Bugünlerde, doğanın bizi cezalandırdığını, bizim ona yaptığımız eziyetlere sabrı tükendiğinden artık tokat gibi yüzümüze vururcasına şedit yüzünü gösterdiğini konuşmayan kalmadı. 

Haksız da sayılmazlar, bütün bu, şimdiye kadar pek karşılaşmadığımız yahut görmek istemediğimiz doğa olaylarının bir nedeni olmalıdır.

Leibnizin ¨Nihil est sine ratione¨, yani varolan hiçbir şey nedensiz değildir” deyişini unutmayalım.

 Doğanın gösterdiği ve bizim varoluşumuzun çıkarlarına uygun olmayan bu öfkeli hallerinin tabii oluşunu kabullenemeyiz; bunu bir ceza gibi algılarız.

Oysa doğa uslu olmalı, bizim sözümüzü dinlemeli, biz de dilediğimizce çerimizi çöpümüzü onun üstüne döp boşaltmalıyız. 

 

Öyle ya, aşırı gitmişiz, doğayı doğallığından yoksun bırakmışızdır; o da bize kızmış bulunur.

O hâlde doğayı bize veren tanrı cezalandırır ya da doğa; doğanın ta kendisi!

Belki her ikisi iç içe geçmiştir, tanrı ve doğa arasında kalakalırız; o vakit biraz felsefe yapılır:

Spinoza’nın Deus sive Natura, yani “Tanrı veya Doğa” dediğimiz o ebedi ve ezeli varlık, bizatihi var olma zorunluluğuyla hareket etmektedir ve Tabiat Ana’nın aslında olması gereken tepkisi insan zihinde ceza gibi belirir.

Tabiat Ana’nın yaptıklarının listesi de kabarıktır hani; neler yok ki!

¨İklim değişikliği, küresel ısınma, salgın hastalıklar, orman yangınları, depremler, su baskınları, kuraklık, nüfus artışı, doğal kaynakların tükenişi; ve ilh…¨

Daha sayarken içimize bir bunaltı gelir, yerleşir.

Bunları düşünmek yerine hiç kafa patlatmamak daha iyidir aslında; iş olacağına varır, kısmetinde olanın kaşığında bulunur, akacak kan damarda durmaz gibi sürüsüne sepet lakırdı bulması kolaydır.

Ne var ki, düşünmek için insanın içsel yolculuğuna açık olması gerekir. Jose Ortega ý Gasset’in sözlerinden hatırlayacağınız gibi, ¨düşünme yetisi olmayan insan bütün dikkatini dışarıya çevirecek, ötekinin fikriyle idare edecektir.¨

Böyle durumlarda, neyse ki, yalnız değiliz ve çevremizdeki nesnelerin, dünyanın, evrenin varoluşu meselesine ontolojik cevaplar arayan filozoflar imdadımıza yetişiverir.

O nedenle felsefe, tıpkı şiir gibi ihtiyaç duyulduğunda herkese lazım olur.

Hatırlarsınız; ¨Il Postino¨ filminde, Capri adasında sürgün günlerini geçiren Pablo Neruda’ya mektup taşıyan postacı Mario, Şili’nin büyük şairine ait bir şiiri sevgilisi Beatrice’e sunmuştur, gelir bunu Neruda’ya söyler.

Aralarındaki konuşma şu kadarcıktır:

-Benim şiirlerimi çalmana izin veremem. Ben onu Matilda için yazmıştım.

-Şiirler onu yazanlara ait kalmaz, fakat kimin ihtiyacı olursa onundur.

Matilda, Pablo’nun âşık olduğu kadındır; söylemeye gerek yok. Bizim derdimiz bu muhavere değildir; şiir de felsefe de kime lazımsa onlarındır demeyi isteriz.

Zannımca felsefeye, özellikle ruhumuz daraldığında, hele bir de böylesi ¨dünyanın poturunu çıkardığı¨ zamanlarda, hani deriz ya ¨dünyanın çivisi çıktı¨ diye, işte öyle olunca felsefe bizleri sakin kalmaya, derin düşünmeye, çevremizi doğru algılamaya teşvik eder.

Şimdi öyle bir zamandan geçiyoruz sanırım. Neyse ki, başvurabileceğimiz filozoflar, felsefe kitapları da yanı başımızda.

Bunlara, çok yakın zamanda Beyoğlu Kitabevi tarafından yayınlanmış bir Spinoza kitabı eklendi: Spinozanın Felsefesi.

Spinoza ve Yahudilik-Judaizm üzerine çalışmalarıyla uluslararası tanınırlığı olan 1958 doğumlu Amerikalı akademisyen ve yaşayan önemli felsefecilerden Steven Nadler’ın bir kısa yapıtını Türkçeye Merve Rana Aydın kazandırmış. Temiz, duru ve anlaşılır bir Türkçe söyleyişle karşılaşılan bu yapıtın metninde, eminim sizleri de rahatsız eden, şu ¨töz, öz, tikel, tümel, tin…¨ gibi Türkçeleşeceğiz diye zorlanmış sözcükler geçiyor; alışacağız.

Her defasında ¨Yahu bu töz de neydi?¨ diye gidip gidip lügata müracaatımızı birbirimizden gizleyerek, tekrar bakacağız, lakin iki dakika sonra gene unutacağız. Töz’ün Cevher olduğunu söylesek daha kolay olacak ama biz, Nietzsche’nin dediğince, ¨Suları bulandırmayı seven yazarlar¨ gibi bulanık olmasına razı kalacağız.

Bu ¨töz, öz, göz, sö takıntısını bir yana bırakırsanız, tertemiz bir metinle karşılaşırsınız. Üstelik EkDergi sayfalarından tanıdığınız bir ismin, Hasan Aksakalın editör olarak kitaba eli değdiğini eklersem, sanırım daha fazla bir şey söylemeye gerek kalmaz.

Spinoza üzerine Türkçe yazında emeği çok geçmiş bulunan ve 2007 yılında yitirdiğimiz yazar Ulus Sedat Baker’in bir yazısını da Sunuş bölümünde bulacağınız bu kitabın, Steven Nadler’ın, Cambridge Üniversitesi tarafından basılmış ¨Spinoza’nın Etik’ine Giriş¨ eserinden derlenip toparlanmış ve Stanford Felsefe Ansiklopedisinde yeniden ifadesini bularak ¨sokaktaki insanın¨, yani genel okurun anlaması için hazırlanmış bir abbreviation~hülâsa, kısaltma olduğunu da, bu metin düzenlemesinin yine Nadler’a ait olduğunu da eklemeliyiz.

Ne var ki bu kısaltmadan söz ederken, Spinoza aslında zor anlaşılır bir filozof idi, o yüzden böyle özetine müracaat edildi ve epi topu 88 sayfalık bir risaleye indirgendi, denilmez.

Baruch Spinoza, on yedinci yüzyılda Hollanda’da yaşamış, kısa bir ömrü yalnız, tek başına ve hayatta kalma mücadelesi dediği kendine ait Conatus’la sürdürmüş, tamamlamış bir Yahudi. Tanrıtanımazlıkla suçlanarak Yahudi cemaatinden, ¨herem¨ adı verilen sert bir kurala bağlı olarak aforoz edilir; ailesinden uzak kalır, acıklı bir hikâyesi vardır. Spinoza’nın eserlerini kimi dostları ölümünden sonra elden ele geçirecek, bir kısmı sansürlenerek yayınlanacaktır. Bu kadar gürültü koparan ne söylemiş olabilir, Spinoza!

Spinoza, şimdi Beyoğlu Kitabevi’nce yayınlanmış bu eserde okunduğu gibi, özetle tanrı doğadır, ezeli-ebedi ve bitimsiz bir üretim kudretidir demekten başkasını söylemez. Descartesçı/Kartezyen geleneğin sürdürücüsüdür Spinoza, bu anlamda ilk laik ve demokrat bir filozoftur.

Tanrı uhrevi-göksel dinlerde yahut arkaik ve mitolojik dinsel inanışlarda olduğu gibi antropomorfik~insan, hatta belki bir başka canlı bedenine benzer biçimde bir varlık değildir, ona tapılması gerekmez, tanrı cezalandıran ya da ödüllendiren bir makam işgal etmez. Tanrı bir inanç ilkesine değil, bilinebilirlik ilkesine bağlıdır, kısacası o inanılacak bir merci değil, bilinecek bir varoluştur. Tanrı doğadan aşkın, doğanın dışında onu aşıp tamamını dışlayan bir güç de değildir. Spinoza’ya göre, mademki tanrı yeryüzüne buyruk yağdıran, bunlar yerine getirilmezse insanları yargılayacak olan bir merci değildir, o sadece doğadaki varoluş sürecinin tamamı sayılacağından sevilmesi gereken bir oluştur; korkulacak değil. Sürekli keder, kaygı, korku, tasa ve karamsarlık üreten siyasal sistemler ile teolojik yapıların tamamı insanları yaratılan bir çaresizliğin karşısında boyun eğmeye mecbur bırakır. Spinoza bunları söylüyor; elbette bu kadarıyla değil.

Bizim buradan çıkaracağımız, doğanın insan iradesi gibi bir kurmaca yapıya, zihinsel tasarım gücüne sahip olmadığı gerçeğidir. Tabiat Ana evvel eski hep bildiğini tekrarlıyor da olamaz, onun hep tekrarladığını varsaydığımız şey bu sıradanlığın dışında, biz insanların yaşamadığı ve görmediği için alışık olmadığımız fiziksel taşkınlıkları da kapsıyor.

Spinoza’ya göre, doğada doğadışılık söz konusu olamaz, her ne oluyorsa, ister biz bunu ömr-ü hayatımızda hiç görmemiş, duymamış olsak bile, hepsi doğanın kendi varoluşuna aittir. O hâlde, bizi korkutan, geleceğimizi meşkuk bırakan her ne oluyorsa yine doğanın kendi bileceği iştir; hariçten ¨extra extra¨ gönderilmiş cezalar değildir.

Bütün bunları Spinoza eşliğinde bir kez daha düşünürken, politik ve ekonomik sistemler, teknoloji ve kaynak kullanımı gibi çetrefilli meseleleri gözardı ediyor değiliz; tümünün farkında, bilincindeyiz.

Dere yataklarına bina diken paragözlerden başlayarak insanın saymakla bitmez kusurlarını, daha politik konuşmak istenirse kapitalizmin vahşiliğini filan söylemek de mümkün.

Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi, bütün kabahat ev sahibinin değil, biraz da hırsızın olmalıdır. Antroposen çağ adıyla anılan dünyanın insan elinde nasıl değişime zorlandığına ait tüm anlatılar doğrudur; bunları yadsımak mümkün değil. Lakin başka türlü olması da beklenemezdi; Conatus gereği homo sapiens, varolma mücadelesini doğaya saldırarak yapmak zorundaydı ve bugün gelinen teknolojik kullanım ve ihtiyaçlar noktasından geriye dönüş de söz konusu değildir.

İnsan, aklı ve becerisiyle doğayı değiştirmeye, ona hükmetmeye kalkışmasaydı diğer canlı türleri arasında varlığını asla sürdüremezdi; zira yenilip yutulacak lokum gibi hazır lokmadır.

Yarattığı dünya ise işte bu, gidilecek başka dünya da yok!

Bu dünyada başımıza ne geliyorsa, bizdendir, dışarıdan gönderilmiş bir doğaüstü planın parçaları değildir bunlar.

Bizim flagrante delicto ~ suçüstü yakalanmamızdan başkası değildir, eğer illa Tabiat Ananın tokatından bahsedilecekse

İşte, Nadler’in kitabını okumak, böyle meditasyon yapar gibiydi: Yaşadığımız felaketlerle kuşatılmış dünyayı bir yandan düşünüp, bir yandan ¨Spinoza’nın Felsefesi¨ni okuyup, kitabı elimden su gibi akıtarak tamamladım.

 

Spinoza’nın Felsefesi

Steven Nadler

Beyoğlu Kitabevi, 2021

Çeviren: Merve Rana Aydın

88 Sayfa

TEILEN
Önceki İçerikAdana Büyükşehir’den gençlere YKS tercihinde danışmanlık hizmeti
Sonraki İçerikYapı(t) Söküm: Tanıdık Titreşimler Yakalamak
1958 yılı, İstanbul doğumludur. Üniversite yıllarında, 1978’de, Cumhuriyet gazetesinde gazetecilik mesleğine başladı. Yedek subay olarak tamamladığı askerlik görevi sonrasında bir süre serbest ticari faaliyette bulundu, ardından 1998’de ABD’ye ailece göç etti. CBC-TV kanalının Indiana Eyaletindeki haber dairesinde çalıştı ve bu arada, Purdue Üniversitesi’nden almakta olduğu siyasal bilgiler üzerine non-credit doktora derslerine devam etti. Şenol, Gazi Üniversitesi Ekonomi Fakültesinde lisans eğitimden sonra, İstanbul Üniversitesi SBF’de yüksek lisans ve doktora eğitimlerini tamamlamıştır. 2010 yılında Kanada’ya taşınan M.Şenol’un yaşamı, 2016’dan beri, bu ülkeyle Türkiye-İstanbul arasında geçmektedir. 2008-2009 yıllarında Kadir Has Üniversite’sinde üç sömestir boyunca sosyal bilimler/iletişim kuramları üzerine dersler veren M.Şenol’un yedisi roman olmak üzere basılı 12 kitabı bulunmaktadır; Türkiye’nin Altın Kitaplar, Papirüs, Alfa, Ayrıntı gibi seçkin yayınevlerince basılıp yayınlanmıştır. Uluslararası Pen Yazarlar Birliği üyesidir. Serbest olarak hâlen yazılarıyla Cumhuriyet’te gazeteciliğe devam etmektedir; edebiyat, siyasal bilim ve kültür dergilerinde pek çok sayıda makalesi yer almıştır.