Ana Sayfa Litera “Bir Rüyanın Ölümü”ya da yazılmamış bir öykünün “karamsar” analizi

“Bir Rüyanın Ölümü”ya da yazılmamış bir öykünün “karamsar” analizi

“Bir Rüyanın Ölümü”ya da yazılmamış bir öykünün “karamsar” analizi

İnsanlık, kapitalist modernitenin yıllar önce öngörülen felaketleri karşısında abartılı tepkiler veriyor. Oysa bu felaketler malumun ilamından öteye bir anlam taşımıyor. Tabii burada asıl felaket içsel olanıdır. Yabancılaşmanın anaforunda kaybolanlar bu içsel felaketin ayırdına varmadan hayatlarını sürdürüyorlar. Farkındalıkları gelişmiş olanlarda ise kendini takip etmek için bitmeyen bir istek uyanıyor. Bunu, kendine karşı acımasız bir sürek avı olarak düşünün.

İnsanın gelişimini ve deneyimini etkileyen akımların paradokslarını ve dönüştürücülüğünü yorumlamak benim için hep önemli ola geldi.Bir de farklı açıdan bakıp dünyayı dönüştürme meselesi var.

Medya bağımlılığı, uyuşturucu, seks, apolitik hayat biçimleri, ütopya kaybı ve tüketim saplantısı gibi, günümüz gençliğinin kalbinde yer alan temaları konu edinen bir hikâye yazmak için gecenin bir saatinde uyanıyorum.Çünkü,gençliğin beşerî hâlleri, bağımlılık, yabancılaşma ve kendi kendine sahip olma üzerine bir tefekkürü elzem kılıyor, diye düşünüyorum.Tüketim takıntısını, ütopya kaybını, benden sonra Nuh tufancı nihilizmi, yıkıcı hedonizmi yazınsal, görsel ve estetik olarak somutlaştıran yapıtlara olan ihtiyaç bence giderek artıyor.

Kısacası, bu daha yazılmamış hikâyenin, bağımlılık, yabancılaşma ve kendi kendini kovalama birlikteliği üzerinde yükselmesini umuyorum.

Önce, kuyumcu özeniyle kotarılmış betimlemelerin ayrıntılı kurgusuyla, düşkün karakterlerin karşı konulamaz çöküşüyle farkındalık yaratacak bir olay örgüsü üzerinde düşünsel egzersizler yapmaya başlıyorum. Abartıyı abartıyla, aşırılığı aşırılıkla dizginleyen, anlatımın, karakterlerin beyni gibi,okuyucuyu satüre ettiği bir çalışma. Henüz hayali aşamada, ancak buradan bir şey çıkar gibi görünüyor.

Taslak hikâyenin karakterlerinden biri, sonsuz gençliği ve güzelliği teşvik eden televizyona bağımlı dul ve fakir bir kadındır. Günleri diyet programlarıyla başlayıp noktalanan, ekranın, “kırmızı et ve şeker yok!” şeklindeki kategorik buyruklarını kutsal kitabın buyruklarından daha çok önemseyen, bağımlılık yapan iştah kesicileri (amfetaminler) bol keseden yazan doktoruna sık sık giden, “çaresiz” bir kadındır. Asıl amacı, parmaklarının arasından kayıp geçmiş mutluluğun ve gençliğinin sembolü olan gelinliğini giyebilmektir.

Oysa,gerçeklik, arzulananın yansıması olarak görüldüğü için, hayal kırıklığına yol açıp içsel kaos ve karışıklık üretiyor.

İştah kesici ilaçlar, onun gerçeklikle olan tüm bağlantısını kaybetmesine neden olmak pahasına, işe yarıyorlar. Ama son perdede kadını trajik bir son bekliyor. Frontal lobotomi ve ömrünün geri kalanını geçireceği bir psikiyatri hastanesi.

O, kendini “Örnek Gelin” adlı televizyon programında hayal ede dursun, program daha sonra kendi içselliğinin bir yansımasına dönüşüyor.

Televizyon karakterlerini oturma odasının duvarına yansıtarak, odanın içini daha çok işgal etmelerine izin veriyor.

Bu kısım, hiçbir zaman “kendine ait bir oda” talebi olmayanın dramatik kısır döngüsü olarak ön plana çıkıyor.

Ekran karşısında gün boyu pasifliğin bir atalet seçimi haline geldiği durumlarda odanız bir kafese dönüşüyor. Çünkü sizinkisi, bir varlığınıza anlam verme mücadelesi olmuyor.

Mahremin, sosyal referansların, kalkış noktalarının ve gerçeklik duygusunun kaybına işaret etmesi açısından bu paragrafa ayrı bir önem atfediyorum. Asıl betimlemeye çalıştığım şey, tüm beşerî ahval içinde özgür olmaya mahkûm olmanın postulatlarını karşılamayanın ve bir özne olarak dünyaya dalmayanın aciz konumudur.

Hikâyenin diğer karakteri, kız arkadaşı ile birlikte uyuşturucu kullanan bir üniversite mezunudur. Uyuşturucu, başlangıçta karamsar gerçeklikten kaçış için eğlenceli bir araç olarak sunulurken, ardından ticari vizyon devreye giriyor.Çünkü adam ve kız arkadaşı kolaydan para kazanmanın ayartısı ile eroin satmaya başlıyorlar.

Ancak uyuşturucu ticaretinin cazibesi onu avcı iken av durumuna düşürüyor. Sonunda, en kaba ırkçılığı, derin yalnızlığı ve aşağılanmayı tecrübe edeceği bir hapishaneye düşüyor. Hapishane tasvirleri, tüm kurumlarıyla iflas etmiş modern Leviathan’ın “suç ortaklığını” ortaya koyuyor. Topluma yeniden kazandırma merkezi olması gereken hapishane, resmî ideolojinin endoktrinesinin yapıldığı, daha kasvetli bir gelecek vadeden bir merkeze dönüşüyor.

Hayatta kalmayı başaranlar anlık mutluluklarını ekrandaki görüntülerle belgeleyip ölülere ulaştırmaya çalışa dursun, hayatının anlamına yabancılaşan için bu gezegen bir cezaevidir ve totaliter hükümetlerin görevi gardiyanlıktır.

Okuyucu satır aralarında uyuşturucu satıcılarının acımasız ve şiddetli dünyasını keşfediyor. Bu morbid mikro evrene dair betimlemeler, uyuşturucu bataklığını doğuran sosyal konteksti sorgulamayıp sadece satıcıların peşine düşen ve görüldükleri yerde “bacaklarının kırılmasını” buyuran devletin sosyal iflasını ifşa etmeye yöneliktir.

Giderek ağır bir tüketici haline gelen erkek karakterin kangrenleşen kolunun ampüte edilmesi gerekiyor. Ampütasyonun tasviri, uyuşturucu bağımlılığının yıkıcı gücünü gösterirken, uzuv kaybının, aynı zamanda ahlaki parçalanmanın ve değerler kaybının bir parabolü olarak hikâyeyeyansıtılıyor.

Ampütasyon ameliyatına girmeden az önce, karakterin irisinin çok yakın plan betimlemesinde iki önemli noktaya dikkat çekmek istedim. İlki, “Göz, ​​ruhun aynasıdır.” deyişinin edebi uyarlamasıydı.

Karakterin büyümüş gözbebekleri işgalci invaziv bir siyahı gösterirken, irisin küçücük yansımalarına yakından bakıldığında, hayal edilenin ötesinin mükemmel amblemi olan ve bulutlu mavi bir gökyüzünü açığa çıkaran rüya gibi bir boyutun sonsuz uzağa kaçtığı fark ediliyor.Hastanın bakışları aslında, “hiçbiryere” görsel bir göçü anlatıyor. Rüya başarısızsa, o da sonsuza dekgöçtüğü yerde kalıyor.

Bana kalırsa, görme konuşmadan önce gelir. O, görmeyi sağlayan dilden ve bellekten yoksun, hayal etmenin ve başka şekilde görmenin labirentinde esrik gezinirken, aslında körlüğe yakalanmış bir protagonisttir. Bağımlılık, yabancılaşma ve kendi kendine sahip olamama fenomenleri, körlük ile berrak zihnin arasınagirerek, kendilik bilincini tahrip ediyorlar.

Renkleri giderek solan, yapı bozumuna uğramış bir algının işareti olarak genişlemiş siyah göz bebeği ile pür bir yansıma olan mavi gökyüzü arasındaki karşıtlık, rüya ile gerçeklik, gerçeklik algısı ile görünüm arasındaki karışıklığın ruhunu uyandıran, onu iç odamıza misafir eden bir etki yaratıyor.

Kapitalist modernite, gerçek ile gerçekdışı arasındaki ilişkinin mahiyetini değiştirip insan ile gerçeklik arasında yeni bir ilişkinin oluşmasına yol açtı.

İster gerçekliğin anti kahramanıister ekranın kahramanı olsun, karakterlerin tümü, bir maddenin, bir özün veya bir nesnenin müdahalesiyle gerçekliği deneyimliyorlar. Onların dünya vizyonları, artık bir daha onarılmayacak şekilde, bozulmuştur.

Okuyucu, karakterlerin, ironik bir şekilde, uyumaya ve rüya görmeye çok elverişli yerler olan bir yatakta veya bir kanepedecenin pozisyonunda betimlendiklerini farkediyor.

Cenin pozisyonu, gerilemelerin nihai noktasına, o travmadan (burada kastettiğim doğumdur.) önceki konuma, dünya denen cehenneme gelmeden önce anne rahmindeki son güvenlikli noktaya atıfta bulunuyor.

Erkek karakterin romantik kız arkadaşı aslında sanatsal bir mizaca sahiptir ve bir sanat galerisi açmak istemektedir. Ancak, yavaş yavaş o da uyuşturucuya alışıyor ve yoksunluk nöbetlerinde,ondan satın almak için, fuhuş yapmaya başlıyor.

Kadın karakter aracılığıyla, idyllicromantik ilişkilerin sürdürülemez karakterini, uyuşturucunun yaratıcı kabiliyeti hadım ederek, nasıl yaratıcılığın inkârı anlamına geldiğini göstermek istiyorum.

Protagonistlerin çocukluk anıların ısık sık tekrarlayıp geriye çağırmaları, anne tarafından korunan şefkatli ve sıcak, ama çoktan kapanmış bir paranteze göndermelerde bulunuyor.

“Bir Rüyanın Ölümü”, aslında uygar dünyanın ölümü olup, mutluluğun yalnızca geçici gündelik sekanslarla yaşandığı bir hayal kırıklığı toplumunun resmine karşılık geliyor.

Kapitalist modernitenin karakterleri, mutluluğun sözde fethi yolunda hep bir Pirus zaferi kazanıyorlar. Bu sözde fetih serüveninde geçirdikleri evrim, tüm yaratıcı enerjilerini absorbe eden ve tamamen gerileten bir evrim oluyor. Çünkü kapitalist modernite, mutluluğu, minnetle kabul edecekleri, beklenti, atalet, yabancılaşma, tutsaklık ve bağımlılıktan oluşan bir nebulaya dönüştürüyor.

Karakterlerin bu hayat tarzları, hümanizmi sakatlarken, iç odalarını, her şeyi yutan bir karadeliğe çeviriyor.

Mutluluğun bir ideoloji ve kazançlı bir ticari sektör olduğu bir çağda, onun sözde fethi yolunda yavaş yavaş tükenip yok olan öykü karakterlerinin aczi, ütopya kaybını eğlenceli alibilerle telafi etmeye çalışan kapitalist modernitenin acziyle örtüşüyor.

Kısacası, tarihin hangi yola saptığını anlamak için illa da kâhin olmak gerekmiyor.

Kapitalist modernite işte tam bu noktada beklentilerimiz ve hüsranlarımız arasında arabuluculuk rolüne soyunuyor. Hayatın nihai hükmü, hayal kırıklıklarını bazen bir dehşet tınısına yükseltirken, pusulasını yitirmiş bireye bir avuntu sunmuyor.

Hayat ve yanılsamanın birbiriyle kesiştiği ya da birbirine sınırlar çektiği, bağımlılık, gerçeklik ve anlam yitimi uğraklarında, sancılı varoluşumun karanlık odasına girmeyi denemek, benim için hep kendime bir meydan okuma ola geldi.

Saplantıları, nevrozları, bağımlılıkları ve narsist nöbetleriyle modernitenin insanı, “bitmemiş insan deneyimi”nin ustası Picasso’yu da bu bağlamda anarak, bu karakalem taslağından adamakıllı bir resim çıkmayacağını kanıtlıyor.

Amacım, karakterlerin benim bilgimde almaları gereken yeri keşfetmek değildi. Çünkü, inanın, böyle bir yer zaten hiç olmadı.

Amacım, taslak öykümün akışı içinde, kendine yabancılaşana toplumun hükmünün nihai olduğunu ve bu hükme göre, bireyin, dünya denen ummanda, doğruyu yanlıştan ayırt edemez bir durumda, pusulasız ve yapayalnız bir varlığa dönüştüğünü vurgulamaktı. Neden mi? Dünya, Dionysos’çu ve yabancılaştırıcıdır çünkü. Çünkü yanılsamaların haritalarıyla yeryüzünde dolaşmak, “yolsuz ve hayalsiz kalmak” anlamına geliyor.

Çünkü, kapitalist modernite kağıtları her defasında yeniden karıp dağıtırken, “Her zaman ben kazanırım!” konstellasyonuyla oyuna giriyor.

Birey, giderek kaybolan, çizgileri silinen, renkleri belirsizleşen bir hayalin ölümü ile karşı karşıya olduğunu ancak son perdede fark ediyor. Bu güzel rüyayı geriye çağırmanın havliyle bağımlılıklar ve alışkanlıklara başvuruyor.

İki düş arası birkaç şey söylemek için kafasını doğrulttuğunda artık çok geç olduğunun ayırdına varıyor. Çünkü, soluklanma aralıklarında bile yanılsama ve yabancılaşma iş başındadır.

Bu yorum tarzımın, iflah olmaz hedonistler ve nihilistler tarafında tu kaka edileceğini biliyorum. Ben, dünyanın ve insanın muhtemel geleceğine kafa yormak isteyenler için yazıyorum, diğerleri, inanın, umurumda değil.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl