üzerinde sevgilisine seslenir, onu çağırır. Motosiklet artık, motosiklet değil, bir helikopterdir. Bu masum yalan üzerinde düşünmek/kafa yormak gereksizdir. Yalnızca, evet yalnızca o yalana inanmak gerekir. Çünkü aşkın bittiği fakat sevginin/sadakatin dillerinin üzerinde bir cappucino tadı gibi eriyip gitmediği, tersine kalplerinde bir köpük çiçeği gibi odaklandığı bu iki sevgili, kendilerini bekleyen güzel geleceğe uçup gideceklerdir, sonsuza kadar yan yana kalarak. Çünkü,

İnsan iki kişi olmalı, değil mi

En azından iki kişi”

Mizah mı / Mucize mi ?

Film bir anda Mr.X’in iki yardımcısı siyah/Jules/ ve beyaz/Vincent/ adamın, çok önce gerçekleştirdiğini düşündüğümüz, her şeyi gördüğümüzü sandığımız, infazın yapıldığı evin salonuna döner. İnfaz henüz yapılmamıştır. Kamera başka açılardan daha önce göremediğimiz /çünkü çocuklardan biri, Bonnie banyodadır/ ve görmediğimiz /çünkü Tarantino bunları bilerek saklamıştır/ ayrıntıları serer gözlerimizin önüne, bizi kör etmek istercesine…

Daha infaz yapılmamıştır. Bonnie, cesaretini toplayabilmek, uçuruma benzeyen heyecanını, kurumuş, hazin bir dere yatağına dönüşmüş diliyle ıslatabilmek için kendi kendine konuşurken, bir anda ve titreyen parmaklarıyla tuttuğu tabancayla odaya dalar. Koca bir şarjörü boşaltır gangsterlerin üzerine. Üç dört metreden sıkılan kurşunların bir teki bile yan yana duran iki gangstere değmez, onları geçer, arkadaki duvara saplanır. Gangsterlerden zenci olanı /Jules/ bu inanılmazı şüpheyle karşılar. Ama birazdan gene kendisi, kutsal kitaptan infaz öncesi için ezber ettiği tiradı okur ve beyaz /Vincent/ ile birlikte infazı gerçekleştirirler. Ama bu şüphe –o an için çok zor olmakla birlikte– bilişsel düzeyde bir algıya dönüşmüş müdür? Bunun yanıtını da film sonunda verecektir. Trajik olan, beyaz adamın bu inanılmazı yalnızca komik bulmasıdır. Dört çocuktan üçünü öldürürler, zenci olanını /Marvin/ ise, Mr.X’e ait olan(!) bir çanta dolusu külçe altınla yanlarına alıp giderler.

Bay Winston (!)

Arka koltuğa tutsak çocuk Marvin, öne ise kendileri otururlar. Arabayı Jules kullanır. Vincent’in tabanca tuttuğu serseri eli koltuğun üstünde olduğu halde –tabancanın namlusu Marvin’e dönüktür– ve birbirleriyle konuşa konuşa yol alırlar. Birden, istemeden(!) tabanca patlar, zenci çocuğun kafası parçalanır, dağılır. Arabanın içi ve herkes kan revan içinde kalır. Arabanın tekeri bir çukura mı düşmüştür, bir taşın üzerinden mi geçmiştir? Beyaz adamın tetik üzerinde hafifçe ama isteksizce(!) duran parmağını her ne tetiğe bastırmış olursa olsun, Marvin’in ölümü başlı başına kara mizah konusudur. /Vincent’ın evdeki dört çocuktan sadece ‘zenci’ olanının seçilip(!) tutsak alınmasının, öldürülen diğer ‘beyaz’ çocuklara yapılmış bir haksızlık olduğunu düşünerek, tetiğe isteyerek bastığını farz etmek bile istemiyorum./

Panik başlamıştır. Güpegündüz bir saatte, şehir dışında ama kalabalık bir otoyoldadırlar. Camları kan revan içinde olan araba her an birisi ya da polis tarafından görülebilir. Jules telefonla yakınlarda oturan bir arkadaşını arar, garajına ihtiyaçları olduğunu söyler…

Sığındıkları(!) evin sahibi /Jimmy/ sıradan ya da tipik bir Amerikan vatandaşıdır. Ne karşısında bulduğu üstü başı kan revan içinde olan iki adam, ne garajında içinde başsız bir cesedin olduğu kan ve beyin parçacıklarıyla dolu araba onu etkilemez. Vahşetin karşısındaki sakinliği ürperti duyulacak denli korkunçtur. Jimmy’nin tek derdi karısıdır. Bir buçuk saat sonra evde olacak, hiçbir açıklamayı dinlemeyecek ve kendisini terk edecektir. Karısını kaybetmeyi hiç istemez ve iki gangstere, ne olursa olsun karısı gelene kadar garajdaki pisliği temizlemelerini ve çekip gitmelerini söyler.

Bay Winston gelir. Bay Winston çağrılmıştır. Bay Winston Mr.X’in yakın bir arkadaşıdır, ya da hem kendi, hem onun hesabına çalışan sıradan birisidir. Oysa yapılması gerekenler son derece basittir: Garajdaki araba temizlenecek, ceset toparlanıp bir torbanın içine sonrada bagaja konulacak ve evdeki battaniyelerle arabanın döşemeleri kaplanacaktır. Son olarak da iki gangster bahçede hortumdan akan suyla temizlenecek –bu arada eve ilk geldiklerinde Vincent’ın elinden bir türlü çıkmayan kan lekeleri, bu kez dostlarının yardımıyla kolaylıkla çıkıverecek– evde Jimmy’ye ait şort ve tişörtlerden üzerlerine temiz giysiler uydurulacaktır.

Bay Winston da öyle yapar zaten. Sistematik ve soğukkanlı bir şekilde yapılacakları anlatır, işleri bölüştürür. Kısa sürede sorun çözümlenir, pislik ortadan kaldırılır. Herkes memnundur. Bay Winston mağdur olan ev sahibi Amerikana, bu cömertliği için teşekkür etmekle kalmaz, battaniyelerin ve hatta meşeden bir yatak odası takımının parasını bile verir. Öyle ya dost kara gün içindir. Bu sıkı ve göz yaşartıcı /hayatımızda eksikliğini duyduğumuz/ dayanışma örneği filmin en önemli karesi olabilir. Peki ama, kimdir bu Bay Winston? Her gün kalbimizin üstünde taşıdığımız ve ağzımızdan hiç düşürmediğimiz, bir türlü vazgeçemediğimiz, “FULL RICH AMERICAN BLEND” mi yoksa? Gene mi mizah, kara mizah…

Meşru Soygun

Film ta en başındaki soyguna başlamış olan iki sevgilinin bulunduğu kafeye döner. Fakat kamera, bir kez daha, bizden filmin başında gizlenen başka bir açıya, yazgıya çevrilir. Ayrı bir masada komik giysili iki adam –şu bizim gangsterler– oturuyorlardır. Soygun henüz başlamamıştır. Bu arada beyaz adam, gündelik hayatının büyük bölümünü geçirdiği tuvalete taşınır.

Garson… Kahve!” yi ikinci kez işitmemizden hemen sonra, gerçekte seslerindeki ürküntü kalplerinde olmayan bu iki sevgili, iki aşık soyguna başlarlar. Her şey yolunda giderken, erkek sevgili bir anda tutsak duruma düşer. /O, filmdeki ikinci tutsaktır, bu kez beyaz bir tutsak. Tabancayı sıkıca, dikkatlice tutan el ise siyah bir eldir./ Fakat bu tutsak şanslıdır(!) karşısındaki zenci gangster, son ana kadar alışkanlıkla/gereklilikmiş duygusuyla söylediği ölüm öncesi infaz tiradını, bu kez içini doldurarak ama gene de güzel bir şüpheyle/ses tonuyla söyler. Jules, artık hayatın anlamını çözmüş ve onun için yepyeni, el sürülmemiş, geri dönüşü olmayan bir yolculuk başlamıştır. /Bu son tümce içinde vurguladığım isimlerle, daha önce, kısaltılmış, değiştirilmiş olsalar da, anlamları ile birlikte verilmiş diğer isimler –hatta kendi isminiz de– bu filmdeki ve hayattaki her isim gibi boşuna değildir, bilmeden de olsa seçilmiştir./ Cüzdanının içinden kimliğini/ismini/yol-culuğunu alır, tüm parasını –çanta hariç– çocuğa uzatır ve topladıkları cüzdanlarla birlikte gitmelerine izin verir. Tarantino, nihayet filmin finalinin yaklaştığını hissettirdiği bu bölümlerde de, aşkı bir kez daha kutsar, soygunu aşkla birlikte mutluluk arayışının bir aracı olarak meşrulaştırır.

Bu iki tutkulu sevgili, tarzları, giysileri, ses tonları, duruşları, yüzleri ile izleyici de sanki aşka ait, aşk için değillermiş izlenimini uyandırsa da –elbette Tarantino diğer bütün tiplemelerdeki seçimi gibi bunu da bilerek yapar– sırf ten desenleri nedeniyle, bütün diğer insanlar gibi en azından aşık olabilme özgürlüğüne sahiptirler. Tarantino hayatın biricikliğinin ve bu biriciklik sayesinde, aşkın yalnızca esoterik bir olgu olduğunun üstünü bir kez daha – Butch ve tapılası kadından sonra– fakat daha görkemli bir şekilde, fosforlu bir kalemle boyar.

Elma

Peki ama Tarantino neden, aynı günahı hemen hemen bir elmanın eşit iki yarısı gibi bölüşen bu iki gangsterden, beyaz olanını tuhaf bir oyun –tuvalet oyunu– ile öldürür de, siyah olanını, üstelik de ölüme çok daha fazla yaklaştırıp sonra yaşatır? /Meşru soygunda, üç insanın birbirlerini silahla tehdit sahnesi bize, Rezervuar Köpekleri’nin final sahnesini anımsatır, ama anımsattığıyla bırakır. Üstelik tutkulu kadın aşık, erkeğine zarar gelecek sanısıyla her an tetiğe basabilecek durumdayken…/ Sorunun ikinci parçasının yanıtlanmış olduğunu biliyorum. Bu soruya bir tek, kuşkuyla da olsa şu soruyu eklemek istiyorum: Bir elmanın iki yarısı kadar benzer olan bu iki insandan, neden siyah olanı “din dışı aydınlanışa” daha yakın seçildi? Bu seçimde, Afrika’nın, Amerika’nın ve hatta İtalya’nın tarihsel kökleriyle ilgili ayrıntılar/ipuçları bulabilir miyiz?

Şimdi de sorunun ilk parçasının –beyaz adamın neden öldürüldüğünün– yanıtını arayalım birlikte. Tamam, kurşunlardaki inanılmazı/mucizeyi sezemedi, komik buldu, zaten tuvaletten artan zamanını da insan öldürme işiyle değerlendiriyordu, yani ölümü çoktan hak etmişti diyebilirsiniz. Ölümü hak ettiği doğru ama, nedeni bu kadar basit olmamalı. İyi de, bu adam hayatında, daha doğrusu hayatının bize göründüğü parçası olan bu film boyunca hiç mi iyi bir iş yapmadı da, böylesine kolay bir ölüme kurban gitti. Yapmaz olur mu hiç, yaptı. Patronunun sevgilisinin hayatını kurtarmadı mı, az iş mi? Ama bunu kızınkinden çok kendi hayatını düşünerek yapmadı mı?

Beyaz adam/gangster elmanın bütünüydü, günahın tamamına dönüştü. Hatta patronunun günahlarının bile. Buna haksızlık diyebilirsiniz. Buyurun deyin. Zaten diğer tüm kavramlar gibi haksızlık da insanların türettiği bir kavramdır, doğada, doğal yaşamda haksızlıktan söz edilemez. Kucağınızda sevgiden mest olmuş –mırıl mırıl– kedinizin aniden bir serçeyi sizin sevginize tercih etmesine kızabilir misiniz? Biraz sonra belki de bıyıklarına bulaşan serçe kanatlarıyla kucağınıza/ilginize yeniden sıçradığında ondan artık nefret mi edeceksiniz?

Quentin Tarantino gerçek bir Akdenizli Amerikan yönetmeni, tam da olması gerektiği gibi. Tam da öyle…

* Bu yazı ilk olarak “25. Kare Sinema Kültür Dergisi”nde yayımlanmış, daha sonra Kadın Kokusu (İstanbul: Altıkırkbeş Yayın, 2003) kitabında yer almıştır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl