Ana Sayfa Kritik DEVLET, TEKNOLOJİ ve SALGIN

DEVLET, TEKNOLOJİ ve SALGIN

DEVLET, TEKNOLOJİ ve SALGIN

Tehlikenin olduğu yerde, büyür

onunla birlikte kurtarıcı güç.”

                                    F. Hölderlin    

            Son süreçte yaşanan salgının (Covid-19) nedenleri birçok boyutta analiz edilemeye muhtaç bir konudur. Süreç hala devam etmekte ve gelişim aşamasında bile birçok şaşırtıcı hatta alışılagelmiş, bin yıllardır varlığını varlığımızla özdeşleştirdiğimiz devlet mekanizmasının dahi tuhaf reaksiyonlar göstermesine sebep oldu. Fakat salgının devam etmesi ve sonuçlarının ‘henüz’ belirsiz olması, ona dair fikir yürütmemizden bizi alıkoymamalıdır. Bizler doktor değiliz ve bireyleri iyileştirme bilgisine de sahip değiliz fakat içinde yaşadığımız dünyayı ve gelişen olayları kavrayabilme yeteneğine sahibiz. Bu sebeple insanların salgından çıkarması kaçınılmaz siyasal, sosyal ve ekonomik birçok sonuç var: Özellikle çok güvendiğimiz uygarlık mekanizmasının mümkün hale getirdiği ‘kolektif birikmiş gücün’, ne denli pervasızca israf edildiğini bir kez daha görmekteyiz.

            Teknoloji insanoğlunun yeryüzünde ayakta kalabilmesine imkan tanıyan ve diğer türlerden kendisini ontolojik olarak ayırt ettiği aklın dolaylı bir ürünüdür. Teknoloji, ilkel insanın ürettiği sapan ya da yonttuğu bir taş parçasını kesici bir alet olarak kullanması kadar eskidir. İnsanın ütopyası, teknikle hakim olmayı başardığı tamamen insana ait bir yeryüzü fikridir. Son gelişmeler gösterdi ki bin yıllardır biriktirilmiş ‘güç’ gerçek manada gücün karikatürü olmanın ötesine geçememiş. Tabi ki bunun birçok sebebi var fakat bütün bu sebepler zincirini atlayarak sadece mevcut durumun gösterdiklerine odaklanarak, kendimize sormamız gereken çok basit ve durumu özetleyici sadece birkaç soru var.

Yeryüzünün neredeyse tamamını ele geçirmiş devletler bu denli güçlü iken neden çıplak gözle dahi görülemeyecek kadar küçük bir virüsün korkusuyla titrer hale geldiler? Ya da bütün devlet mekanizmaları neden aniden felç oldu? Çünkü biz insan gücünü ve yaratıcılığını sadece silaha, bombaya veya birbirimizi en etkili ve sonuç alıcı şekilde yok edebilecek aletler üzerine kurguladığımız bir dünya yarattık. Bundan dolayı kendimizi farklı bir güce karşı koruyamaz haldeyiz. Bütün savunma mekanizmalarımız birbirimizi kontrol etmek ya da yok etmek üzerine kurgulanmış durumda.  Güç algımız sadece itaat ettirmek veya yok etmek üzerine iken bilmenin güç olarak algılanması mantığı modern çağın kabullenilmiş en büyük yalanıdır. Bilmek güç değildir; güç yok etmekle özdeştir.

            Şu anda hiçbir devletin silahından fazla solunum cihazı, kışlasından/karakolundan daha fazla hastanesi, askerinden fazla doktor/hemşiresi ya da tankından/askeri aracından fazla ambulansı ya da mermisinden fazla dezenfektan malzemesi bulunmamaktadır. Bütün bu aciziyet virüsün gücünden değil bizim insanlık olarak gücümüzü ne denli lüzumsuz bir şekilde harcadığımızdandır. Devletin kendi otoritesini pekiştirmek için itaat ettirmesi gereken topluma karşı ya da bir devletin bir diğer devlete karşı üstünlüğünü gösterebilmek için kullandığı askeri harcamalar modern aklın içindeki akılsızlığın bir göstergesidir. İçinde bulunduğumuz sistem o denli akıldışı ilkelere bağlıdır ki bunu ancak yaşanan felaketlere karşı verilen reaksiyonlarla anlayabiliyoruz. Devletin sözde barışın teminatı olarak rasyonalize ettikleri (ki bu akıldışılığın ta kendisidir) askeri güç, bu salgından sonra artık insanın mutlak anlamda yok oluşunun bir simgesi ve fiili gücü olarak görülmelidir. Savaşların ‘neden’leri ve ‘amaç’larında hiçbir insani ‘amaç’ bulunmamasına rağmen, yarattığı yıkımlar, bütün insanlığı etkileyecek ‘neden’ ve ‘sonuç’larla dolu bir tarih ortaya koydu. Süper güç hatta modern çağın Roma İmparatorluğu olarak görülen ABD bugün elinde var olan askeri-teknolojik gücü nedeniyle dünyayı yok edebilecek kudrete erişmişken sağlık alanındaki yetersizliği nedeniyle çaresiz bir biçimde insan ölümlerini izlemek zorunda kalıyor. Şu anda televizyonlarda ölüm rakamları o kadar basit verilere dönüşmüş durumda ki, rakamların temsil ettiği insanların normalize edilmiş durumda. ABD başkanı Trump “100 bin veya 200 bin sınırında tutabilirse ölümleri başarılı olduğunu hiç sakınmadan dile getirebiliyor. Marcuse’ün uygarlığın rakamları nasıl ettiğine dair önemli bir saptaması var: “En delice hesaplamalar bile ussaldır; 5 milyon insanın yok edilmesi, 10 milyonun veya 20 milyonun ve benzeri yok edilmesine yeğlenebilirdir. Savunmasını bu tür hesaplamalarla aklayan bir uygarlığın kendi sonunu ortaya sürmekte olduğu uslamlamasını getirmek boşunadır.” (H. Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, s. 50)

            Aslında birçok tıbbi buluş iktidarın amaçlarına hizmet etmek üzere tasarlanmıştır. Sözgelimi 19. Yüzyıl’da sanayin hızla gelişmesi işgücü ihtiyacını doğurmuştur. Proleter sınıfın Fransa’da ölüm sebeplerinin ağırlıklı bir kısmına bağırsak lezyonu hastalığının neden olması, bu hastalığa dair tedavi çabalarını kaçınılmaz hale getirmiştir. Her işçi ölümü işgücünün azalması anlamına gelir – ki sanayi öncesi dönemde insanların ölüm sebepleri pek önemsenmezdi. En azından kurumsal bir çaba gerektirecek bir olay değildi. Aynı biçimde antibiyotik dahi savaşlarda ufak yaralanmalar neticesinde iltihaplanmadan kaynaklı ölümleri durdurmanın gayreti üzerine keşfedilir. Bu örnekleri çoğaltabiliriz fakat önemli olan teknolojinin iktidar ilişkilerine gömüldüğünü anlamaktır ve bu ilişkiden tıp muaf değildir.

            Teknoloji kurumsallaştıkça ve bu kurumsallık devlet mekanizması denetiminde gerçekleştiği sürece sadece kendi yıkımımızın bir aracı olmanın ötesine geçemeyeceği açık ve seçik bir gerçektir. Devletlerin iç otoritesi veya meşruiyetinin insanı yaşatmak teminatıyla değil, ‘insanı sözde korumak’ amacıyla organize edildiğini bir kez daha gördük.

            Modern-öncesi toplumlara hâkim olan ruhban sınıfı, otoritesini ancak dünyeviliğin geçiciliği ve ebedi gerçekliğe açılan kapı olan ‘ölüm’ gerçekliği üzerinden kurgulanmıştır. Bu sınıfın toplum üzerindeki kontrolü ölüm gerçekliğine bağlıydı. İnsanlar ebedi yaşamın öncesindeki bu çile dolu/asetik dünyanın yaralarını ancak tanrısal inayete sığınarak aşabiliyordu. Acılar sonsuz bir mutluluk dünyasının ödülü ile katlanılır bir hal alabiliyordu fakat modern çağı önceki çağlardan ayırt eden en temel faktör, hiç kuşkusuz ‘ölüm’ nosyonuna karşı takınılan tutumdur. Kapitalizm algısal bütünlüğü zedelediği için sadece bireyi verimli kılmak ve iş koşullarına entegrasyonunu sağlamak için ‘ölüm’ kavramını öteledi yada onu yok sayma üzerinden algısal bir ufuk geliştirdi. Diğer bir deyişle, insan tek boyutlu hale getirildi. Dikkat edilirse mezarlar gibi ölümün güçlü simgeleri modern öncesi dönemlerde herkesin görebileceği yelerde kuruluyorken, modern çağda, şehirlerin dışında ve her gün onların simgesel gücüyle karşılaşmayacağımız yerlere kuruldular. İleriyi görme gücü ancak kendi iş sınırlarımıza hapsedildi. Ölüm fikri, iş motivasyonunu düşürücü bir faktördür. Bireyin kendi varlığının sonluluğunun esaslı bir biçimde farkına varması, onu hayatın farklı anlamlarını keşfetmeye tahrik eder. Bu tahrik kapitalizmin insan ufkunu hapsettiği iş alanının sınırlarını aşmaya zorlar. Sadece çalışan insan ideali ancak ‘ölüm’ deneyimi ile aşılabilir ve anlamın gücü bütün bir hayat sahamıza yatay bir şekilde nüfuz ettirebilir.

            Covid-19 salgını ölüm deneyimini bir kez daha hatırlamamıza vesile oldu. İnsanlar her gün görünmez bir düşmanın ensesinde onu öldürmek için kol gezdiği bilinciyle sanrılar görmeye başladı. Bizim bahsettiğimiz ölüm deneyimi şizoid-paranoyak derecesine varan bir aciziyet değildir. Ölüm deneyimi yani ölümün olabilirliğinin hissedilişi çok önemli bir deneyimdir. Çünkü her deneyim küçük farklarla bile olsa tekrar edilebilirlik ilkesi barındırır. Fakat ölüm deneyimi diğer rutin deneyimlerden çok farklıdır. Onu gerçek anlamda hissedişimiz, iç ürpertilerimiz bizi olduğumuz hali aşmaya ve daha anlamsal yaşamaya zorlar. Kapitalizmin mekanikleştirdiği robotik insanlar ancak anlamla kendini aşabilir. Bu yalnızca ‘değişim’ kavramıyla tanımlanamaz çünkü zihnimizi çevreleyen bentlerin yıkımının deneyimidir. Değişim kalıcı unsurları barındıran bir süreçtir. Yani tözsel değil arızi/ilmeği ilgilendirir. Ama ‘dönüşüm’ Kafkaesk bir dönüşüm, içsel dünyamızda kurulu bütün düzenin yıkımı yani eskiye dair hiçbir şeyin var olamayacağı ya da en azından ilkece ayakta kalamayacağı bir durumu ifade eder. Şu anda yaşanan olayların yaratacağı sonuçlar: yeni bir öznelliğin yani dönüşüm geçirmiş bir öznelliğin vuku bulmasını mı yoksa modernizmin tasarladığı içe kapanık ya da Leibniz’ci monadlığını mı güçlendirecek? Bunu şimdiden kestirmek çok zor. Ama A. Camus’nün ‘veba’ yapıtında verdiği mesajdan iyi biliyoruz ki; her toplumsal felaket insanlığımızın sınandığı ya da kendimizi yeniden yaratmamızın vesilesidir. Yıkımlar, üzerinde gözyaşı dökeceğimiz molozlardan daha fazla şeyler ifade eder. Yıkım, yaratıcı arzularımızı tetiklemelidir. Mevcut yıkım, insanların otoriteyi köklü bir şekilde sorgulamasına sebep olmalıdır. Bu ahlaki bir düsturdur çünkü ölülere karşı saygımızın ve onlara karşı sorumluluğumuzun bir göstergesidir.

            Modern toplum politik bir egemenlik sistemidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi temel düstur olarak; doğanın insanın kendi ölçüleriyle tasarlanmasına denir. Modern çağda bütün devlet organizmaları (askeriye/okul/estetik normlar/ahlaki düsturlar v.b.) bu fikrin rasyonalizasyonu üzerine kuruludur. Bütün kültürel kodlarımız (söylem-eylem alanları) bu egemenlik ilişkisiyle o denli örülüdür ki onun dışında bir ilişki düşünebilmemiz akıldışılık yaftasıyla yerilir. Oysa ki her yaşanan felaket rasyonel normlarımızın yeniden sorgulanmasına neden olmalıdır.

            Ayrıca bu salgın gelecekte yaşama ihtimalimizin çok yüksek olduğu daha yıkıcı salgın veya başka bir şekilde ekolojik yıkımların bir ön habercisidir. Mevcut düzenin yeni yıkımların vesilesi olacağı bu salgınla bir kez daha görüldü. Bu düzene itiraz etmek sadece itiraz ettiğimiz şeyin düzeltilmesi için değildir, aynı zamanda kendi karakterimizin biçimlenişine dair sürece aktif olarak katılmamız anlamına da gelir. Süreci palyatif çözümlerin değil kökensel ‘dönüşüm’lerin vesilesi haline getirerek öngörülebilir bir gelecek inşası için kullanmalıyız. Her bir bireyin kendini sorumlu hissederek anlamsız yok olma savaşlarına ve gereksiz askeri harcamalara itiraz etmesi ahlaki bir sorumluluktur. Teknolojinin sivil toplumun denetimine alınacağı bir süreci başlatmak küresel bir sorumluluktur…

                                                                                                 

                                                                                               09 . 04 . 2020

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl