Whiplash” nedir; sözlüğe bakan bilir; kırbaç darbesi veya ani sarsıcı darbe…

Yazan ve yöneten Damien Chazelle, Miles Teller (Andrew) ve J.K. Simmons’un (Fletcher) başrolü oynadığı bir film… Buraya kadar her şey normal ama filmle ilgili normal olmayanlar daha fazla…

1- Chazelle… Henüz 30 yaşına yeni girmiş… Yaptığı film son derece sarsıcı ve son derece usta işi… Bu da normal fakat ilginç olan Chazell’in başka hiçbir önemli filmi yok! Bundan önce yazdığı birkaç film hep kötü puanlar almış. Hele The Last Excorcism II (imdb; 3.9) yerden yere vurulmuş kötü mü kötü bir korku filmi… Whiplash’ten önceki tek başarısı var gene “Whiplash” ☺; o nasıl oluyor diyeceksiniz. Şöyle oluyor, filmin üzerinde konuştuğumuz uzun metrajından bir yıl önce kısa halini yapmış, o beğenilince uzununu çekme şansı bulmuş. Yani “Whiplash” Chazelle’in gelişi önceden belli bir filmi değil. Son derece kişisel duygularla, birden bire doğmuş, adeta patlamış, ismi gibi bir film. Bu anlamda da filmdeki Andrew karakterinin yaşadıkları ile Chazelle’in kendi gerçek yaşamı belki de çok benziyor. Yani Whiplash eşine az rastlanır ölçüde kişisel bir film.

2- Belki de çok az film bu kadar seven sevmeyen herkesin üstünde derin etkilere sahip olabilir ve kafa karıştırabilir. Whiplash sert bir film pek çok insanın kafasını karıştırmış bir film. Kimileri sevip sevemediğine tam karar verememiş. Bazı eleştirmenlerimize “sevdim ama bu kadar çok faşizmden de insan rahatsız oluyor” gibi ilginç yorumlar yaptırabilmiş bir film. Bu da az filme nasip olur herhalde…

3- Bu kadar kişisel bir filmde, bu kadar genç bir yönetmenin – hele ki Whiplash dışında büyük bir başarısı olmayan birinin – oyunculuk yönetimi üst düzey. Film; hikaye, yönetmenlik ve kurgu açısından çok usta işi bir film. Eminim ki dünyanın pek çok önemli yönetmenini bile kıskandıracak kalitede bir film. Herhalde ilk defa bir müzisyen filmi (!) tüm izleyenlerde gerilim / korku / aksiyon izlemiş izlenimi yarattı, ki bu da çok az filme nasip olur… 

Hala izlememiş olup, filmin konusu nedir merak edenlere; “ Bir müzik okulu / üniversitesi. Burası son derece disiplinli bir jazz müzik okulu; öğrencilerin tümü son derece disiplinli. Bu jazz okulunda baterist olmak isteyen 19 yaşlarında bir öğrenci (Andrew) ve sert mizaçlı hocasının (Fletcher) hikayesi. Ancak film gerçek bir okul atmosferi kurmak derdinde değil. Son derece minimal, sadece tek bir orkestra sınıfı ve o sınıfın orkestra şefi / hocası ile sınırlı sanki tüm okul. Bu sınıf okulun en iyilerinin alındığı bir sınıf, tüm büyük yarışmalarda okulu bu sınıf temsil ediyor. Ve hikayemiz o sınıfa yeni kabul edilen Andrew ile diktatör ruhlu hocanın hikayesi.”

Ancak bu bir müzik filmi değil. Tamamen Sufi bir bakış açısı ile çekilmiş bir film. Film jazz’ı fon olarak kullanıyor ama asıl konusu; kendini bulabilmek, kendin olabilmek. Asıl konusu kendi hakikatini bulmak. Bu arada filmden sonra Jazz müzik konusunu epeyce kurcaladım. Mesela öğrendim ki; filmde adı çok sık geçen Buddy Rich orkestrasındaki herkes tarafından diktatör, acımasız, berbat bir adam olarak bilinmiş yaşamı boyunca… Yani Jazz sadece kusursuzu arar. Herkes müzik yapabilir. Ancak sadece en iyiler Jazz yapabilir. Hatta bununla ilgili filmden bir küçük anekdot; Buddy Rich’in sözü; “Kabiliyetin yoksa sonun bir rock grubunda çalmak olur.” – (orj.; “If you don’t have ability you wind up playing in a rock band.”)

Hakikati arayan Sufi de mükemmeliyetçidir (fakat bu konuyla ilgili ikinci bölümde daha ayrıntılı yazacağım). Kusursuzu arar, ama bu akılla anlaşılacak bir kusursuzluk hali değildir. Bu nedenle jazz müzik Whiplash’e harika bir arka fon oluşturmuş. Yani Whiplash; Jazz müziği fon olarak kullanmış Sufice bir kendini arama hikayesi. Ve ismi gibi sert bir hikaye. Küçük bir uyarı; aşağıda filmin tamamen kişisel bir yorumunu bulacaksınız. Yorum sırasında bol spoiler olacak. O yüzden, “Sonunu söylemeseydin ya…” diyecekseniz, bundan sonrasını okumayın derim.

Bundan sonrası filmi izlemiş olanlar için;

Film daha en başından harika bir sahne ile açılıyor. Andrew bir odada yalnız bateri çalıyor. Kamera uzunca bir koridordan yavaş yavaş ona doğru ilerliyor. Odaya girdiği an yaklaşanın tüm okulun önünde titrediği, Andrew’un da hayran olduğu efsane hoca Fletcher olduğunu görüyoruz…

Fletcher tüm okulun korktuğu son derece sert bir kişilik. 19-20 yaşında adamları herkesin içinde tokatlamaktan, hakaret etmekten, hatta yaralama riski olsa bile kafalarına sandalye fırlatmaktan hiç çekinmez. Öğrencileriyle hakaret etmeden yaptığı konuşmalar sayılıdır ki onlar de bile aşağılama çok açıkça seçilir. Peki, onca öğrenci neden katlanır buna? Neden basitçe hep birlikte Fletcher’ı şikayet edivermezler? Çünkü Fletcher öğrencilerin EGO’sudur. Ve kimse kendi egosunu kimseye şikayet edemez.

Zahiri bir bakışın filmde faşizmi görmesi son derece normaldir. Fakat batıni bir bakışla filmi incelerseniz eğer Fletcher bizzat Andrew’un kendi egosudur, onun nefsidir. Zaten tüm film boyunca böylesi faşizan bir şeye katlanmasının sebebi de kendi nefsine olan sevgisidir. Peki nefs nedir ki? Nefs ya da Ego; başkalarının söyledikleridir. Doğduğumuz andan itibaren başkaları bize bu böyle bu şöyle der. Onlarla çevriliyizdir, mecburen onlara uyarız. Tüm bu söylemler aklımızda bir benlik algısı oluşturur. Bu algı akılda oluşur. Tüm bu algıyı akıllarımız yaratır. Ve gün geçtikçe ruhumuzdan koparız. Aklımızın hakimiyetine gireriz. “Ben ve diğerleri” olarak gördüğümüz bir dünya yaratırız aklımızla. Diğerlerini yargılamaya başlarız. E çünkü zaten herkes birbirini yargılıyordur etrafımızda. Doğal olarak biz de yaparız. Aklımız bize bunu yapmanın doğru olduğunu söyler. Böyle olarak hiç olmazsa onlardan biri gibi olur kabul görürüz… ☺ İşte böylece oluşturduğumuz o ego sonunda ruhumuzun üstüne biner. Bir anlamda egolarımız ya da nefslerimiz aklımızdır; ama maalesef o akıl da başkalarının söyledikleri ile oluşmuş bir akıldır…  Der ki Sufiler; insanların çoğunun nefsleri, ruhlarının sırtına binmiş; ruhlarını yük katırı gibi kullanıyor.

Andrew da dahil tüm öğrenciler egolarının, nefslerinin kurbanıdırlar. Önünde boyun eğdikleri aslında hocaları Fletcher değildir. Kendi nefslerinin önünde boyun eğmişlerdir. Yedi büyük günahın üçünü sürekli sergilerler; hepsi kibirli, hepsi öfkeli, hepsi kıskanç… Andrew da onlar gibi; son derece mütevazı, naif, çekingen görünüşünün altında; kibir, kıskançlık ve öfke ruhunu sürekli kemiriyor. Ve Fletcher aslında onun içini kemirip duran egosunun/nefsinin o kadar iyi cisimleşmesi ki; hiç çekinmeden ona her tür hakareti edebiliyor. Çünkü Andrew bunların hepsini kendi kendisine zaten sürekli söylüyor. Annesinin Andrew’u terk etmesine kadar her şeyle herkesin içinde rahatça alay edebiliyor bu yüzden.

Fletcher karakteri Andrew’un o kadar net cisimleşmiş egosu ki; ancak Fletcher’ın gözüne birazcık girebildiği gün gidip çoktandır hoşlandığı bir kıza çıkma teklif edebiliyor, ancak o zaman cesaretini toplayabiliyor. (not; filmin sonlarında ayrıldıktan sonra da arama cesareti olmuyor; fakat Fletcher (yani egosu) ona gel tekrar çal dediğinde o gün hemen arama cesareti geliyor…)

Andrew, Fletcher’ın yönettiği orkestraya kabul edildiği ilk gün, ilk sınavından hemen önce, koridorda Fletcher’a denk gelir. Çok dostçadır konuşma. Der ki Fletcher; “Kimseyi takma… Notaları sayıları takma… Burada olmanın bir sebebi var bunu hatırla…” Andrew anlamış gibi bakarak tekrarlar, ama aslında hiçbir şey anlamamıştır henüz. O hala aklı ile anladığını sanmaktadır. Fakat hiçbir şey anlamadığını zaten film boyunca göreceğiz… 

Bu aradan hemen sonra Andrew sınıfın önündeki ilk denemesinde, sınıfın önünde son derece sert hakarete uğrar. Fletcher gene de dosttur ona. Herkesin içinde tokatlamaya varan ağır hakaretten sonra; “daha çok çalışmalısın…” der. Andrew ilk dersini almıştır ve bu öğüdü dinler gerçekten. Elleri kanayana dek saatlerce çalışır. Kanı tüm davul setini kaplar ama çalışmayı bırakmaz.

Burada çok kilit bir diyalog geçer kız arkadaşı ile buluşmasında. Kız arkadaşı; evini özlediğini, diğerlerinin özlememiş gibi yapmasına katlanamadığını anlatır. Sonra der ki; belki de sadece ben böyleyimdir. Andrew kendisinin de özlediğini söyler. Hala babası ile sinemaya gitmektedir. Yani ikisi de evlerini özlemiştir, ama ev nedir? Neresidir “insanın evi”? Ev insanın kendisidir. De ne demek insanın kendisi? Başkalarından öğrendiği her şeyden sıyrılabilirse insan, tüm o dille ve akılla yaratılmış benlikten uzak kaldığı yerde insan evindedir. Annemiz onun sembolüdür. Hiç dil bilmeyiz doğduğumuzda. Ve işte onun rahminde evimizdeyiz. Ama artık doğduk, her şeyi öğrendik, kendi egolarımızı geliştirdik. Şimdi bizim evimiz neresi?

Orkestra ufak bir yarışmaya hazırlanmaktadır sürekli. Sonunda o gün gelir çatar. Andrew yedek bateristtir. Ara verilir. Ve birinci baterist Andrew’a nota dosyasını emanet eder arada. Andrew dosyayı bir sandalyeye koyar, içecek alır ve baş baterist gelip dosyayı sorunca dosyayı bulamaz. Filmi izleyenler anlayacaktır aslında kolayca; dosyayı çalan Fletcher’dır (yani Andrew’un Nefsi)… ☺ Ve baş baterist notaları ezberleyemediği için, ikinci yarıda Andrew çıkar sahneye. Whiplash parçasını Andrew çalar. Son derece iyi çalar. Okul birinci olur.

Andrew başarının gururunu yaşar bir süre. Artık baş baterist olur. Diğeri ikinci plana itilir. Kibri aile yemeğinde ortaya çıkar. Ailesindekiler onu anlamamaktadır. Neden; “Andrew’da ailedeki diğerleri gibi, normal sade bir yaşam seçmesin?” Sonuçta hayat işte… 

Ve bir süre sonra, kendinden son derece emin olan Andrew büyük bir şok yaşar. Hocası başka bir bateristi daha denemek istemektedir. Andrew yeniden büyük öfke ve kibre kapılır. O ana kadar olan tüm güzellikler bir anda duman olur gider, ama Andrew yılmaz. İlk defa nefsine karşı savaş açar. Fletcher’la ilk defa son derece net ve sert konuşur. Nefs ve Ruh ilk defa gerçekten savaşırlar… Fletcher her şeyi olduğu gibi şu gerçeği de yüzüne vurur Andrew’un; “Sen kendini ne sanıyorsun ki… Nota dosyasını kaybetmeseydin asla baş baterist olamayacaktın!” Olaylar öyle bir noktaya gelir ki; Andrew büyük yarışmadan önce kaza geçirir. Kanlı haliyle sahneye çıkmaya çalışır… Ve Ruh bu savaşı kaybeder. Nefs kazanır. Andrew okuldan atılır. Hâlbuki Andrew nefsi uğruna, kız arkadaşını bile terk etmiştir. Büyük kurbanlar vermiştir ama tanrılar gene de kabul etmez.

Daha önce küçümsediği sıradan insanlardan biridir artık; eski kız arkadaşı ve kuzenleri gibi. Bir fastfood dükkanında tezgahtardır. Tüm bateri seti dolaba kalkmıştır. Öfkeli değil, şaşkındır daha çok. Adeta derin bir uykudadır şimdi. Tüm geçmişini sorgular. Çocukluktan beri kim olduğunu sorgular. Eski videolarını izler. “Ev” ini arar. Geçmişteki bir dava sebebi ile Fletcher aleyhinde ifade vererek okuldan atılmasına sebep olur. Burada hiçbir kötü niyet aramamak gerekiyor. Bu Ruh’un ilk kaybettiği savaştan sonra Nefse tekrar savaşalım çağrısı göndermesidir sadece. Ama kesinlikle farkında olmadan. O hala evini arayan bir zavallıdır.

Ve Yaz gelir… Güneş her yeri kaplar… Artık her şey aydınlanmaya başlamıştır.

Bir gün Fletcher’ın çaldığı barı görür. Dayanamaz içeri girer. Konuşurlar. Artık iki eski dost gibidirler. Burada en güzel sözü söyler Fletcher; “İngilizce de şu iki sözden daha tehlikeli kelime yoktur; “Good Job!”. İşte bu söz tüm dünyayı olabileceğinden çok daha kötü bir yer yapar. İnsanları egolarına hapseder. Ruhları nefslerini sırtında taşımak zorunda kalır. Andrew sorar; “Ama sınırı ne? Ya gelecek Charlie Parker’ın cesaretini çok erken kırarsanız?”. Fletcher der ki; “gelecek Charlie Parker’ın cesareti asla kırılmaz…” Andrew hala anlamamaktadır; egonuz varsa kırılırsınız, ama egonuz tamamen yok olduysa; sizi kim, nasıl kırabilir?

Ve sonrasında Fletcher Andrew’a birlikte çalmayı teklif eder. Zaten Andrew’un da çok iyi bildiği eskileri çalacaklardır. Ancak bu sefer ki çok büyük bir konserdir. Andrew şüpheli kabul eder. Bateri takımı geri çıkar ve ilk işi kız arkadaşını aramak olur tabi ki…  (ne de olsa güven geldi yerine – tezgâhtarlığa düştüğünde eli gitti de arayamadı…). Ama artık o kız yoktur, bir başka sevgilisi vardır. Yani kız arkadaşının kalbinde sığınacağı bir yer olmadığını anlar. Evi orada değildir artık…

Konser günü. Andrew çok sakindir. Hayatının en büyük konserine çıkacaktır ama önceki ufak konserlerden çok daha sakindir. Babasının geldiğini görür uzaktan. Büyük bir seyirci topluluğu önünde hayatının en büyük konseri ve tokat gelir o anda; “Whiplash”… Fletcher sahnede yanına yaklaşır ve der ki; sen beni aptal mı sanıyorsun? Sen olduğunu biliyorum. Ruh Nefsinden ağır darbe alır. Hala korumaya çalıştığı o göstermelik yapı zedelenmiştir bir anda. Şaşkındır. Nefs Ruha beni aldatamazsın der. Büyük bir meydan okumadır.

Fletcher yerine geçer. İzleyicilere konuşur. Ve Andrew toparlamaya çalışırken kendini çalacakları parçanın adını söyler. Büyük bir şok; ne Caravan, ne Whiplash… İkisini de çalmayacaklardır. Andrew’un notalarını bilmediği bir yeni parça ile “Upswinging” (not; upswinging; ruhsal yükselme, mevsimsel yükselme vb. anlamlar taşır.) ile başlayacaklardır. Andrew çalmaya çalışır ama parçayı rezil ederek. Orkestra arkadaşları kızarlar. Fletcher ise dalga geçer gibi şarkıyı kesmez. Andrew’la alay ederek devam eder orkestrayı yönetmeye. Andrew rezil olmuştur ama bu sefer o üç günahtan eser yoktur hallerinde; ne öfke vardır, ne kibir, kıskançlık. Sadece şaşkındır. Ve parça biter, seyirciler zayıfça alkışlar… Fletcher gelir ve der ki; “sen de o ışık yokmuş sanırım…”

Andrew ilk defa kendisidir. Bunu fark eder. Ne yapacağını bilemez önce. Kendisini izleyen yüzlerce seyirciye bakar, etrafına bakar. Bir şey demeden yerinden kalkar… Kulise doğru gider. Babası oradadır, onu beklemektedir. Ev oradadır, huzur oradadır. Ancak babasına sarıldığı an anlar… Orası artık kendi Evi değildir. Aradığı yuvayı az önce bulmuştur o zaten; fakat hala tanımlayamamaktadır orayı. Babasına sarılır kısacık bir süre. Birden geri döner, ceketini çıkarır atar. (not; o ceketi çıkarma anında ruh nefsinden sıyrılır…) Ve gider baterinin başındaki yerine oturur. Fletcher bir şey demez… Bir sessizlik olur…

Fletcher tam seyircilere bir şey anlatmaya çalışırken Andrew aniden çalmaya başlar. Tüm orkestra ile birlikte Fletcher da şaşkın bakakalır önce. Andrew delice bir solo çalar, orkestra arkadaşları sorar; “ne yapıyorsun?” Andrew cevaplar; “ben size işaret vereceğim?” Herkes şaşkın, çok fazla seyirci var. Kimse bir şey diyemez uymak zorunda kalırlar. Fletcher öfkeli ama mecburen suskun.

Andrew artık egolarının ve nefsinin hakimidir. Kendini gösterme çabası yoktur yaptığında. Kimse kendisini beğensin derdi değildir. O sadece nefsiden kurtulmuş bir ruhtur.

Fletcher susar. Önce kızar, bozulur ama sonunda anlar; bu sefer ki ruhun zaferidir… Bu sefer ki ruhun kalıcı zaferidir. Andrew’da ne kızgınlık vardır artık ne de ego… Sadece ruhtur o. Nefs yenilgiden nefret etse de; her nefs ruhun karşısında mutlaka boyun eğer. “Her nefs mutlaka ölümü tadacaktır” Andrew’un nefsi de ölmüştür artık. Ve nefs ruhu tamamen kabul etmiştir. Önünde boyun eğmiştir şimdi. Tamamen teslim olur ruha. İlk kez büyük bir müzisyene bakar gibi saygıyla bakar, aksı kayan zilleri bile düzeltir. Andrew orada artık maddeden amadır. Nefsten kurtulmuş, Tanrısalllaşmıştır. Babası da şok içinde izler; ilk defa oğlunu böyle görür.

Nefs ve Ruh barışmıştır artık… Ve Andrew’un ruhu sonunda evini bulmuştur…

Ruhunun kontrolü altındaki nefsidir insanın gerçek evi…