Ana Sayfa Art-izan Yalnızlık’tan Munch’a

Yalnızlık’tan Munch’a

Yalnızlık’tan Munch’a

Dışavurumculuk akımının en önemli eserlerinden biri olan “Çığlık” bu akımın temel özelliklerini taşır. Fırça darbelerinde ki, akış: bekleme ve sarsıntıların habercisidir. Renk kullanımı ve formların fiziksel olarak çarptırılmasıyla insani duyguların ifade edildiği bir resimdir.

Yalnızlık bardak gibidir dolunca taşar. Ama bardağın yalnızlığı ontolojik olarak mümkün olmakla beraber aynı zamanda hiç de mümkün değildir. Kavramsal olarak bardağın yalnız olması aynı zamanda onun bilinebilir bir yalnız olduğunu gösterir. Birçok bardağı zihnimde yan yana getirebilirim. Aynı şekilde normal hayatta da bunu yapabilirim. Hatta bunların yanına kendimi de koyabilirim. Demek ki, benim yalnızlığım ve bardağın yalnızlığı arasında pek fark yoktur. Fakat şöyle bir fark olabilir; bardağın yalnızlığı cansızdır benim yalnızlığım ise canlıdır. Mesele, “can” meselesi değildir. Mesele, bardağın ve benim bu dünyada yalnız olarak var olduğumuzdur. Tek fark onun, ölümsüz olması benim ise ölümlü olmamdır. Bardak kalır, bardakta iz bırakan ben yalnız olarak ölürüm. İkimizde yer değiştirebiliriz. Ama aynı zamanda yer değiştiren biz değil yalnızlıktır. Demek ki, kavramsal olarak yalnızlık bir “aradalık” ve bir “arada olmamalıkla” mümkün olur.

*

Konuşan mı yalnızdır? Susan mı yalnızdır? Diye sorduğumda, bu soru şu an yalnız biri tarafından sorulmuş/yazılmıştır. Aynı zamanda bunu okuyan da yalnızdır. Çünkü soruyu soran, okuyanla hemhal olur. İkisi de hem susandır hem konuşan. Konuşan yalnız, kendiyle bozuk dışarısıyla barışıktır. Susan yalnız ise, kendisiyle barışık dışarısıyla bozuktur. İkisini fark etmek için bir başka yalnıza daha ihtiyacımız vardır. O’da, Aradaki Yalnızdır. Aradaki yalnız, konuşan ve susan yalnızı ayırabilir, birleştirebilir, ikisini birbirine düşürebilir, fırsatçıdır. Çünkü yalnızlık dispozitifini o kurar. Aradaki yalnız gizli iktidardır. Panoptikon’un gözleri onda doğarken var olmuştur. Ama trajik ki, o da yalnızdır. Aradaki yalnız, ortaya nifak tohumu eker geri çekilir. Onları izler, fakat ne gariptir ki bunu yaparken de susar. Susan yalnızla aynı yalnızlıkta buluşur. Aradaki yalnız, hasettir. Gözlerini, konuşan ve susan yalnızdan hiç ayırmaz. Konuşan ve Susan, birlik olunca, Aradaki yalnız ne yapacağını bilemez. Oyunu çözülür. Sonuçta üçü de, hem yalnızdır hem değildir.

**

Yalnızlık, benimle olan benden beslenen hakim olunması mümkün olmayan yaşamdır. Yalnızlık kitleye uzak olan tekil bir varoluştur. Yalnız olan her neyse onun konumunu toplum bilemez çünkü toplum yalnızı görmez. Toplum her zaman çoğul olana ilgi duyar. Toplumun içinde yalnız görünmez bir varlıkmış gibi gelse de aslında onu görmek o kadar da zor değildir. Yalnızlık da, yalnız gibi bu hayatın gelgitler yapan karanlığın içinde kapanıklıktır/apaçıklıktır. Yalnızlık ereksellikten uzak bir köşede duran, görmek için çaba sarf edilen/yaşanılan bir olgu değil, aksine yaşamın yazgısıdır.

***

Filozofların, sanatçıların, yazarların çoğunda yalnızlık vardır. Ve belki de, yalnız olmaları onlara felsefelerini biçimlendirmelerinde en kuvvetli argüman olmuştur. Elias Cannetti, “Kitle ve İktidar”da, kitleyi analiz ederken ilk önce geniş anlamda bireylerin mevcudiyetini ele almasından önce, onları teker teker anlamıştır. Çünkü kitleyi bir bütün olarak almadan önce onun minör devrelerini bilmek gerekir. Cannetti, bir kum tanesinin kitleyi oluşturmasında, önemini çok iyi bildiği için önce onu yalnız bir birey olarak ele alır. Ve sonra görülür ki o kum tanesi, kitlenin değişmez elemanlarından biri olmuş ve bütünde kum olmuştur. Artık o kum yalnız değildir bir kitledir. Cannetti’nin kum örneği bize çok şey söyler. İnsanlar yaşam alanlarında büyük kumlara benzer çünkü çok çabuk dağılabilir ya da birleşebilirler. Kum zamanın metaforudur. Zaman içinde bir kum tanesi gibi bir insanın mevcudiyeti bütün olarak bu zamanda yok olurlar yalnız olarak. Yalnızlık bu yüzden kaçınılmaz bir durumdur belki de. Cervantes’in, Don Kişot’u yalnızdır. Stendhal’in, Sorel’i, Daniel Defoe’nun, Robinson Crusoe’u, Dostoyevski’nin Raskolnikov’u hem konuşan hem de susan yalnızlardır. Edabiyatta örneği çoktur ama Heinrich Böll’ün, “Ve o hiç bir şey demedi” adlı romanda ki gibi, “küçük insan”ın yalnızlığını daha iyi anlatan bir roman pek az gibidir. Böll, savaş sonrasıyla kilise ve dinin insanlara kayıtsızlığını anlatır. Fred ve Kaete’in, yoksul bir şekilde yaşadığı çağın Böll tarafından ürkeklik ve çekingenlik üzerine kurulması, yalnızlıkların arkasında diyalog eksikliği olduğu anlamına gelir. Dua kitapları, papazlar, dini törenler okunurken bir yandan da yarım kalmış sigaralar, yarım kahve kutuları, eskimiş tereyağları, ucuz otel odalarını, yetmeyen maaşlar Böll’ün, insanlarını anlamak için yeterli gözükür. Savaş sonrası, Alman insanının yıkıntısı, Türkiye koşullarında ayna değiştirmiş daha da büyük yaşanmaktadır. İnsanların, göçlerini, sürüklenmelerini, uğradıkları büyük sarsıntılarını Böll gibi büyük yazarların günümüze ışık tutmaları bize “kendi halklarımızın paralel sorunlarını” irdeleme olanağı sunar. Bu yüzden belki de, Böll ve diğerleri büyük yazar olmuşlardır.

EDVARD MUNCH

Yalnızlığı sanatta bulabiliriz çok kolay. Yalnız Edvard Munch, 1863 yılında Loten’de doğdu. 1882’de Oslo’da akademiye girmiştir. Edvard Munch’un Sanatı, ana motifi yalnızlık üzerinedir. Ekspresyonist üslupla gelişen yalnız kişi teması sanatçılar tarafından tercih edilmiştir. Van Gogh’un resimlerinde de bu yalnızlık teması, kendi portrelerinde özel bir yer tutmaktadır. Aşağıdaki iki resimde de, Resim 1’de, bir başka yalnız Van Gogh, ruh halinin içinden acı bir duyguyla bizi seyrederken, Resim 2’deki Munch nefretle bakmaktadır. Bu iki resim arasındaki ortak nokta ise, Ekspresyonist canlılık ve yaratıcılığın hisle, ruhla, güçlü bir gerilim yaratmasıdır.

Resim 1. Otoportre. Van Gogh. 1889. Van Gogh Müzesi.

Resim 2. Otoportre, kendi evinin duvarı önünde. 1926, Edvard Munch.

En önemli resmi kuşkusuz “Çığlık”tır. Bu çığlık öncelik olarak “yalnızlığa” adanmıştır. Dışavurumculuk akımının en önemli eserlerinden biri olan “Çığlık” bu akımın temel özelliklerini taşır. Fırça darbelerinde ki, akış: bekleme ve sarsıntıların habercisidir. Renk kullanımı ve formların fiziksel olarak çarptırılmasıyla insani duyguların ifade edildiği bir resimdir.

