Yoksulluk, yolsuzluk, gelir adaletsizliği neredeyse kanıksanmış bir Türkiye gerçeği olsa da, AKP’li yıllarda bu vaziyetin daha da perçinlendiği açık. Zengin daha da zenginleşiyor, türedi zenginler devlet desteğiyle palazlanıyor fakat fakirlerin fakirliği bir yandan daha dramatik bir hâl alırken, fakirliğin kapsadığı küme de hızla genişliyor.

Eğer “moda”ya uyup, bir “Eski Türkiye” – “Yeni Türkiye” ayrımı yapacaksak, burada eski ile yeni arasındaki temel ayrımı şuradan kurmalıyız: Milyonların daha da güvencesizleştirilmiş olması ve geçmişte kısmen örgütlü olan halk gerçeği sebebiyle eski hükümetlerin haklara, kazanımlara saldırıda AKP iktidarı kadar rahat olmayışı. Saydıklarımdan daha çok üzerinde durulan dinselleşme trendi ise işin cilası. Sunî dengenin yanında beliren bir rıza/ suskunluk aracı olarak adeta bir “Sünnî denge”.

Görkemli saraylarında şatafat içinde yaşayanların, ihaleler kovalayanların, dizginsiz bir rant iştahıyla servetlerine servet katan “kenz” ehlinin “bizden” olduklarına ikna eden bir illüzyon gösterisinin temel aparatıdır İslamîlik… Tencerenin zor kaynadığı evleri, yeni muvasalalı burjuvazinin Başakşehir’i ve Çukurambar’ıyla rüyalarda ve secdelerde buluşturan etkili bir tutkal: “Bakara makara”.

Sanılmasın ki burada geniş AKP tabanına bir “masumiyet” ya da daha politik bir ifadeyle bir iştiraksızlık hâli atfediyoruz. Yo, kimisi kendine ya da çoluğu çocuğuna bu “network”ten bir iş bularak, kimi yardım alarak bu rant müşterekinin minik bir ortağıymış gibi hissetti kendini. Üniversite mezunlarında, gençlerde işsizlik rekor düzeylere ulaşmışken, ideolojik uyumlanmayla kendine ekmek bulabilenler fanatikleşti.

Bununla bağlı olarak yalnızca ekonomik değil, ahlâkî çöküş de ülkenin temellerini dinamitledi ve bizi devasa bir enkazın altında bıraktı. “Sesimi duyan var mı?!” diye bağırıp duruyoruz ama yalnızca kendi içimize.

Ekonomik krizin şiddetlendiği son dönemde AKP tabanında bir çatırdamanın, örgütsüz çatlak seslerin hissedilir hâle geldiği -24 Haziran’la da- sarihse de, iki şov(m)en hamleyle bırakın AKP’nin kendi tabanını toparlaması, burjuva muhalefetini de kendine rahatça stepne yapabildiği ortadayken pek “ümitvar” olmanın bir mânâsı yok.

Siyaset yapan tek bir odağın hatta tek bir kişinin olması, iktidarın şahsîleşmesi problemi sürgit devam ediyor. Devrimci bir kitle hareketinin olmayışı, militanlığın zayıf düşmesi sorunu bir yana, “demokrat” bir muhalefetin bile derlenemeyişi depresyonu derinleştiriyor.

Buradan çıkacak sonuç, aslında epey muhtemel olan bir sosyal patlama durumunun, örgütsüzlükle, (net) hedefsizlikle malul olarak bir sonuç alamadan bastırılabilecek olmasıdır.

Oligarşinin yakın tarihte hiç olmadığı kadar “yekvücut” göründüğünü de unutmamak gerek.

Sesimi duyan var mı?!”

Sesimi duyan var mı?!” diye bağırıp duruyoruz ama yalnızca kendi içimize. Zaten ciddi sayıda seyreden yoksul intiharları, siyanürle gerçekleştirilen “toplu intiharlar”la iyice görünürleşti ve “medyatikleşti”. Söz konusu “intihar”ları iktidar yalakası dinciler dinsizliğe, iktidarın yedek lastiği olan ulusalcılar Suriye’li mültecilere bağlayıp düşkünleşme performanlarını yaldızlayadursunlar, sorunun temelinin kapitalist barbarlık olduğu su götürmez.

