Sadece Kaz Dağları’ndaki altın aramalarına gönderme değil, genel olarak doğanın katline bir gönderme yapmaktı duygum. Altın ile doğa yer değiştiriyordu, her şey altındı çerçeveye yerleştirmedeki ağaç çok küçüktü ve gözden kaçtı. Doğa feda edilmişti, gözden kaçmakla kalmayıp, her şey yok oluyordu, allı pullu hayatlarımızda…”

Sanatçı Zeliha Demirel altı gün arayla İstiklal Caddesi’nde iki farklı performans gerçekleştirdi. Bunlardan birincisi “Saadet Adası” adlı performanstı. Çöp torbasından oluşturduğu siyah elbisesinin üzerinde sosyal medya platformlarının logolarıyla göründü. Sosyal medya ve yaşam arasında sanal simülasyonun yarattığı etkiler üzerine eğiliyordu. Demirel daha sonra Kaz Dağları’nda yaşatılan doğa talanını merkeze alan berisinde kapitalist mülkiyet ilişkisiyle doğa arasındaki sonsuz ve sorunlu ilişkiyi irdeleyen ve küçük bir grubun çıkarıyla sonuçlanan yağmaya karşı altın sarısı bir görünümde “Altın Oran” performansını gerçekleştirdi. Aslında yaşamlarımızda bir altın oran ve uyum arıyorsak doğanın sossuz uyumuna kulak vermemiz gerektiğini vurguluyordu. Zeliha Demirel’le bu iki performansını ve daha birçok konuyu konuştuk.

En son seni altı gün arayla yaptığın performansla İstiklal Caddesi’nde gördük. Böyle ani ve beklenmedik çıkışlarla güncelin nabzını tutuyorsun. Zaten gündelik olana yapılacak müdahalede ancak bu şekilde olacaktır diye düşünüyorum. Diğer türlü yarattığı kendi çıkmazında boğulmamak elde değil. Neredeyse her yönüyle bir kuşatılmışlık hâkim. Nasıl değerlendiriyorsun gündelik olanı? Güncel olan, gündeliğe dair bir müdahale gibi geliyor bana. Gündelik olanla güncel sanat arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsun?

Benimki yukarıda öylece duran bir ütopya belki… ve bu ütopyaya alegoriler kurmaya çalışıyorum. Sanat ile yaşam arasındaki sınırları yok etme arzusu… hayatın getirdikleri ve götürdükleriyle birlikte rastlantısallık, doğaçlama, mantık dışı olma hali, … yaşamın ve sanatın deneyimlemesine başka bir çerçeveden bakma hali… Kısaca hayatı performans olarak yaşama hali… Her şeyin melezleştiği bir çağın içinden geçiyoruz, sizin de söylediğiniz gibi kuşatılmışlık hali aynı zamanda sınırları önceden belirlenmiş olan her alanın sınırlarını eriterek birbirine geçirgenlik, kayganlık, muğlaklık yaratmakta… Gündelik olan eskiden tanımına bakacak olursak gelip geçici, fast- food, … gibi.. Gündelik olan güncel olana kıyasla çok daha kısa bir zamana hapsolur. Güncel olan ise geriye dönük daha uzun bir zaman dilimini kapsar. Duyarlı bir varlık olan insan, insanları harekete geçirebilir. Bunun değişik yolları vardır benimkisi kendimi sanatın malzemesi yapmak… bir anlamda sanat eserinin kendisi yapmak… bu hareketle benimki belki bir rüya: “dünyanın daha yaşanılabilir hale gelmesi”.

Gündeliğin içinde her şey olağan hale geliyor. Sanırım en kötüsü de bu? Yeni durumlar yaratmanın en büyük engeli belki de. Çünkü bu aynı zamanda yeni mekânlar ve zamanlar yaratmak demektir. Performans sanatında, özelinde ise senin sanat anlayışında bu türden bir arzu var mı? Yoksa kimi çağdaş sanat gibi var olan durumları gözümüzün önüne sermek gibi mi bir dert var? Bu durumda bir sosyolog, psikolog veya başka bir disiplin dalından bir bilim insanı gibi hareket etmiş olunmuyor mu? Bir şeyi sanat yapan nedir sorusu bana kalırsa hep öteleniyor.

Hızlı tüketim ve yaşam bu yüzyıla damgasını vurdu. Kavramlar da hızlı tüketim ve bu hızlı tüketimle şekillenen ve dayatılan yaşam biçiminin sürdürülebilir olup olmamasına bağlı olarak yeniden doğdu ya da daraldı veya genleşti diyebilirim. Irkçılık, faşizm, komünizm, kapitalizm, kentleşme, soylulaşma, tüketim, iletişim, internet ağı, sanallaşma, protesto, başkaldırı, özgürlük, karşı olmak, alternatif olmak,… gibi sıralayabiliriz. Sanat da bu kavramları kapsayıcı haliyle eyleme ve söyleme biçimine dönüşerek yoluna devam ediyor düşüncesindeyim. Soru hep öteleniyor ve insanlığın sonuna kadar da ötelenecek diye düşünüyorum. Sanat ve sanatçının üretimi öteden beri içinden geçtiği çağ ile tanımlanıyor, Ortaçağ’da din imgeleri, Rönesans’ta akılcılık ve insana yöneliş, Modernizm öncesi doğa, Modern çağda nesne ve kavram, Postmodern çağda da ileri teknoloji ve sanal iletişim.

Yeni durumlar yaratmanın büyük engeli tabi ki de bu ve yeni mekânlar ve zamanlar yaratmanın da. Bugün artık imgeler arsızlaşmıştır ve üstümüze üstümüze gelmektedir. Sanal düzlem hemen her şeyi ele geçirmiş durumdadır, yüz yüze, göz göze, ses sese, diz dize iletişimimizde hep bir ekran vardır ve bu düzlem o kadar oburdur ki insanın sadece iletişimini ele geçirmekle kalmaz, çevreyi, doğayı, florayı, faunayı, yeri göğü, uzayı fezayı, … yaşama dair her şeyi ele geçirmiştir.

Performans sanatı konusunda sorunuza gelince; bu sorunun cevabı bir kitap boyutunu aşabilir. Her performans sanatçısı kendi manifestosunu ortaya koyar ve o manifesto da her zaman diğer değişkenlerle var olduğundan sabit değildir. Elbette performans sanatı sadece durum tespiti yapmaz.

Benim çalışmalarıma gelince sanatla hayatı estetikten tamamen koparmadan ve izleyiciye doğrudan temasla eylem odaklı bir deneyim diyebilirim. İfadesel bir yol…

Performans her yerde hayat bulur ve eylemsellikte doğan işler, kavramsal boyuta büründürülebilir…

Öte yandan gündeliğin içine sıkışmış sınıflar var. Sınıfların yarattığı bedenler. Bedenden bahsederken sınıftan bahsedilmediği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ontolojisini bedenden alan performans sanatı da buna uzak. İnşaat işçisi, fabrika işçisi, gündelikçi, mevsimlik işçi ve daha bir sürü iş kolunda çalışan insanlar var. Neden yeterince ilgi görmüyor bu sınıflar? Sınıf çok eskide mi kaldı? Buralara yönelmek performans sanatına ne katacaktır?

Sınıflar arasında sınırlar da artık muğlâklaştı, günümüzdeki işçi tanımı ezberlediğimiz tanımla aynı değil. Bu arada maden işçilerini ayrı tutuyorum bunları söylerken. Performans sanatıyla değil belki ama sanatın diğer alanlarında farklı iş kolunda çalışan insana yönelik pek çok üretim yapılıyor. Performans sanatı çoğunlukla galerilerde, kapalı mekânlarda ve frapan diyebileceğimiz anlatım biçimiyle daha çok sunulmakta. Bu da önemli sorunlardan biri aslında. Neden kamusal alan yeterince kullanılmıyor, kullanılamıyor, kullandırılmıyor? Konunun ticari boyutu başka bir yazının konusu.

İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirdiğin “Altın Oran” adlı performansına dönecek olursak elbisen, ayakkabın, elinde gezdirdiğin çerçeve de sarı bir renkteydi. İstiklal caddesini yürüyerek bir performans gerçekleştirdin. Kaz dağlarında altın madeni için yapılan doğa katliamına karşı ironik ve eleştirel bir beden deneyimi miydi?

Performans iki kez polis müdahalesiyle kesildi, bu nedenle boydan boya bütün olarak yürüyemedim. Sadece Kaz Dağları’ndaki altın aramalarına gönderme değil, genel olarak doğanın katline bir gönderme yapmaktı duygum. Altın ile doğa yer değiştiriyordu, her şey altındı çerçeveye yerleştirmedeki ağaç çok küçüktü ve gözden kaçtı. Doğa feda edilmişti, gözden kaçmakla kalmayıp, her şey yok oluyordu, allı pullu hayatlarımızda…

Altın oran yani çoğu şeyde bir uyum ve güzellik aramak; uyumsuzu, grotesk olanı görmeyi dışarıda bırakıyor. Groteskin orantısızlığı yaşamda ne türden bir dalgalanma yaratacaktır?

Burada ‘Altın Oran’ı tamamen kapsadığı kendi eylem ve anlam ve hatta kavram boyutundan alıp başka bir anlamlandırmaya oturttum. Salt güzelliğe ve güzellemeye en başından karşıyım. Her şey karşıtıyla vardır, doğada ve yaşamda. Groteskin oransızlığı pitoreski şımartır, toplum bu şımarıklığı kaldıramaz ve sistem bunu kusar, bu dalgalanma iyidir kötüdür bilemem, bunlara sanat tarihçileri, sosyologlar, psikologlar yorum getirmelidir. Yıkım çoğunlukla iyidir, yıkıp yeniden kurmak, var olanı yamalı bohça yapmaktan iyidir benim bakış açımdan. Yamalı bohçanın değer bulduğu ya da korunduğu alanlar olmalıdır elbette, insanlık tarihine ışık tutması, hafıza için…

Öte yandan ama herkes kendi saadet adalarında personalar yaratarak anı yakalamanın ve buradan mutluluklar devşirmenin peşinde. Sen de buna dikkat çekmek amacıyla siyah bir poşet giydin. Üzerine sosyal medya platformlarının logolarını yapıştırdın. Kendini sokağa attın. Nasıl görüyorsun sosyal medya çağında beden ve yaşam ilişkisini?

İnsan doğaya, kendine ve diğer insanlara ne kadar yabancılaşmıştır. Bedenine yabancılaşmıştır, ruhuna yabancılaşmıştır, kimliğine yabancılaşmıştır, … felsefi açıdan bakarsak insanın tarihsel varoluşu ile şimdiki arasındaki çelişki çok büyüktür, teolojik açıdan bakarsak, ilahi varlıkla başlangıçtaki birliği tamamen kopmuştur. Yabancılaşan insan yalnızlaşmış ve yalnızlığına çare ararken de sanal düzlem (dünya) ona çare olmuştur, kollarını “dünyalar kadar” açarak kucaklamıştır.

Kendimize sanal personalar inşa etmeye devam ediyoruz. Üstelik her seferinde yeniden yeniden bir sanal persona inşa etme imkânı da veriyor sosyal medya. Sanal persona inşa ettiğimiz süreçte kendimizi özel hissederken aslında bir simülasyona kurban giderek kendimize dahi yabancılaştığımızın da farkında değiliz. Bu “Saadet Adası”nda, bir paylaşımda bulunurken iç dünyamızı neler tanımlıyor diye düşününce; görülen ve ilgi duyulan olma ihtiyacı başta olmak üzere, pek çok açlığımızın ( sevilme ihtiyacı, kabul görme ihtiyacı, değerli olma ihtiyacı, var olma ihtiyacı, … gibi) anlığına giderilerek bizi mutlu kıldığı gerçeği ile de yüz yüzeyiz.

Her şeyden önce bu görüntü çağında insan sürekli pompalanan salt persona bedenlere indirgenmiştir. Gelecekte bu çağdan söz edilirken “önce sıfır beden vardı” diye başlayacağından kuşkum yok hologram kütüphanelerin…

Bu başlıkta söylenecek çok şey var insanın şöhret olma arzusundan tutun da sonsuz sayıda persona oluşturma ve çokluktan yokluğa giden boyutuyla… başka bir söyleşide bu konuları da açarız.

Kapitalist tüketim kodlarından biri olan anı yaşamak veyahut her anı paylaşmak isteği zamanı idrak etme, kavrama, duyumsama yönümüzü etkiliyor. Yeniden “zaman” düşüncesinin yaşama geçirilmesi olası yeni dünyalar kurmada ne kadar yardımcı olabilir?

“Zaman” dediğimiz bu soyut kavramın öyle bir bölümüne denk düştü ki bu gezende varoluş sürecimiz, bir yandan içinden geçerken diğer yandan zamandan başka zaman boyutları yaratmaya çalışıyoruz. “Zaman” zapt edebildiğimiz, kontrol edebildiğimiz, bir kavram değil. Zaman belli bir önceyle şimdi arasında geçen ve gelecek ile de şimdiden öteye ilerleyecek olan soyut bir varoluş. Pek çok şey söylendi “zaman” üzerine. Ve “zaman” fizik boyutuyla tanımlandığında “hız” kavramının bölenlerinden biri. Medya, sosyal medya, diğer sosyal ağlar, zamanda azami tasarrufu getiriyor elbette. Şimdiye kadar olabilecek olanın en azamisi.

Yeni dünyalar çoktan kuruldu artık. Simülasyon da olsa kuruldu. Düşünsenize sosyal medya olmadan önce aynı anda bu kadar insanla bir anda bu kadar ilişki kurabilmek mümkün müydü? Bu simülasyondan bir delik açıp çıkabilmemiz artık mümkün değil. Reel ve persona hayatlarımızı buna teslim ettik.

Bu iki performansın birbiriyle paslaşan, birbirine kapı açan yönlerinin olduğu söylenebilir mi? Anı tüketme hazzıyla, Kaz Dağları’nda yaşanan doğa katliamı birbirinden uzağa düşmüyor? Bu kadar tüketme isteğinin bir yerlerde başka bir şeyleri yok ettiği gerçeği var.

Birbiriyle paslaşan tarafları çok, her şeyden önce “zaman” boyutunda paslaşıyorlar, haz ve acı, sevinç ve üzünç, yokoluş ve varoluş, … hatta bu söyleşiyi gerçekleştirdiğimiz bu günlerde üçüncü bir performansın hazırlıklarını da tamamlamak üzereyim. Belki bu söyleşi yayına girmeden o performans da sunulmuş olur.

İnsan yangın yerinden, canından can koparıldığı halde dahi gülerek, eğlenerek, geçip gitmekte… Ne bu gülüş ve eğleniş gerçek, ne içine düştüğümüz bu simülasyon.

Son olarak sokakta olmak ne demek? Bir performans sanatçısının sokakta olması konformist bir hal alan performans sanatına ne türden katkılar sağlayacaktır?

Sokakta var olan muhatap talebimize cevap veremiyor elbette, sanatçı olarak beklediğimiz talebe ve sanat adına beklediğimiz talebe. Ben sokakta olmayı seçtim, duyarlı insanların hala var olduğuna inanıyorum. Bir kişiye bile dokunabilmiş olmak benim için bir mesafe demek.

Performans sanatı giderek daha konformist bir hal almakta bu doğru ve performans sanatçıları da çoklukla frapan. Bunun sanatı ne şekilde etkilediğine, sanatçının nereden ve kimlere sesleniyor oluşunun sorgulamasına, talebin muhatabı karşılayıp karşılamadığına, sanat sosyoloji, psikoloji ilişkisinde kesişim noktalarına ve pek çok şeye yine sorguladığımız “Zaman” kavramı içinde sanat tarihçileri karar verecektir kanaatindeyim.