“Gömü bulmuş gibi oldum”, herhalde gelecek kuşakların Yücel’in şiirleriyle karşılaştıklarında söyleyecekleri şey bu olacaktır. Günümüzün en arabesk şiirleri arasında sayılıp, “dili kokulu” şakalara maruz kalıp malzeme olması, bu şiirin başına biraz da kendi siyasallığının getirdiği bir tarihsiz-talihsizlik. Halka mâl olma çabasındaki yüce gönüllü bir şairin, madrabazlaşan kalabalıklar nezdinde iç edilmesi. Yücel’in şiiri, şeyler ve kelimeler arasındaki rabıtadan hoşnutsuz, metonimiyi seven post-modern şiire göz kırpan ilk kampana düdüğü olsa da, nedense en başta bu şiirin asilgömen bayrağını göndere çekenler tarafından unutuldu, bir halıya sarılıp araba bagajına kapatıldı.

Yücel aristokrat kökenlere sahip, sol-Marksist bir Cumhuriyetçi idi. Muteber bir politik hatta sahip olmakla birlikte, kökenlerinden gelen şımarma kotasını sonuna kadar harcamakla kalmadı, borç bile yaptı. Bu yüzden de “hep bi’ çocuk” kaldı. Yüksek entelektüel becerilerinden bahsetmek bu satırların yazarına düşmese de, benim dünya şiiri içerisinde de çoktan yer edindiğinden emin olduğum (görülmese de, gidilmese de, orada olan bir köy olarak belki?), konjonktürden evrensele yürümeye dair görülmemiş bir becerisi vardı. Gerçi güncel politikayla kurduğu obsesif ve biraz da modernist ilişki, şiirlerini zamansız bir boyuta taşımaktan onu alıkoyup, bu sefer de olumsuz manada “hep bi’ çocuk” kalmasına nedense de, gazete kağıdından, ajans haberlerinden ve reklam panolarından şiir çıkartmayı seven avangard tutumla akrabalığını da üstü kapalı fısıldadı. Her çağın klasiği olmaması, onu daha kişilikli yaptı, bitmemiş bir yontu olarak kaldı.

Bu anlamda bakıldığında, Yücel’in ait olduğu gizli örgüt, belki bayraktarlığını yapar göründüğü toplumculuktan, büyülü gerçekçilik angajmanından çok farklı. Bunlar esaslı teşkilatın stratejisini örtbas etmek için açtığı cepheler yalnızca. Bu anlamda, sonuna kadar bireyci, anarşizan ve hatta Dadaist. Yöntem olarak Marksizmin iman tahtasında politikayı sınasa da, koşulsuz bir devlet kritiği ve sınavdan hemen önce dersine çalışıp karne ortalamasını sağlama alan bir Cumhuriyetçi. Cumhuriyetin ideallerini eşek sanıp üzerine binenlerin başına bir şey gelmezken, Cumhuriyet adına Cumhuriyetçilere karşı çıkıp hapislere düşecek kadar da sosyalist. Bu anlamda “düşüncelere saygılı”, yeri geldiğinde bizi bize savunan Voltaireci züppelikten ziyade “daha fazla Cumhuriyet” isteyen Sade’a yakın.

Bütün bunların izlerini denize inmeyi çok seven Yücel’in şiirinin künhünün (bir ihtimal çıplak yüzmek için denizde çıkardığı donunun) karaya vurduğu kesitlerde, kendine dışarıdan biçilen hudutlardan kaçak yaptığı biçimsel fragmanlarda okumak mümkün. Bu etkilenmeler Ölüm ve Oğlum’dan önce de varsa da, 1976’da hapisten tahliye olduktan sonra (“yerbilimsel bir hapisten sonra”) bir anlamda “ayyuka çıkıyor”.

Bu anlamda Yücel’in sırrı, onu Aristo’nun poetikasının kayalıklarına vurup, saçtığı entelektüel imalarda onu unutmaya çalışan sığ eleştiriye malum olmaz. Vakitlice takdir görmediği için şimdilerde hıncını Yücel’den Nazım’a uzanan çizgideki avangard şiirinden çıkartan, geçkin H. Yavuz ve S. Karakoç – İ. Özel çizgisince kanıtlar gemiden hızlıca atılmaya çalışıldı. Hâlbuki ilk taşı en masumun atıp bıçağı en büyüğün sakladığı bu cinayet örtbas edilmeye çalışılsa da mezar taşına Gülerce kazınmıştır:

“İçimdeki karanlığı patlatacağım

Ve beynimin en ölümcül yaşlarıyla

ağlaya

ağlaya

Yepyeni bir insan

pırıl pırıl bir can

bitecek toprağa …”

II. Yücel şiirinde kolaj, dekupaj, stopaj

“Buket diye bahçeli bir meyhane vardı Yenişehir’de

Yıkıldı çoktan GİMA var şimdi yerinde”

(Ölüm ve Oğlum, sf. 14)

Şiiri hayattan beslemek değil, hayatın şiir olması söz konusu olduğunda, romantizmin kendisi hayat tarafından alaya alındığında, Can Yücel şahadetini getirir, ama ölmez. Eski kavak ağaçlarının yerini kübik binalar tuttuğunda şairler ya ağıt yakmıştı (Rimbaud-Verlaine-Mallarme) ya da gelmekte olana umudu bükmüşlerdi (Eluard-Mayakovski-Nazım), şimdi ise, 70lerdeki petrol krizinin altından akan plastik ırmaklara baktıkça durum birazcık farklıdır. Öyle yasını tutacağı bir geçmişi bile bırakmamakta ısrarcı, Amerikan petrollerini bidonlara doldurmaya kararlı, ucuz ve güvensiz gıda gibi basit meselelerin ayyuka çıkıp lezzetli bir mezenin bile çok görüldüğü bir anda, GİMA sözcüğü şiire olanca farsı ve ciddiyetiyle girer. Artık şiiri fazla ciddiye aldığının farkına varıyordur Yücel, GİMA’nın yıktığı bahçeli bir meyhanenin yası (ki bir meyhane asla bir meyhane değildir Yücel’de, “biraz” fazlasıdır), şiire balkon çıkarak kapatılıyordur. Yok, tutulamıyor, ama “idare ediliyor”dur.

Yücel’in en saygı duyulası yanı, belki yoldaşlarıyla gömülme cesaretiydi. Bugün adı verilmeyen başlangıç anlarının coşkusu ve özgürlüğü, pek öyle topraktan anıtlara değişilecek gibi değildi. Öyle ya, oğlu da cenazenin defin hallerinden sonra gelip “Babamı nereye ektiniz?” diye sormuştu. Ancak ben biraz bu yekten gömülmüş ölüye bir galvanizasyon işlemi uygulayıp, acaba yaşayıp yaşamadığına, yoksa yıllardır bizi mi kandırdığına, ölü taklidi yapıp yapmadığına bakacağım.

IIA: Güsûlsuyu şerbeti, esenyel senfonisi: “Hiç durma nabzı atan bâsur”

“Tramvay ihtiyari duraklarında bekleye bekleye
İhtiyarlamış bir komünist olarak
Gitardan çıkan tın sesleri
Beni yeniden adam edecektir”

(Yaşasın Cazın Getirdiği Devrim)

Tramvay ihtiyari dediği, elbette Galatasaray Meydanı’ndaki ortanca durak. Bir sokak müzisyenin gitarındaki “tınlama” bu ihtiyar, artık pek de “tınlamayan” komünisti, elbet adam edecektir. Tabii Orhan Veli’ye soracak olursak “ölünce adam oluruz belki”, ki Yücel’in esaslı tanığı da her daim Birinci Yeni şiiri oldu zaten.

“Şiirimizin en kızıl saçlı Levendi” dediği T. Uyar’ın ardından, yaşamağa doyamayan C. Yücel, üzülmeye yer bırakmayan kayıplar karşısında şairliğini sakatladı. Ağabey dediği C. Irgat ve dostu M. Eloğlu’yla tokuşturduğu yaralar, tüttürdüğü sigaralar, en nihayetinde zilzurna kanseri oldu.

“Fıskiyenin serpintisiyle sırılsıklamdı muşamba

Zaten Cahit’in gözleri daim yaşlı

“Şunu siliver!” derdi garsona

“Şu muşambayı siliver, mirim!””

(Ölüm ve Oğlum, sf. 14)

III. Analog Komünizm, Matrak Materyalizm

Kimse modernizmin Yeats, Eliot, Tzara gibi babalarına üçüncü dünyadan dikişler atıp, slalomlar yaparken, Tanzimat beyliğine kayıp vaka olarak iteklenmek istemez. Rakı hep vardı, Yücel’den önce de vardı, ama sonradan arttı. Hatta önce rakı vardı, demek gerekir. Sabah altıda içmeye başlar, misafirleri öylece karşılar, öğlen siestasıyla geceyarısı arasında yazacağı varsa yazar, sonra da uyurdu.

Benim anlayamadığım, bu tutulamayan yas, güncel şiirimizin hanesine en Baba avangardının nezdinde neden böylesine hazin ve vurdumduymaz, anlayışsız bir tonda geçmiştir? Şiirlerini gölgede bırakacak yaşantıları kendi cebinden çıkartabilmiş bu kimseye, Ortaköy bahçelerinde Güler Hanım’a güzelim şiirlerini atfetmekle, Karaköy sahilinden perişan taksiye geçirilmek arasındaki bir edebi kısmet okurlar nezdinde neden “fazla” görüldü? Bu bir yandan devletin kan davasına, diğer yandan Kemalist lincine aracı olmak değil midir?

Kimi şairler ölür, kimi şairler ölümsüzdür. C. Yücel’in cesedi bulunamasın diye çok uğraşıldı, kısmen de başarıldı.

Anısına saygıyla.