Görüldüğü üzere, yüz ifadesi ya da bakışın sabitlenmesi, dudakların titremesi, ağzın açılması gibi ifadeler birer affect, yani duygulanıştır. Munch’ın yalnızı, çığlığı attığında aslında üzerine bastırılmış bir suskunluğun affecti dışavurumdur. Deleuze’ün, portre konusunda söylediği bir şey vardır. Heinrich Wölfflin’e yaslayarak. “Bir portreye mel mel bakamayız, soru sorarız”. Sorulardan birincisi, “Ne düşünüyorsun?” sorusudur. Yani, karşıdaki insanın ne düşündüğü bir hayli önem kazanır. Diğer soru ise, şöyle olur. Ne oldu sana? Sorunun, anlamı başımıza ne geldiğidir. Bu, “Gündelik hayatta arkadaşlarımızı görüyoruz ya da yerde yatan bir adamın yüzünü görüyoruz. Birinci sorunun ana fikri, “admiratio’dur şaşırma, hayret hali; fixation (sabitlenme) hali”(1) dir.

Baker’in saptadığı bu haller, Spinozacı duygulanımları bir yalnıza aittir. Spinozist duygulanımın öncülü kişinin yalnız olmasına dayanır. Aynı zamanda, Ulus Baker Ekspresyonizm’ in portreleri, planları “affect” lerle kurulmak zorundadır der. “Bir şey düşünen, bir şeye sabitlenen yüz birinci soruda yer alıyor. Çizgi, kontur, boya kalıntısı, portreyi içten aydınlatabilir. Bu resimde ifade yalnızca figürün değil neredeyse yalnızlığın çığlık atmış hale gelmiş olması önemlidir. Dolayısıyla, Deleuze’ün bize gösterdiği, birinci soru tipi. Munch’un “Çığlık” resmine yaklaşırken daha temkinli olmamıza sebep olur. Bunun yanında izleyici olarak bizim yalnızlığımızda beklememize de sebep olur.

Bekleyenler

Resim 4. Saat ve Yatak arasında, Otoportre. 1943. Munch Müzesi.

Resim 4’de kendi portresini gördüğümüz sanatçı, bize soğuk renklerin içinden bakmaktadır. Toplumun içinden sıyrılmış figür olarak ‘kendi’ olma edimini gayet net göstermektedir. Munch, kendini duvarda duran saatin ve yatağın arasında (Bekleyiş) konumlandırmıştır. Kendi ‘iz’ini imgeleştiren bir duruştur bu. Munch’un resimdeki mevcudiyeti. İmgenin içinde varlıksal aşkınlığı, imgedeki izdüşümüdür, sanki. Resmin isminden çıkarılan sanki böyle bir meselenin kendisidir. Arada olmak ya da arada kalmak, beklemek… Genç bir sanatçı olarak Munch’ un bu portresi, yabancılaşmayı içselleştirmiş bir figürün yansımasını verir. Munch’un hemen yanında, yatay düzlemde duran yatak ailesinde gözlemlediği hastalıklara bir gönderme niteliğindedir. Kendi, ailesindeki yaşadığı travmatik hastalıkların, annesinin ve ablasının ölümlerine gönderme olarak yorumlanabilir. (Ama bu tamamen aşırı yoruma açıktır)

Renklerin hem nesneyi hem de temayı kaplamına alması söz konusudur. Rengin kendisi bir formdur. Figür ise bu noktadan sonra, resmin varlıksal bağımsızlığından türemiş bir bekleme konumundadır

Resim 5. Bir kadeh şarap ile kendi portresi. Edvard Munch. 1906. Munch Müzesi

Resim 5’de, Edvard kendisini bir mekân içerisinde kompozisyonun merkezine koymuştur. Burada portre melankolik ve bir hayli düşünceli görünmekten ziyade, mekandaki masa ve diğer objeler resmin dışına taşacak gibi durmuşlardır. Bu beliren görüntüler, figürün konumlandığı ortamda, kaotik durumlar karşısında ortaya çıkan yabancılaşma durumudur. Yabancılaşmanın, yirminci yüzyıl sanatında ve edebiyatında belirgin bir etkisi gözlenir. Bir yanda, Kafka’nın önemli yapıtları “Dava, Şato, Dönüşüm, ” gibi romanları, diğer yanda, Schönberg’in besteleri sanatçılar üzerinde etkisi görülür. Munch’un bu resminde gördüğümüz figür bize yabancılaşmış gözükmektedir. Öte yandan Munch’un Dostoyevski’den ilham aldığı düşünülebilir. “Suç ve Ceza” isimli, romanın başkarakteri olan “Raskolnikov”un, işlediği cinayetler sonrası içinde düştüğü yalnızlık ve suçluluk psikolojisi Munch’un kendi portresinde bize bakar gibidir. Sanatçı adeta kendini, “Raskolnikov”la özdeşleştirmiş gibidir…

Kaynakça:

  1. Ulus Baker, “Sanat ve Arzu” İletişim, İstanbul

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl