Dilimlediğimiz anlar bütününde öğrenilen bir şey mi? Geçmiş bizden sonrası, biz gelecekten önce. Nitekim hepsi anne karnından düştükten sonra. Peki ya geçmiş ve gelecek yoksa, şimdiye mahkum bir trende sadece yol alıyorsak. Sırf oyun oynama sevdasıyla yarattığımız onca hikayede daima koşarken, belki de durduğumuz anlarda kavradıklarımızdır zaman. Kim olma arayışı içinde bilinmeyenlerin bize öğretme potansiyelinin olduğu onca şey varken, yaşlı bir ağaç gibi sadece eğilmenin peşindeysek. Kendini arayış, bir çürüme halinde son bulmuşsa.

Bu ara uykuya teslim olmuş bir halde rüyalarımda gezinirken ardımda kalan gündelik hayatın, kendini nasıl bu kadar mesnetsiz, ısrarcı, merak uyandıran bir o kadar aynı ilerleyişine hayretle geçiyor. Genel bir zaman problemi yaşadığımız, hızlı ve yavaş kavramlarını ayırt edemeyeceğimiz yoğunlukta alışveriş ve tüketme halinde. Bir sabaha yeni şeyler katarak uyanma çabamı peşi sıra değişiyor gibi görünen değişmemiş onca kalıbın kör alıcısının gölgesi takip ediyor. Tam da acıkmak kadar zaruri üretme aşına koyulurken, hayalleri küçümsemeden ‘neredeyim’ diyorum. Uyandığımda kendimi bulduğum ‘dışarısı’ girdap gibi alıyor içine, aileyle işle gereklilikle sızarken. Tüm tanımları gözden geçirmek istediğim bir şimdide her şey ‘gerçek’leşiyor.

Günün bir çok anında yanımda olan telefon çalıyor. Şehrin göbeğinde yerin altında kentin kederi içinden savuruyor beni doyumsuz göğü delenlerin gölgesine. Çocukluğumdan tanıdık gelen bir yüz çağırmış. Hayallerimi kendi için oyuncak sanıyor. Çocukluğumdan bana bakmış, kendini görmüyor.

Patron klişesiyle ‘buralara’ nasıl geldiğini anlatıyor. İçinde yüzdüğü para , daha çoğu için harcadığı zamanının değer ölçütlerine girmiş bile. Büyüklük argümanı sırtındaki kamburu kapatamıyor. Yüzündeki bin bir ezber maskeler arasında ‘asıl olanı’ amacı unuturcasına anlatıyor ‘kendini’.

Nasıl çıkacağız bu hengameden. Karamsar olmayan tarafımız anlıyorsa ya gidişatı. Bunca bozulma arasında sağ kalamıyorsak. Ne demiş Pir Sultan ‘bozuk düzende sağlam çark olmaz’

Kentin sürekli saldırıya uğradığı göğü delenlerden çıkıyor ruhum. Arkamda bir kapıyı kapatmaktan daha fazlası var. Alınıp satılabilenler sıfatına bürünmüş gözler üzerine.

‘Şüpheyi bütün sanatlarda aradım; sanatta onu kılık değiştirmiş, kaçak, ilhamın duralamalarından sıvışmış, dingin bir hamleden türemiş halde buldum sadece; ama müzikte -bu biçim altında bile- aramaktan vazgeçtim onu; onda çiçek açamazdı: İstihzadan habersiz olduğundan müzik, zihnin hinliklerinden değil safdilliğin müşfik ya da ateşli nüanslarından doğar -yüceliğin zırvası, sonsuzun düşüncesizliği… Yeteneğinin, dehasının bilincinde olsaydı gururdan çökerdi; ama bundan sorumlu değildir; vahiy içinde doğmuştur, kendini anlayamaz. Onu yorumlamak kısırların işidir: O eleştirmen değildir, Tıpkı tanrının ilahiyatçı olmaması gibi.’ (E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, s.101)

Nefes geldi hızlıca müzikten. Vazgeçişler hayatın kavisleri ,büyüyüp tekrar çocukluğu arzuladığım an asansörden adımlarım düştü kaç kat aşağıya. Topraktan doğru baktım. Yukarısı bilinmeyenleriyle güzel. Özgürlüğün anlamı büyük. Ortaklaşmak , farklı zamanlarda yaşamış olanlarla; bir kitapta, müzikte veya sözde. Basitliğin büyüsü içinde gizlenen onca yinelenmiş, varoluş çabasına tanıklık ederek öğrenmek büyük icat.

Demem o ki , kafamın içinden parçalar dağıttım, hem eski hem çok yeni olanlardan. Şimdi’de bir yerden baktıklarım canlanıyor yarına. Çok klişe gibi gelen ‘hayal etme’nin yerinin ne sıcak ne gerçek olduğunu anlıyorum. Bu sokaktaki yazıda buluşurken Aşık Veysel’in gördüklerinden ;

‘İçecek var içmeyecek bade var

Dört kapı içinde kırk kat cadde var

Hemen gitticeğin iz ile değil’

Genelde ‘farketmeden’ yaptıkların şekillendiriyordur zaten hayatı. Beyninin bir sürü yerinden seslenmeyi seçebilirsin ona. Takındığın her şeyi ne tek başına sen yarattın ne de senden sonra yaratılması durdurulacak silsiledeydiler. Onlar ordalar belki de değiller. Tüm bunlar içersinde anlamak bize düşen en anlamlı şey.

Şimdi kafam nereye istersem oraya gidecek biliyorum ve beni tutmasını istemediğim her şeyi bir kenara bırakmak istiyorum, sıfatlardan uzaklaşmak belki insan olduğumdan uzaklaşmak ya da güzel görünen yansımalardan uzaklaşmak.

Her zaman bir şeyleri biliyor olacağımıza şüphe yok. Kendime söylediğim kelimelerden ipleri görüyorum. Hep asılıyorum peki ama bir yerde bırakırsam onlardan asılır mıyım? Fanusları kırmak için avuç içleriyle kavramak yeterli. Sonrası zaten zaman. Harcıyorken, harcanan izlerden yürüyorum. Dil yeter, yürek yeter, akıl yeter de para nesi. Hangi ara ölçütlerimizden düştü, bizi düşürdü. İhtiyaç; daha fazlası mı? Bunca zahmet içerisinde hep aynılaşan alış verişler. Nasıl cüret edersiniz ruh satmaya, kendini teslim etmeye. Köklenmeyi seven ağaçlar, bir yerden bir yere varmaktan ziyade maksadı akmak olan nehirler, olduğu yerden onca ışığı bize ulaştıran Güneş ve bu ‘son’u anlayamadığımız evren içerisinde, bir kağıda (para) sığabilecek bunca büyüklüğün yeri.

Geçtiğim bu yolda çok ayak izi var. Dağıtmışım kendimi bilmediğim yerlerden. İçten geçen kimliklere sesleniyor eller. Kendine dokunmaktan korkan onca yüz. Bir arayış uğruna dokunulan onca yüz. Birikintilerle varıyoruz her yaş diliminde. Aşk hayatı izlenesi kılan en güzel sahne. Hakikati istemeyen insan için aşk oyuncaklar arasına karışmış bile. Çok değil yüz yıl ötede seslenmiş onca kafa sesinin netliği arasından, bir ‘tık’lanma içine sıkışan bütün mimiklerim kayıp.

‘ Eğer iyiliğin bir nedeni varsa, artık o iyilik değildir; eğer sonuçları yani ödülü varsa, yine iyilik değil demektir. Bundan ötürü iyilik, sebep ve sonuç zincirinin dışındadır’ ( L. N.Tolstoy)

Dizayn edilmiş kutucukların birinde bir gün. Tanıdığım bir yüzün parayla kıçını sildiği umumi tuvaletinden kokuyorum. Utanıyorum kendi adıma. Gözyaşlarımın maksadı akıtmak, çokça üzülmüşlüğü. Heveslerimden yakalıyor her seferinde beni patronculuk oynayan kapitalizm. Elimde tuttuğum kapı kulpunun kapanışından daha fazlası var. Ne geçmiş ne gelecek, şimdilerde tutuyorum bizi, sanatla biçimlenmiş suretimizi. Biraz Nilgün Marmara’dan , öncesi Sylvia Plath’ten elimden tutanlarla bizi. En çok da çürümenin tatlı halinde, ne de olsa kendini anlatmış, anlaşılmamış da olsa onca yerimizi. Çürüsek bile ağaçtan öğrenmiş, çekirdek olup toprağa düşme sevdasını. Ne süslenilen geçmiş ne ömürler üstüne zirveye oturtturulan gelecek, şimdilerde akıp giden gerçeklikle ilişkimiz. Çok olmadı topraktan bakalı, büyüyeli, doğalı.

Toprak ne kadar zengin olursa olsun, ekilmedikçe mahsul vermez. Kafalar da öyle; ekilmeyen kafalar da fikir üretmez.” (Seneca)