Geçtiğimiz günlerde sağ cenahtan, İstanbul Fatih’te yaşayan bir arkadaşımla sohbet ediyorum. Yıllarca savunduğu siyasal islamın artık benim bile yüzüne vurmaktan sıkıldığım skandallarını konuşurken cevap veremiyor, sükunetle dinliyor.

Bilmem bahsetmiş miydim, benim bir de Su Ürünleri Fakültesi geçmişim vardır. Fakülte binası Beyazıt’ta olmasına rağmen uygulama yerleşkesi Sapanca’daydı. Toplamda bir buçuk yıl kaldığım Sapanca’da içerisi pek öyle olmasa da dışarıdan bakınca muhafazakar bir yaşayış hakimdi. Akşam saat sekiz gibi herkes evlerine çekilir, ekmek alacak açık bir yer bile bulamazdınız. Dört öğrenci arkadaşımla bir ev kiralamıştık. Geceleri pek uyumadığımız için karnımız acıkır ve yiyecek bir şey bulmakta zorluk çekerdik. Mahallenin bakkalı olan Kamil Amca, yetmiş beş yaşlarında, yüzünden tebessümü eksik etmeyen, beş vakit namazında olan, ak sakallı biriydi. Normalde kilitlediği ekmek dolabını biz gece oturuyoruz ve acıkırız diye kilitlemeyen, hakkını helal et dediğimizde ‘asıl siz hakkınızı helal edin bana hep selam vererek tebessüm ettiniz’ diyen müstesna bir kişiydi.

Son yıllarda olanları ve özellikle son günlerde ortaya dökülen belgeleri, dekontları hepimiz izliyoruz. Bu topraklarda dini değerler üzerinden politika yaparak bununla da övünen kesimlerin kendilerini ve bu ülkeyi getirdikleri nokta hepinizin malumudur. Bu güzel ülkede, çok gariptir ki, en çok kitap okuyanlar halkın çoğunluğuna en yabancı kişiler oluyor. Bu ülkeyi ileriye götürecek olan kesimler çağdaşlaşma sanarak batıya yöneldikçe sağ gericiliğe sarılmış, bu son yüz elli yıldır devamlı böyle olmuştur. Batmakta olan Osmanlı Devleti’nin tek umudu olan okumuş, mürekkep yalamış aydınları batı uygarlığını bir taç gibi görerek, onu giyen ulusların çağdaşlaşacağını sanıyorlardı. Çağdaş uygarlıkla, olduğu gibi duran geleneksel toplum yapısının yan yana yaşayabileceğini savunmak da Tanzimat aydınının bir diğer hatası olmuştu. Çağdaşlık ve medeniyet diyerek önlerine “batıcılık” konan Anadolu insanı da her defasında gericiliğin tutkallı kollarına geri dönmüştü. Çünkü bildiği bir tek orası vardı. Onu o kollardan kurtarması gereken aydının bulduğu çözüm bin yıllık kültürünü terk etmesi yönünde olunca varılan yer yine o gericiliğin tutkallı kolları oluyordu. Oysa Türk Kurtuluş Savaşı bize göstermiştir ki Türkiye ancak batıya rağmen batılılaşabilir! Batıdan bağımsız olmadıkça ve kültürel sentezi özümsemedikçe ilerlemek söz konusu olamaz. Bu noktada, çağdaşlaşmanın batılılaşmak demek olmadığını da bilmek gerekiyor elbette. Niyazi Berkes’in ‘Türk Düşününde Batı Sorunu’ isimli kitabındaki şu cümleleri meseleyi gayet net açıklıyor; “Türk politikacıları içeride reform yapacak güçte ve cesarette olmadıklarından batıya yönelmişler, batıya yöneldikleri için de reform yapamamışlardır.’ (Bilgi Yayınevi,1975)
Şunu da hiç unutmamak gerekir, Jön Türkler devrim yapabilmek için Avrupa’ya gitmişlerdir, oysa Mustafa Kemal Samsun’a gitmiştir… Bu pek çok şeyi açıklıyor aslında.
Evet, bu güzel ülkenin getirildiği durum, ortaya çıkan ahlaksızlıklar ve bu ahlaksızların iktidarlar tarafından koruyup kollanıp o güce eriştiğini görmek ülkesini seven herkesin canını acıtıyor.

Geçtiğimiz günlerde sağ cenahtan, İstanbul Fatih’te yaşayan bir arkadaşımla sohbet ediyorum. Yıllarca savunduğu siyasal islamın artık benim bile yüzüne vurmaktan sıkıldığım skandallarını konuşurken cevap veremiyor, sükunetle dinliyor. Ben biraz daha bastırınca sağcılık refleksleri harekete geçerek, güncel vaziyeti savunacak hali olmadığından hemen o müthiş yorumu patlatıyor; “İyi de abi, Mustafa Kemal neden İzmit’e kadar geldi de durdu? İngilizler neden ona ateş açmadı? El altından anlaşmış olamazlar mı?“ Evet, alakaya maydanoz denilen türden bir hadise. Bu yorumun altında Kurtuluş Savaşı aslında olmadı, Mustafa Kemal abartıldığı kadar büyük bir iş başarmamıştır tezi yatıyor ama kendi bile bunun farkında değil. Tepkileri o kadar klasik ve ilkel ki artık yadırgamıyorum. Güncel pislikleri açıklayacak kelimeler olmadığı için kendilerine ezberletilen saçmalıklara sarılıyorlar. Ben kendisine gerekli cevabı verdim elbette.
Konu derinleşiyor ve bizim arkadaş sıkışıyordu. Bu defa da “İyi ama sol aydınlar halka yabancı, bu hakikatler Fatih’e, Bağcılar’a giremiyor.” dedi. Hafif tebessüm ettim, haklıydı ama bu kaçak bir soruydu bunun da farkındaydım. Yukarıda halk-aydın kopukluğu konusunda yazdıklarımı ona da anlattım. Arkadaşın kontra yorumundaki hinliği bildiğim için ona şu kısa hatırayı anlattım:
“ Dil devriminden sonra imla kuralları değişmiş ve sözcük sonlarındaki ‘d’ harfleri ‘t’ olmuştu. (Nihad – Nihat gibi) Bir gün Ruşen Ferit Kam ile Abdülhak Hamit Tarhan yolda karşılaşıyorlar. Abdülhak, takılmak için Ruşen Ferit’e, “Sen de benim gibi çok üzgün olmalısın Ruşen, ahir ömrümüzde ismimizin sonuna hiç yoktan bir it taktılar.” der ve basar kahkahayı. Ruşen Ferit ise altta kalır mı hiç, yapıştırmış cevabı: “Benim hiç olmazsa fer’im (ışığım) var, sen hem ham’sın hem de it!”

Kendi tabirleriyle ‘kandırılarak’ bu ülkenin mahremine emperyalistlerin girmesine sebep olan, iktidarları döneminde yaşanan yığınla adaletsizlik, yolsuzluk ve ülkenin getirildiği konum gözlerimizin ününde dururken, hiçbir siyasal islamcıya ilerici aydınları eleştirme hakkını veremeyiz. Aydın-halk kopukluğu bizim de yıllardır söylediğimiz bir hakikattir ancak bunu dile getirecek en son taraf siyasal islamcılardır. Önce bu topraklarda, halkın vicdanında hesap vermeleri gerekmektedir.
Ak sakallı, alnı beş vakit secde gören Kamil Amcayı unutamıyorum. Bizim eve kadın arkadaşlarımız giriyor diye toplanıp muhtara giden mahalleliye tek başına karşı çıkarak, “Siz hiç genç olmadınız mı, bırakın genç onlar, bize bir zararları yok!” diyen, bizi her gördüğünde, “Bir sıkıntınız var mı gençler? Gurbettesiniz bizler de sizin anne babalarınızız” diyerek sahip çıkan, yüzünden tebessümü hiç eksik etmeyen, eşyalarımızla bizi evden atan ev sahibinin gözlerinin içine bakarak bakkal dükkanında ve evinde bizi ağırlayan (köpeğim Kiraz ve 4 arkadaşımla birlikte), Sapanca’dan ayrılacağımız zaman helallik istediğimizde de, “Asıl siz hakkınızı helal edin çocuklar, bir Müslümanın görmekten en çok mutlu olduğu iki şeyi hiç eksik etmediniz benden: selam ve tebessüm…“ diyen Kamil Amcayı ve onun gibileri unutamıyorum.

Rahmetli anneannem, Süleyman Demirel televizyona çıktığı zaman, “Şuna bak, yüzünden rabbi yessiri silinmiş” derdi. Soğuk, itici ve yüzünün nuru gitmiş kişiler için söylenen çok eski bir deyim olduğunu sonraları öğrendim. Şimdikileri görse ne derdi, bilmiyorum.

TEILEN
Önceki İçerikTenin ilmihali: Sylvia Kristel
Sonraki İçerikÜTOPYANIN DİYALEKTİKLE İLİŞKİSİ
1986 doğumlu. Üniversite yıllarına kadar İzmir'de sürdürdüğü öğretim hayatını İstanbul Üniversitesi'nde tamamladı. Odatv, Yurt Gazetesi Kitap Eki, Red Dergisi, Düşeyazanlar Dergisi, Balkan Aydınları Dergisi gibi mecralarda dönem dönem yazıları yayımlandı. Taksim Dayanışması içerisinde aktif olarak çalışmalar yürütmektedir. "Allahını Seven Defansa Gelsin" isminde bir kitabı bulunuyor.