Kapitalist barbarlık”… Bu ifade kulağınızı biraz tırmalamış, kaba, ezber, düz, klişe gelmiş olabilir. Bizi böyle alıştırdılar zira. “Kapitalizm” deyince, “emperyalizm” deyince, “devrim”, “sınıf” deyince artık bazı solcuların bile tüyleri diken diken oluyor ne yazık ki.

Fakat, bir yanda “geçinemiyorum” diye, “iş” diye ağlaşan milyonlar, öte yanda yağlı ballı ihalelere, hiç hak etmediği mevkilere konanlar varken, güvencesizliğin, geleceksizliğin, köleliğin karanlığı evlerin üzerine çökmüşken, iş cinayetleri sınıfa karşı bir iç savaşa evrilmişken “kapitalist barbarlık” demeyeceğiz de ne diyeceğiz?

Kapitalizm insan doğasına en uygun sistemdir” mi diyelim? Masai Mara’da çekilmiş bir National Geographic belgeseli izler gibi olan bitene doğalmış gibi öylece bakacak mıyız yani?

Sınıf” deyince ilkokul anılarını yâd etmeye başlayacak olan dinciler, milliyetçiler, liberaller burun kıvırmaya, meselenin etrafından dolanmaya, alakasız/ ahlâksız gerekçeler, saçma sapan “çözüm” önerileri sunmayı sürdürebilirler. Biz “sınıf” demeye devam edeceğiz.

Garibanın kaderi intihar ve ihtilal arasında salınır durur çünkü.

Hayır, kastettiğimiz illa fiziksel intihar değil, ki bu zaten intiharların azınlıkta olan biçimidir.

Hemen hepimiz intihar ediyoruz.

Kimimiz üç kuruş için günün ilk ışıklarından, akşam karanlığına dek robot gibi, köle gibi çalışarak yapıyoruz bunu. “Daha şanslı olanlar” ve “daha şanssız olanlar” olarak ayrılabiliriz sadece. Cumartesi günü çalışmayanlar daha şanslı olanlardır mesela (!)

Kimimizse işsiz kalarak, iş arayarak, iş bulmaktan umudu keserek, baba/ ana/ akraba parasıyla yaşıyor gibi yaparak gerçekleştiriyoruz intiharımızı.

Kimi de iyice düşkünleşerek, onun bunun kapısına bağlanarak, iktidara yamanarak, kimlik/ kişilik intiharıyla ölüyor.

Kimi eski dostlarımız eski ideolojisine kahrederek politik bir intiharın öznesi oluyor.

Yaşıyor muyuz?

Soma’daki madenciler katliamdan önce yaşıyorlar mıydı mesela?

Fabrikası özelleştirilen, günde 9-10 saat çalıştığı yetmezmiş gibi bir de mesaiye zorlanan işçiler ne kadar yaşıyor?

Mahsulü toprakta kalan, ektiğinden kazandığı her sene azalan köylü yaşıyor mu?

Tıklım tıkış otobüslerde, minibüslerde, metrobüslerde sabah akşam işe gidip gelenler nefes alıyorlar evet ama peki yaşıyorlar mı?

İş bulamayan, onlarca başvurusuna cevap alamayan üniversite mezunu işsiz yaşıyor mu yani? Atanamayanlar yaşıyor mu? Peki KHK’lılar?

Cehalet, bireycileşme, geleceksizlik, gericilik, gayrı meşruculuk, şovenizm mengenesine sıkıştırılmış gençler yaşıyor mu bu hayatı?

Cins kırımına her gün kurban veren, eve kapatılan, ikinci sınıf görülen, mülk kabul edilen kadınlar yaşıyor mu? Peki “cinsiyet belalıları”nın bu ülkede yaşabildikleri söylenebilir mi?

Yok sayılan, iradesinin gasp edilmesi artık haber değeri bile taşımayan Kürtler yaşıyor mu?

Şehit” cenazelerinin bile ibadethanelerinden kaldırılmasına müsaade edilmeyen Aleviler yaşıyor sayılır mı? Bir avuç kalabildikleri için her gün devlete hamdüsena etmek zorunda bırakılan gayri Müslimler ya da dili kesilen halklar kendileri olarak yaşabiliyorlar mı?

Biz yaşıyor muyuz? Biz var mıyız?

Varım” diyebilmek için düşünüyor olmak gerektiğini söylüyor bir filozof. Bir başka filozofsa düşünmenin, yorumlamanın yetmeyeceğini, değiştirmenin lâzım geldiğini söylüyor.

Değiştirmeliyiz öyleyse, “yaşadım” diyebilmek için.